bir yazı

ontolojik sancilarimin merhemi
kafamın içinde bilmediğim fotoğrafların izlerini arıyorum. damla damla, şıp şıp akarak ilerleriyorum beynimin henüz bilmediğim kıvrımlarının rengi içinde..

içime bakmaktan daha acıtıcı ne var diye düşünüyorum. ellerimi görüyorum, beynimin kırışıklıklarını açmaya çalışıyorlar. düşümdeki papatyaları buluyor ellerim. hangi bahçe ki orası ? insan bazen merakından yürüyor, çiçeklerle bezenmiş bahçeyi. aşkın yolunda yürür gibi , sırf denemek için çarptırıyor kalbini avuçlarında.. ve biliyorum diyor ; aşk nereye kadar, ne kadar doruğa tırmanmıştır ki, bir taş gibi yuvarlanmıştır en fazla kafa göz, gövde yara yara...


hem aşk dediğin hep aşık olana göre değil midir ki ? karnının içinde bir bebek büyüttüğün duygusunu yaşatacak denli kim sevmiştir ki birini ? kim böyle bir hazla beklemiştir aşkını, aslında olmayan bebeğini ?


karnından utanan ve saklamaya çalışan ne çok insan var.. bir keresinde karnına bıçak sokarak sanki bir balonmuşçasına söndürmeye çalışan birini görmüştüm... karnının içindeki boşluğu, orada ne olduğunu merak mı ediyordu ? yoksa içindeki olmayınca ruhunun kanatlarının uçabileceğini mi düşünüyordu ?
ontolojik sancilarimin merhemi
alnını kuşatan çizgiler var çapraşık öpüşler altında, siperlere koşuyorlar. konuşuyorlar benimle geç kalmışım sana, böyle söylüyorlar. keza, aldırışım azalealara. iyi bak, onlar senin çizgilerini taşıyorlar. yaşını söylediğimde kız bana, ölümden bahsettiğimde etimi sık. asık suratlı kadife çiçeklerim olsun koynunda; lütfeyle, güldür onları hiç gülmediğimi söyle bana sonra, bizi çiçeklerinden ayırma.. okurken bu cümleleri, yazanın adını anma derim.. hem en çok da onu unutmak gerekmez mi? eğer acıysa hislerin, tatlı anıların arasında kaybolmak isterim.. izlerim, deniz feneridir bir yüzüm; bir yüzüm gemi direği. sularımda ebedi izlerin.. azgın bir okyanussam şayet, dalgalarımdan vazgeçmeyi; yüzünü seyre dalacağın, uslu bir göle dönüşmeyi dilerim. bana dansın bitmesin; yüzünü zarafetle beynime yazan şu saatler, zamanın gürzünü yüzlerimize indirmesin. öldürmesin dünyanın ayıbını hiçbir şair! saçlarımın kamçısı bende şimdi, işte, her şey kara dair. çırılçıplak dünya.. tutkular zayıf, arzular dantel. bilmem, siyahı nasıl yaşatmalı; bunca sevabın ortasında, bilemedim, nasıl gizlemeli, bembeyaz seni?
ontolojik sancilarimin merhemi
yalnız kaldığında bir köşede sessizliğinin derinliğine gömülüyordu. gün boyu yüzündeki tebessüm silinip yerini çaresiz bakışlara bırakıyordu. görünen dünyada istedikleri oluyordu da içindeki eksikliği kimse göremiyordu. başka dünyalar vardı içinde inşa etmek istediği. temelini küçücük kalbine oturmak istediği, duygularla özellikle de sevgi ile inşa etmek istediği. yalnızdı.. planlarını çizdiği zemin hep kırılıyordu. elinden tutan yoktu. düşüyordu. daha derine.. çekilip giderken bile umudu vardı içinde. kırgın bir ruhun kendi dünyasının içinde kırılma döngüsüydü yaşanan..
icgqhs
her devrin en güzel yazısıydı ve her devir bunu bilerek yaşasaydı keşke...

