benim bir müslüm babam bile yok

warmhole
cezmi ersöz'ün ancak bir benzerim öldürebilir beni adlı kitabından bir pasaj. her okuduğumda garip bir hüzne gark eder beni. şuraya bırakıyorum. keyifli okumalar .


kimi geceler, babası, sadece üzerini örtüp saçlarını, yüzünü, alnını okşamakla yetinmezdi. yatağının bir kenarına ilişir, gizli gizli bir şeyler fısıldardı. sanki ona yattığı yerde nasihat ederdi. pişmanlıklarını, görüp geçirdiklerini anlatırdı. hayatın çok ama çok ağır, taşınması çok zahmetli bir yük olduğunu anlatırdı sanki. oğlu, bu fısıltıları duymak için bütün dikkatini harcardı ama nafile, duyamazdı. babası daha sonra kalkar, yüzünü seyrederdi oğlunun. babasının alkollü nefesini hissederdi. küskün, kaybetmiş bir insanın kokusuydu bu. yaralanmış umudun kokusuydu. ve bazen oğlunun yüzüne ılık ama içini dağlayan damlalar düşerdi. böyle anlarda oğlunun yüreği acıyla küskün, kaybetmiş ve buruk bir coşkuyla açılır, gözlerini daha sıkı yumar, kalbi daha hızlı atardı.

alem buysa isyanlardayız

ece ayhan'ın, orta ikiden ayrılan, sabahları en erken uyandırılan çocuklarıyla birlikte, gülhane'de, ezilenlerin şarkıcısı müslüm gürses'in sahneye çıkmasını bekliyoruz.

kendine sığmayan, doyumsuz, taşkın bir sevgiyle sahneye taşmak istiyor istanbul'un en alttaki gençleri: “müslüm baba! canımız feda sana! müslüm baba, sen çok yaşa.” spiker azarlayan bir ses tonuyla: “adam gibi oturun, bekleyin müslüm gürses'i!” diyor. “bizim çocuklar” ıslıklıyorlar otoriter spikeri. birazdan babaları gelecek ve onları kucaklayacak. biliyorum. müslüm'ün en itilmişler katında çok özel bir saygınlığı var. esirgeyen, koruyan, isyanını bastıramayanları en iyi anlayan duygusal bir tavrı var müslüm'ün. mazlum yüzü, kırık, kirli sesiyle şehrin isyankârına en yakın ses onunkisi şimdilik. beyoğlu'nun arka sokaklarındaki uçurum meyhanelerinin az konuşan, ağır işçileri, müdavimleri, müşteriler gittikten, el ayak çekildikten, yani “biz bize” kaldıktan sonra, seslerini onun gibi kırık ve kirli yaparak “zalim”i söylerler. şarkı bittikten sonra çok ağır bir koku sarar sanki mekânı, dokunaklı bir sessizlik olur. isyankâra, çile çekene saygı duruşudur bu. sonra arka masalardan biri, “isyanlardayım”, “var mı dostum?” der çekinerek. şarkı söyleyeni tanıyan ve “müslüm âşığı” bir başkası ise, gözyaşı sinmiş, ama dayılığı yine de kimseye bırakmayan sesiyle, “var, olmaz mı?” der. tezgâhın arkasındaki ağır delikanlı, bu defa “isyanlardayım”ı yine o kırık, o kirli sesiyle söylemeye başlar. beyoğlu'nun bu uçurum meyhanelerinde, müslüm'ün bir adı da “dede”dir…

muhterem nur'un vefalı sevgilisi müslüm gürses; muhterem nur amansız bir kanser hastalığına yakalanınca, varını yoğunu onun için harcayan, günde üç pavyonda şarkı söyleyen, sevgilisinin iyileşmesi için onu amerikalar'a götüren müslüm gürses, bu davranışlarıyla şimdi artık ezilmişler tarafından daha çok seviliyor. dede'ye de bu yakışır!

ve sahneye şimdi bir başka spiker daha çıkıyor ve müslüm gürses'i, “dünya'nın en büyük megastarı” diye tanıtıyor. “çünkü,” diyor, “öbür megastarları 20-30 bin kişi dinliyor. oysa müslüm'ü dinlemeye bugün 60 bin kişi geldi! en alttaki çocuklar, sahneye dalga dalga akıyorlar. gülhane'de bir sevgi depremi yaşanıyor. kocaman avuçlarıyla yüzünü örten bir amelenin ağladığını görüyorum, tam yanı başımda. ve çıktı işte. bu, müslüm gürses. en son bir dalganın ucunda görüyorum.

doğru dürüst konuşamıyor: “allah allah! yahu, ben ne olmuşum. tamam, tamam; babanızım! şimdi siz bana, baba diyorsunuz ama ben komplekslere giriyorum. canım feda, size. en değerli servetimiz, canımız; işte o bile feda olsun, size! baş tacımızsınız siz!..” çiçeklere, öpücüklere boğuluyor. kendisini öpmeye gelenleri sahneye sokmayan görevlilere, “yahu bırakın gelsinler, onlar bizim canımız!” diyor. işte bu sözler ikinci büyük dalgaya neden oluyor. her sınıftan kovulanlar müslüm'e ulaşıyor. onun yanında yasak yok! hiç bilemezdim, müslüm'ün ikinci şarkısı, “rüzgâr söylüyor şimdi o yerde şarkımızı” oluyor. dalga bir anlık geri çekiliyor.

