bir delinin günlüğü

adreanna
merhaba…adımı unuttum, bana tanya deyiniz… kendimden bahsetmek istiyorum size. küçük bir hikayem var benim, en çok da reçel kavanozlarının arasında geçen.

reçel yapmak mutlu ediyor beni. çilek, vişne, portakal, incir… her mevsim başka reçeller yapıyorum ve reçel yaparken ya radyo dinliyorum, ya da kendim şarkılar mırıldanıyorum.

sabahları erkenden uyanırım. kahvaltıda ekmek,peynir ve zeytin olur yalnızca; bir de pazar günleri bunlara ek olarak yumurta. hazırladığım reçellerin tadına bakmak yetiyor bana. allı morlu bir sepetim var, onu da kendim yaptım. kahvaltım bittikten sonra, sepetime ekmek dilimleri ve küçücük bir kaç kavanoz reçel koyup, sanırım evime yüz iki metre kırk üç santimetre uzaklıktaki parka gidiyorum. ben dört haneli sayıları bir kaç saniye içinde çarpabiliyorum ama reçel yapmak daha zevkli bir şey benim için.

parktaki banklara bir kez olsun oturmadım hiç. parkta çok sevdiğim bir ıhlamur ağacı var, onun yanı başına oturuyorum. sözcüklere pek gereksinim duymuyoruz; suskunluğumuzu dinlemek ona da iyi geliyor, bana da. birbirimizi dinlerken, bir yandan ekmek dilimlerine reçel sürüyorum usul usul. sonra, ıhlamur ağacından izin isteyip kalkıyorum ve parkta kim varsa, çocuklara, yetişkinlere, dilencilere ve zabıtalara reçelli ekmek ikram ediyorum. çocuklar ve dilenciler çok seviyor reçellerimi. demek isterdim ama yalnızca dilenciler kabul ediyor ikramımı…bir çok kez azar işittim, horlandım, kovuldum o parkta. oysa ben çok özeniyorum reçel yaparken…evime, sanırım, dört yüz üç metre seksen iki santimetre ileride bir market var; ev yapımı reçeller de satıyor ve o marketteki tüm reçeller bana ait… hiç bir ücret kabul etmiyorum, “mümkünse parasız verin” diyorum market sahibine; ama parasız verirse kimsenin almayacağını söylüyor. kaç kez şahit oldum; parkta reçel ikram ettiğimde beni tersleyip, birbirlerini, “bu kadın delidir, reçel almayın bundan, az ilerde market var, hem diğer yerlerden daha ucuz sattığı reçeller, hem de daha leziz!” diye uyardıklarını…