"...yalnızca bir günah vardır, tek bir günah. o da hırsızlıktır. onun dışındaki bütün günahlar, hırsızlığın bir çeşitlemesidir..."
...
bir insanı öldürdüğün zaman, bir yaşamı çalmış olursun. karısının elinden bir kocayı, çocuklarından bir babayı almış olursun. yalan söylediğinde, birinin gerçeğe ulaşma hakkını çalarsın. hile yaptığın, birini aldattığın zaman doğruluğu, haklılığı çalmış olursun. anlıyor musun?"

uçurtma avcısı.
icgqhs
her geçen gün önceki günü, biraz zaman geçince çocukluğunu geri isteyeceksin.
bu senin ne kadar kötü bir dünyada yaşadığını anlamana yetecek.
bir kaç zaman sonra sorgulamaktan yorulup rutine bağlayacaksın
sen de mitamoni hastalığına yakalanacaksın evlat.
yalnız kendini kandıracaksın ama.
kana kana yaşayıp, inanarak öleceksin..
ve her adımın ölümüne atılan bir kürek kum edasında olacak. herkes küreği kapışacak, çaresiz uzanacaksın sen..
hadi son kez itiraf et mutlu olduğunu ve hayatın güzel olduğunu...
ontolojik sancilarimin merhemi
Ardında yürünmemiş yollar bırakmaya karar verdiğin o anda, doğup büyüdüğü köy ateşe verilip yağmalanmışken o köye at üstünde, gökyüzü gibi bir yorgunluğun altında giren caesar gibi hisset. en büyük ihaneti kendi köyüne karşı edecek, en büyük yalanları kendi köyüne söyleyeceksin -ona ne şüphe! heyhat, kibirlenecekler yine de en büyük ihanetleri görmüş, en büyük yalanları duymuş olmakla. (...) köyünü ardında bırakıp açgözlü seferlere çıktığında ardında bir bulutun veya bir gölün muğlak bekleyişiyle bekleyen bir köy olacak. kişiliğinin birleştirici gücünü orada gömmüş olacak, sık sık gömünün yerini hatırlamayı ertelemeye zorlanacaksın. (...) bağların güçlendiğinde zayıfladığını öğrenmen seni bağlarını zayıflatmaya itecek. senin için özenle kazılmış bu kuyuya düşmemen dileğiyle.
ontolojik sancilarimin merhemi
yalnız başına bir şarkının ucundan tutmak ne kolay, bir ucu sonsuzda. yalnız başına bir aşkın ucundan tutmak da bir o kadar zor, sana uzak kalan diğer bir uçta.

olmaz mı der tellalları kaderin? soluğum soluğun, dudaklarım minderin. derin derin solu bana, solu beni kendimden. cehennemin uşaklarına selamımı söyle; giderken kanatlarımı yak da götür onlara. olmaz desinler. bayılırım zeval edilmemiş elçileri konuşturmaya. sonra da susarım. daha iyi solu beni. solu havandan vazgeç, edepsiz sevişim benim.
ihtiras limani
başlangıçta onlar ve sen vardın, onlar ve ben vardım. diğer herkesten azade olarak dokunulmayan ve fark edilmeyen iç dünyalarında yüzüyordun. tıpkı benim gibi. yalnızdın ve hissedilmemek soğukluğu içinde, sakin bir denizde kendini temaşa ediyordun. tıpkı benim gibi.

sonra yıldızların ölüm gibi birbirine uzak olduğu kainatta çarpışan ve birbirini yutan iki yıldız misali iç dünyalarımız çarpıştı seninle. denizler karıştı, benim göklerimden senin göklerine esti rüzgarlar.

son halde biz şimdi yıldızların birbirine ölüm gibi uzak olduğu bir kainatta tek bir yalnızlık içinde birleşmiş olduk. soğukluk yerini bir başka ateşe bıraktı.

