confessions

cisi gelen sanat tarihcisi

1. nesil Jurnalci - Buraları sevdi

  1. toplam entry 278
  2. takipçi 17
  3. puan 9705

in hoc signo vinces

cisi gelen sanat tarihcisi
Konstantin, savaşa giderken rüyasında kocaman bir haç görür ve bu sözü duyar.

latince, "bu işaretle fethet" anlamına gelir. sonrasında konstantin reyizimiz ordusunu haç ile donatır ve savaşı kazanınca da hristiyan olur.

bugünün avrupasının hristiyan olma nedenlerinden birisidir.

zengin sözlük yazarlarının hikayeleri

cisi gelen sanat tarihcisi
İsmi Mert olan, kısa boylu ve cılız bir adam var, yaşı 24. Hayatı kitap okumak, bir şeyler izlemek ve tek başına güneşin batışını izlemek ile geçiyor. Hadımköy'de yaşıyor.
Sanat Tarihi öğrencisi olan bu arkadaşımız, bir gün bir kafeye gidiyor. Elinde uzun zamandır bitirmeye çalıştığı bir kitap var: Hannibal Doğuyor kitabın ismi.
Sayfalarını çeviriyor, her sayfasında biraz daha sıkılıyor kitaptan Mert. Derken, yan masadan 40'larının başında olan ama atletik gözüken, uzun boylu, doğal sarışın bir kadın gelip masasına oturuyor.
"Merhaba, umarım rahatsız etmiyorum..." diyor, Mert'e.
"Elbette etmiyorsunuz." diye cevap veriyor Mert, bir an önce kalkıp gitse keşke şu kadın diye düşünüyor.
"Uzun zaman önce okumuştum, çok kötü bir son ile bitiyor..." diyor sarışın kadın, Mert'e. "Dövmeleriniz, neden Artemis? Troya savaşında bizim tarafımızda olduğu için mi?" diye soruyor.
Bizim taraf. Mert, kadının Antik Yunan karşıtı olduğunu anlıyor. Doğunun tarafını seçtiğini biliyor artık.
"Evet." diye cevap veriyor kısık sesle.
Ve sonrası mı? Hararetli bir konuşma başlıyor. Korku filmleri, cinayet romanları, efsaneler.
Kadın, Mert'in yanında tam üç saattir oturuyor. Artık kalkma zamanı geldiğini anlıyorlar, kalkıyorlar.
"Hala isminizi söylemediniz..." diye sitem ediyor Mert, kadına.
"Semiha..." diyor kadın. "İsmim Semiha."
Gülümsüyor Mert. "Tekrar görüşmek ister misiz?" diye soruyor, çekinerek.
"Lütfen, çok isterim." diyor kadın. Çarşamba günü, saat 1'de, aynı Kafe'de.
Kadın uzunca bir düşünüyor, ve tekrar konuşmaya başlıyor.
"Ben, ben telefon numaramı da vermek isterdim ama telefon kullanmıyorum. Elektronik hiçbir şeyi kullanmıyorum." diyor kadın. "Saat bile." Sonra, uzatmadan "Her neyse, çarşamba görüşeceğiz nasılsa." diyor, gidiyor.
Çarşamba günü Mert saat 11 gibi uyanıyor. Gözlerini kırpıştırarak lavaboya gidiyor, yüzünü yıkıyor. Saat 1 olana kadar üzerini giyinip elinde kalan kitabını bitirip başka bir kitaba başlamak için can atıyor.
Saat 1'e on dakika varken giriyor kafeye, göz ucuyla kafedekilere bakıyor Mert.
Eveet, Semiha orada. Kırmızı çiçekleri olan beyaz bir elbise giymiş. Sarı saçlarını ensesinde toplamış. Çilleri çok belirgin halde.
Yanına yaklaşıyor Mert onun. "Lütfen, terasta oturalım, sigara içeceğim." diyor Semiha, o oturmadan.
Terasa çıkıyorlar, esen rüzgar Semiha'nın alnına değen toplanmamış birkaç saçı bir o yana bir bu yana sallıyor. "Uzun süredir bu kadar tuhaf hissetmemiştim." diyor Semiha. "Cinayetler, gizemler." diye ekliyor.
Mert, olayı merak ediyor.
"Yeşilbayır'ı biliyor musun?" diye soruyor Mert'e, kadın. "Evet..." diye cevap veriyor Mert.
"Buraya çok yakın." diyor, "Oradan gelen, ben okula giderken sınıfımda okuyan arkadaşlarım vardı."
Kadın bir iç çekip anlatmaya başlıyor. Orada, bir kilise varmış zamanında. Bu kilise yıkılmış zamanla, Semiha 7-8 yaşlarındayken orada bir ceset bulunmuş.
Yıkılan sütunlardan arda kalan kısımda başsız bir kadın cesedi varmış. Kadının kim olduğu bulunamamış.
Sonrasında, olayla ilgilenen polislerin hepsi tuhaf biçimde ölmüş.
Evet, tuhaf, kimisini elektrip çarpmış, kimisi balkondan düşmüş, kimisi arkadaşının silahının ateş alması neticesinde ölmüş.
Ama Yeşilbayır küçük yer, o yerin adı lanetliye çıkmış.