bir gün, bir çocuk gelmişti parkta yanıma. ihlamur ağacıyla susuyorduk karşılıklı; ben reçel sürüyordum ekmek dilimlerine yine. hiç bir şey demedi çocuk; reçelli ekmek ikram ettim, gülümsedi, kabul etti ve yedi bir güzel…bir dilim daha ikram ettim, onu da yedi canım benim… başladı bana yardım etmeye; o da reçeller sürdü ekmek dilimlerine. “sence benim boyum kaç abla?” dedi. “kalk da tahmin edeyim” dedim. “ama gördün beni ayaktayken; karşıdan yanına geliyordum, gördün beni” dedi. “görmedim, baktım yalnızca” dedim. “bugün zorla boyumu ölçtürdüm bir eczanede, üstüm başım pis diye boyumu ölçmek istemedi kalfa” dedi. “ama öğrendim boyumu, hadi tahmin et” dedi.şöyle bir süzdüm körpecik bedenini, “bir metre yirmi altı santimetre, ama eğer ayakkabısız ölçüldüysen bir metre yirmi dört santimetre” dedim. “ayakkabımla ölçüldüm ve tahminin doğru!” dedi. kalkmama izin vermedi; sepetimi aldı ve parktakilere kendisi ikram etti reçelli ekmekleri. o gün ikimiz bir kovulduk parktan! beraber markete doğru yürümeye başladık. “üzülme, emeğimiz boşa gitmeyecek” dedim. sepetteki reçel kavanozlarını markete bıraktık ve çocuğa, “canın ne istiyorsa alabilirsin ” dedim. market sahibi yüzüme baktı, onayladı beni gözleriyle. çocuk, marketin içinde dolandı, en çok çikolataların önünde durdu ve yalnızca bir çikolata aldı, o da en ucuzundan…”tamam abla, yeter bu kadar” dedi…ayrıldık marketten; sanırım yedi yüz doksan metre kadar yürüdük ve “abla, kaç pantolon var sence üzerimde?” diye sordu. “üç” dedim…”niye böyle biliyor musun?” dedi. “evet…” dedim. “benim en büyük hayalim ne,bunu da biliyor musun?” dedi… sustum… “abla, beni kimse becermesin artık!” dedi…sarıldım ona, sımsıkı sarıldım. bir daha görmedim o çocuğu; o da beni görmemiştir diye düşünüyorum.
ontolojik sancilarimin merhemi
elleri çok güzeldi. Gözleri de. sonra sesi, söyledikleri, tezcanlılığı, tuhaflıkları, aksiliği, tutkuları. tutku dolu oluşu. ya şimdi ? hepsi uzak. hepsi sakin ve tuhaf. gökyüzünde zarif. ama çok uzak. gerçekdışı. her yer sessiz..ç sessiz benle uyumlu. ben, belli belirsiz ve yine gerçekdışı. inanılmaz derecede saf ama heyecan verici. dur! sessizliğin içinde bir şey şekillendi bak. hadi risk al! fırçayı tuvale vur. fırça indi mor tuvalin üstüne. beyazlar titredi ve uzunca bir iz bıraktı. gözlerin renklerin üzerinde dolaştı. zihnine bir düğüm attım. hayalin düğümden atladı. tuval ikiye bölündü. bir yanı uzağa çekildi. öteki yanı durdu. inatla sımsıkı tutundu.. içini yansıtan bir yüze dönüştü. şefkat bulma arzusundan sıkılmış. başka bir bölgeye çekilmiş, taviz vermez bir havayla oraya yerleşmiş gibi. ani bir şey oldu! yüz, durduğu yerden utandı. olağanüstü bir yüzdü. kapıyı çarparak kapattı..
ontolojik sancilarimin merhemi
Gün, sanki aşağı doğru boşalıyor. bedenimin duvarlarından aşağı boşalan sonra  bir araya toplanan kan gibi. geçip gidemiyorum. bu anlaşılmaz engeli aşamıyorum. günler geçiyor.günden güne her şey yumuşaklığını yitiriyor. bedenim, mum kadar yumuşak. sonra yüzüm yok gibi. hayal gücüyle süslenmiş kaskatı sözcükler dışında hiçbir şeyim yok gibi. ruhumdaki göletler kabarıyor. sonra usulca sessizliğe gömülüyor. karanlık bir gökyüzünde dansını sürdüren kasvetli gri bulutların ardında tüm ihtimamı ile ışığını yansıtmak ve çekimi göstermek isteyen uğursuz bir dolunayın etkisi sarmıştı, ruhumun tüm dünyasını. bir bekleyiş içinde eriyip gitmekten korkuyorum. bir ateş yakmak istiyorum içimde. umudun ateşini. ısıtmak istiyorum onla içimdeki hisleri, aydınlatmak istiyorum onla karanlık köşeleri, yakmak istiyorum onla üzüntülerimi ve öfkemi. bir halat yapıp yukarı fırlattığım sözcüklerime tutunmak istiyorum sonra. içinde bulunduğum mağaradan çıkmak ve beni selamlayan gök yüzüne dokunmak için. kırıyorum beni kabzetmiş tüm engelleri, dokunuyorum hayaller ile süslü gökyüzüne. kızıl ve mor arası güneşin ufuktan doğuşuna bakıyorum. önümde mavi, yeşil bir deniz. beyaz köpüklerinden gelen mutluluk kokusunu alıyorum. bir yelkenli yapıyorum kelimelerimden. gövdesi, direkleri hep kelimelerim. rengarenk yelkenler ise neşem ve coşkum. açılıyorum uçsuz bucaksız görünen denize. başlıyor küçük maceram. kanatlı balıklar, dalgıç kuşlar yoldaşlarım. beraber süzülüyoruz, geleceğe. bir ada yükseliyor, kristal. üzerinde un gibi yumuşak mor toprağı. ağaçlar ve otlar her biri ayrı güzel. her biri umutlarımın bir abidesi. bir geliyor karşıdan, tanıdık bir yüz. hafızamdaki tatlı yankıların sahibi. kalbimin atışlarını duyabiliyorum, adımlarımla senkronize. gülümsüyoruz, birbirimize. tutuyorum sıcacık ellerini. sessizce yürüyoruz kumsalda, ruhlarımız birbirine kenetli..
ontolojik sancilarimin merhemi
kalp..
hangisi neşe hangisi keder?
ya civa gibi düşürdüğün parlak gözyaşı?
benden geçmiş gözyaşlarının sayısız topluluğu
sahibinin peşinden giden damlalar?
üst üstte binmiş bulutlar
mutluluk ve mutluluğa duyulan açlık
dipte büyüyen kara otlar
bütün bu masallar
salonda dolaşan başıboş gözler..
gözlerinin arkasında kapanan, kırmızı, siyah ve mor renkler..
üzerime sinen parfüm kokusu
tenimin bu değişken bu duyarlı kılığı
sis perdesi gibi hareket eden içi boş hayaller
iğne gibi batan duygular
hissedilmeyen suretler
gizemi azaltılmış hayat
itişip kakışan kader
demeden duramayan dil
sınırsız merak
kaybedilmiş kimlik duygusu
kayıtsızlığın uğultusu
içimin homurtusu
zamansız gelen uyku
göz kapandı an geçti..
ropte
30 liradır.

bizim burada bi deli hilmi vardı. inşaatta günlüğü 30 liraya çalışırdı. hayır bir de hem çalışır hem de üzerine parayı da o verirdi. deli işte!