artık olan ikimizin yalnızlığı, ikimiz ne kadar tek isek başka herşey o kadar uzak gibi. sanki uzaklar aynı mesafede uzak gibi ikimize de. bu aynı nokta üzerinde duruyor olmamız sebebiyle olabilir mi? sence bu yüzden midir başım saçlarının boynunun sıcaklığından ikliminden ruhum ruhunun omuzlarına dayanmış ve kenetlemiş ellerini ellerime, öylece kalsın istemem?
Biz kalabalığız seninle.
icgqhs
ilk başlarda mevcut olan ve 2 yıldan uzun bir süredir mevcut olan 2 şey vardı, birincisi onun ne kadar naif ve keskin olduğu ikicisi ise benim şaşkınlığım...

zaman geçerken umut ya da diğer kavramların tamamen unutmuş bir halde sadece seyrediyordum onu. onu seyretmek müthiş bir şarkının notları ile sözlerinin uyumunun ötesinde bir şey.
bir albüm çıkarken bütün şarkılarını beğenmeniz bile buna eş değer değil yanından geçmez.
seyretmek...
bazen tepki vermek adına canhıraş bir halde yelteniyorken buluyordum kendimi...
ki kendimi bulduğum çok az zamanlardan biriydi o anlar.

kalbim demesem bayım, ruhum desem, hücrelerim desem? evet, burada bir kelebek değil, bir deprem olurken ona neyi, nasıl anlatmaya cüret edebilirdim ki. ki gerçekten bunu ne anlatabilirdi ki?
hangi satır, hangi bakış ya da bir telefonun tuş yada mikrofonu ha...

zaman geçince kendimi şımartmak yada bulmak adına ya da "ulan dün bitti, yarın yok be oğlum"
dedikten sonra başlayan sürecin bana getirisi tabiat aşkı ya da evrene olan saygı.
çünkü bayım, size eğer hayatınızın tam ortasına gelmiş ya da size göre sonu olduğuna emin olduğunuz bir dönemde yepyeni bir renkten bihaber yaşarken o notaları duyduğunuzu ve en sevdiğiniz filmin final sahnesinin hiç olmadığını ya da çıkmaz diye girdiğiniz yolun istediğiniz yere çıkması ya da ölümden sonraki hayatın garantisi?
fark ettiniz mi? birden fazla şey ilk ve evren size hediye sundu diye...
bense koparılmış bir papatya.


devam edecek...
ihtiras limani
başımın üstüne çökmüştü bütün ağırlığıyla yaşamak. bütün ağrılarıyla. gemimin bütün yamaları patladı tek tek, bütün kırıklarından su almaya başladı. sarıldım paltoma daha sıkı, kafası kendine gömülü dolaştım. anlamamıştım, bir insanı sevmenin anlamı nasıl olur da yaşamın çatısı olur, yaşamı üzerime yıkılmaktan alıkoyar anlamamıştım. serseri bir köpek gibi sokaklarda olmak da ihtimaldi artık ayakta ölen bir ağaç gibi kurumak da. tek ihtimali olmayan dal budak salmaktı, gölge olmaktı. artık ne tenimin ne ruhumun hiçbir sevişme ihtimali yoktu. plastikten ellerle ve kendi kabuğunda bir kalple hiçbir ölümlüye dokunamazdım. bir kez ölümsüz olanla güneşi batırıp ayın ışığında tek olup sabahı selamlamıştım. lanetimle lütfum aynıydı. ölü olmamın ya da ölüyor olmamın yüzündeki maske düşmüştü. uyanmak istiyorum dediğim bir kabustu. uyanmak istiyorum. her şey bir kabus olsundu.