onlar aşkı, ayrılığı bu denli şiirsel ve naif yaşamıyorlar. onlar aşkları için kan döküyorlar; bileklerini, göğüslerini kesiyorlar. ölümü göze alıyorlar. “zalim” şarkısı geliyor ardından. gözler hafifçe ıslanıyor. sigaralar yakılıyor. şiddetle, pislikle, rezillikle, en bayağı olanlarla her gün, koyun koyuna, yaşayan bu insanlar aşkı ve ayrılığı anlatan bu şarkıda adeta bambaşka bir kimliğe bürünüyorlar. o hoyrat, o kaba avuçlarını açarak yavaş yavaş el sallıyorlar, müslüm'e. kimisi yerdeki bir kâğıdı tutuşturuyor, kimisi çakmağını yakıyor. aşkları, isyanları kadar büyük, onu kanıtlamaya çalışıyorlar. benim dünyamdaki insanlar müslüm'ü ve onu sevenleri bir çamur olarak görürler. nerde okumuştum, bilmiyorum: “çamurun dibi parlaktır,” diyordu. “pis olan yüzeyi geçtikten sonra, dibe inildikçe parlak bir ışık bekler sizi.” haliç'e her gün dalan dalgıç kadir de söylemişti aynı şeyi: “haliç'in sen pisliğine bakma, dibi parlaktır,” demişti bir gün. çamur saydığımız dünyadaki insanların, aşklarına, duygularına inebildik mi, hissedebildik mi bir kez olsun?…

bir ara ses düzeni bozuluyor. müslüm'ün en can yakan parçası, “dokunma” yarım kalıyor. ve on binlerce kişi ülkemizin en dramatik ve en anlaşılması güç sloganını atıyor: “burası türkiye! israil değil!”

bugüne dek bu slogan kadar güvenlik görevlilerini telaşlandıran, onların elini kolunu bağlayan bir başka slogan görmedim! biraz sonra ses düzeni onarılıyor. müslüm bu işe, “teknik bir olay,” diyor. kaldığı yerden devam ediyor. sıra gecenin en görkemli şarkısına geliyor: “isyanlardayım.” ece ayhan'ın orta ikiden ayrılan ve sabahları en erken uyandırılan çocukları, bu şarkının sözlerini ezbere biliyorlar. üstlerini çıkarmışlar, kan ter içinde ve yumruklarını sahneye sallayarak isyanlarını haykırıyorlar. yanımdaki çocuk, arkadaşına, “herkes haplanmış,” diyor, “ayık adam yok!..”

evet. müslum gürses'e tapan çocuklar; çağlayan'ın, kâğıthane'nin, yedikule'nin, güngören'in, zeytinburnu'nun, gültepe'nin, kanarya'nın, topkapı'nın umutsuz, itilmiş, gariban çocukları. kentli sosyologlar, “kara kalabalıklar,” diye tanımlıyor onları. eğitim sistemi ve mülkiyet ilişkileri her geçen gün bataklığın en dibine itiyor onları. yakında müslüm'ün o kırık ve kirli sesi bile, yetmeyecek onların öfkesini kanatıp yumuşatmaya. geçen gün ne diyordu, çetin altan, köşesinde: “kapitalizm beceriksizi, derhal, saf dışı eder!” bunu siz şöyle de tercüme edebilirsiniz: kapitalizm, eğitimsizi, taşralı göçmeni, okumamışı, başarısızı, derhal saf dışı eder ve etmelidir de! “ne yapalım, zalimin kapitalizmi varsa, bizim de şimdilik müslüm babamız var!

âlem buysa, isyanlardayız!…

müslüm'ün isyankâr çocuklarıyla beraber terk ediyorum gülhane'yi. yollarda bile, “müslüm baba!” diye bağırmayı sürdürüyorlar. öfkeleri dinmemiş hâlâ. kendilerini, arabaların, otobüslerin önüne atıyorlar. kaosu ve şiddet gösterisini seviyorlar. yarın hepsi atölyelerinde, zemin katlardaki iş odalarında yapayalnız ve çaresiz kalacaklar, bunu çok iyi biliyorlar. ellerine geçen bu fırsatın tadını çıkarmak istiyorlar. bana gelince, onları ne kadar anlamaya çalışırsam çalışayım, beni şüpheyle süzüyorlar. ben onlardan biri değilim, bunu hemen anlıyorlar. yerlilerin arasında bir ajanım ben, onların gözünde! benim bulunduğum semte, hiçbiri gelmiyor. trenlerine, otobüslerine binip gecekondularına gidiyorlar.

ben, kendi semtimde barıma geliyorum. arkadaşlarım, “nereden böyle?” diye sorduklarında, “müslüm'ün konserinden!” diyorum, “çok güzeldi!” onlar da bu defa bana uzak ve yadırgayıcı bakışlarla bakıyorlar. bir gülhane akşamında kendimi hiçbir yere sığdıramıyorum. kimsenin kimseyi anlamak için çaba harcamadığı bu ülkede, köpekler gibi yalnız olduğumu hissediyorum. benim, bir müslüm babam bile yok!…