ihtiras limani
Beraber geçirdiğimiz kışlar geliyor aklıma. Kar yağıyordu böyle ama ben hiç üşümüyordum. Kaç kış hiç üşüdüğümü hatırlamıyorum. Sesini duyma hevesi dışında beni yağan kardan alıkoyan bir şey olmadı aslında. Geceleri, uzun geceleri sevdim çünkü tıpkı böyle bir gece gibi diz dize yudumlamıştık mutluluğu.
Bugüne kadar yokluğuyla sınandığım insanlar arasında kimse olamadı sen gibi. Uzaklaşırdın, susardın, vurur kapıyı çıkardın dert değildi. Sen benimdin. İç denizlerime aittin ve istediğin yere yelken açabilirdin yine içimde. Geçmişimde senden yana açılmış sayfalar ayrıca parıldardı. Utanırdım öncemden sonramdan.
ihtiras limani
Bazı sabahlar oluyor ki hayatın hiçbir yüzüne tutunamadığımı hissediyorum. Biraz zaman evvel beni dertleri, hırsları, çileleri ile saran veya bütünleştiren şeylerin soğuk, pürüssüz ve uzantısızca öylece duruşu gibi bir şey oluyor. Soğuk yüzeylerine gitmiyor ellerim. Hiçbir şey içimde yeterince dertleşemiyor, henüz başlamış gün gibi, hissedilmez bir halde, dev bir boşluğu açmak istercesine biraz uzakta duruyorlar.

Böyle sabahları dolduran, bir özlem duygusunun yoğun fikir akışı, hatıra akışı, his akışı oluyor.yoksun ve yokluğunu fırsat biliyor sana dair her şey. Bu garip bir yokluk, uzak zamanlarımızda bazen öfkenle, ayrılığınla, hüznünle doluyum. Sen bir ruh gibi hemen yanımdasın ve sanki yaptığım her şey ve düşündüğüm, hissettiğim, aynı anda senin dünyalarında aksediyor. Beni duyduğuna dair garip bir hisle doluyorum.
Böyle sabahlarda seni bu dünyadan koparıp ait olduğun dünyada uykulara almışlar gibi hissediyorum seni. Beni duyamazsın, hissedemezsin gibi. Tecritsin gibi her şeyden. Sana ait bir iz bulamam, arayamam bile seni bulamayacağımı bildiğimden. Bu anlarda seni bulmak seninle olmak bana kalmış bir şey değil. Sana dair yokluğun, senin yokluğunun, asıl yokluğa en benzeyen hali bu zamanlar. Ve gecelerin, uzun yalnız gecelerin, benim içinde olmadığım ve sana ait bir dünya olan uzun ve yalnız gecelerinden sonra, ben tüm bu zamanlarını düşünüp, yokluğu hatırlatan yalnız sabahlara uyanıyorum. Sabahlarım uzuyor, ve zorlaşıyor. Belki de bu sebeple en çok sabahları zorlanıyorum. Ve sana ait, geceden kalan tutunacak bir şey olmadan, senin yaşayıp kapattığın geceden sonra, bu sakin, bu soğuk sabahla baş başa oturuyorum.

Bir yüzün var kara kara güller gibi gözlerinde yıldızlar deniz fenerleri ve dudakların kırmızı hayat dolu halleriyle hayat döker gibidir.saçlarına değen rüzgar kıymetlidir. Her şeyin matlığı ve zorluğu arasında senden gelen sevgiye dair olan o sıcaklık, o bana doğru parıldayış, her bir cümlende kurulu olan sanki bir beşere ait değilmişcesine ya da bir insanın cümleleri başka alemlerden tatlar giyinmişçesine içime bıraktığı his.. sözlerine her değdiğimde neyle ilgili olursa olsun, sanki kalbimin ve ruhumun susuz kaldığı şeyi yudumlar gibi hissediyorum.

Doyamıyorum bu sebeple. Bu sebeple mesele ne olursa olsun, uzatıyor, dinliyor, konuşuyorum. Kendi sözlerimi senin sözlerinin devamını getiren şeylerse eğer sevebiliyorum ancak. Sana benden yayılanlara yüzün dönüyor, gülüyor ve ısınıyorsa eğer sana doğru yayılmak içimdeki kuvveti en fazla vermek istediğim şey haline geliyor. Gerçekleri, gizleri, engelleri, eksikleri, korkuları susturuyor ya da kabulleniyorum. Kabulleniyorum, bir şeyler her nasıl olursa yolunu bulacak. Ben yalnızca içimdeki sesin akışını dinliyorum.


Yan yana oturuyoruz kısa anlarda. Bir gemi geçiyor izliyoruz. Bir hikaye canlanıyor aklımızda. Gemide yazılan mektupları düşünüyoruz. Limanı, göğü, denizi ve insanı. Enginlere açılamasak da, enginleri ve aşk hikayelerini konuşup yaşanamayan her neyse görüyoruz. Bize ait olmayan ama çağrıştıran Yaşananları ve yaşanamayanları konuşarak susuyoruz. Ellerim tutamıyor ellerini, ama benim içimde, aralarındaki cam engelin iki yüzüne ellerimizi koymuş, değemesek de birbirine uzanışını görmek ister gibiyiz. Ben böyle düşlüyorum, sende bunu çok görmezsin elbet. Ve elbet, kucağında kalakalmış ellerine, saygım, kalbine olan sevgimin hayranlığımın uyandırdığı kıyamamak ve dokunamamak hissi gibidir.

turuncu gemi
dna ne kadar güzel bir şeydir yahu. adı üstünde bir sarmal, anatomimizin olmazsa olmaz bir yapı taşı. mikroskopta hayranlıkla incelediğim olur bazen bu mucizevi sarmalı.

bu yapı taşı gerçekten de hayata çok benzer. yaşamda insanlığın bir kenetlenmesi değil midir? veya en azından idealar dünyasında öyle olmalıdır. hayır yahu o kadar zor değil. tamam platon idealar dünyasında bize bu dünyada mümkün olamayacak üstün bir yaşam biçiminden bahsediyor. hayır mümkün olamayacak bir yaşam biçimi de değil gayet mümkün yaşam formudur platon'un anlattığı, ama işte lanetlenmiş her şeyi yenmesi kendisini yenememesi yüzünden olanaksızlıkların güzellikleri veyahut her şeyin böyle ıskalanması. hayır insan lanetlenmemiştir, insan kendi lanetini kendisi yaratmıştır. yaşamı, insanlıkla ve insanlarla sımsıkı ve bir o kadar da özgür, esnek bir sarmal yapabilecekken her haltı biçimsiz, zevksiz bir kısır döngüye dönüştürerek yaratmıştır belki de bu laneti. belki de bu söylediğim sadece lanetin küçük bir soğan başıdır.

demeter'i düşünüyorum bazen, eyy, güzel saçlı kraliçe, güzel örgülü demeter.
öyküsü herkesçe malumdur. yeraltı tanrısı hades, tabiat tanrıçasının kızı persephone'yi büyülü bir içkiyle sarhoş edip ölüler ülkesine götürür. bu belki de bencil, kirli erkekliğin tabiata karşı ilk sinsi oyununu sembolize eder.
diğer erkek tanrılar pek önemsemezler önce bu büyük suçu. ama demeter kahrından bir daha insana şefaat etmez. ölür, gider kırılır insanlık. bu aynı zamanda kadının erkek tanrılara karşı büyük bir devrimci çığlığıdır. en sonunda baş tanrı zeus araya girer ve işin ortasını bulur. persephone yılın altı ayı annesinin yanında, diğer altı ay ise ölüler ülkesinde kalacaktır. bir bakıma demeter anlaşmadan zararlı çıkmıştır. kirli erkeklik, hegemon erkeklik tarafından ödüllendirilmiştir. tabiat dediğin her altı ayda bir çocuğunun ölümünü görmek zorunda kalan bir annenin acılar bütünlüğüdür. açmaz bir kısır döngüsüdür.

ama işte insan hiç bir kısır döngüye mahkum değildir özünde. çünkü insan tanrılardan bile güçlüdür. yaşamı bir sarmal halinde özüne uygun büyütüp güzelleştirebilir. ahh bir de şu öğrenilmiş çaresizliğinin yozlaşmış cehaleti olmasa.