Mert, bu yeri çok merak ediyor. "Bu yer, bu yer nerede?" diye soruyor.
"Yeşilbayır merkezinin üst kısmında, Ermeni mezarlığının arkasında." diyor ona Semiha ve göz kırpıyor.
"Gitmek istersen, götürebilirim." diyor.
"Çok isterim!" diyor Mert, ama bunu söylerken bile anında pişman oluyor. Tanımadıgı bir kadın, cinayet işlendiği söylenen bir yer, dahası da saçma sapan bir yere gidecek olması.
"Tamam, 6 gibi burada ol, seni almaya geleceğim, şimdi kalkmam gerek." diyor Semiha ve Mert'e hiçbir şey söyleme imkanı vermeden kafeden ayrılıyor.

Mert eve gidiyor. Düşünceli şekilde gözlerini kapatıyor. Bu kadın da kim, neyin nesi, neden karşısına çıktı ki?
Mert gözlerini açtığında saat 6'yı 20 geçiyor. Mert evden hızla çıkıyor ve koşarak kafeye varıyor. Kafenin içerisine bile bakmadan Semiha'nın orada olduğunu anlıyor. Semiha, kafenin ön tarafındaki otoparkta, arabasının bagajının üzerine oturmuş sigara tutturarak Mert'e gülümsüyor.

Bir Peogeog 206.

"Geç kalacağını biliyordum." diyor, "Sana 1 saat ek süre tanımıştım ama erken geldin." diyor.
"Üzügünüm." diyor Mert, kararan havaya bakıyor. "Yarın gündüz vakti gitmiş olsak daha iyi olmaz mı?" diye soruyor.
"Hayır, tam vakti. Hadi, zaman kaybetmeyelim diyor." Semiha.


Mert, kararan havaya ve batmaya çabalayan güneşe bakıyor. İçi kararıyor, korkuyor. Kafasında senaryolar kuruyor.
Kadın ona orada saldırıp onu öldürmek isterse, kadının kafede sipariş ettiği yemeği yemesini aklına getiriyor. Kadın solak ve onun sol elini kırarsa onu savunmasız bırakabilir.

Kadın, Yeşilbayır'a gayet sakin ve temkinli kullanırken, "Lütfen torpidoyu açar mısın, bize bir sürprizim var." diyor.
Mert, torpidoyu açıyor, en üstte iki yaka kartı var. Üzerlerinde "Dedektif Semiha." ve "Dedektif Mert" yazılı.

Koskoca bir kahkaha patlatan Mert, bunları yaparken çok uğraşıp uğraşmadıgını soruyor.
Semiha da gülümsüyor. "Çok eğlenceliydi!" diyor.

Yaka kartını boynuna geçiriyor ikisi de, ve mezarlığı geçer geçmez, yıkık dökük bir harabe ile karşılaşıyorlar.

Arabadan iniyorlar, yıkılmış sütunlar var, ama bir üstun diğerlerinden daha uzakta duruyor. O daha sağlam ve üzerinde 3 tane kırmızı x çizilmiş. Üçü de silinmek üzere.

"Korinth!" diye haykırıyor, Mert.
"Değil." diyor, Semiha. "Kiliselerdeki süslemelerin isimleri antik yunan terminolojisinden farklıdır." diyor.

İlerliyorlar. "Burada mı başsız kadın ölü bulundu?" diye soruyor, kadına. "Evet." diyor Semiha.

"Görmek ister misin?" diye soruyor, Mert'e. Tam bu sırada bir karga, arkalarından havaya kalkıyor, uçmaya başlıyor.
"Nasıl yani?" diye soruyor Mert. Semiha gülümsüyor. "Bekle." diyor.


Semiha, arabadan geri dönerken elinde el fenerleri ve bir adet uv ışını getiriyor.
UV ışınını sütunun üstüne doğru tutuyor. Işık tutulan yerin altında kırmızı tuhaf bir leke beliriyor.
Lekeler...

"Kan." diyor, Mert.
"Öyleydi..." diye ekliyor Semiha.

Ama o anda bir şey oluyor. Onların bulundukları yere bir ışık vuruyor. Tam karşılarında, biraz uzaklarında kalan yokuştan bir araba onlara doğru geliyor.

"Mert!" diye bağırıyor kadın. "Arabaya bak! Araba siyah mı!"
Mert, "Evet." diyor. Semiha, "HEMEN ARABAYA ATLA!" diye bağırıyor.

Mert'in huysuzluğu üzerinde. "Lütfen emrivaki olmas..." ın demek üzereyken. Semihanın atla diye bağırışına şahit oluyor.

Öyle bir bağırıyor ki, Mert hemen arabaya binmezse onu geride bırakacağını biliyor.

"Bizi görmediler, bizi görmemiş olsunlar." diyor, Semiha arabayı hızla köyün içerisine sürerken.

"Bizi görmemiş olmaları çok zor, ışık ikimizi de aydınlattı." diyor.
"HAYIR! GÖRMEDİLER!" deyip ağlamaya başlıyor, Semiha.

Artık Hadımköy'e varmak üzereler. Ama o da ne, yan yoldan siyah bir araç onlara doğru geliyor, onlar gibi hızını arttırıyor, onlara çok yaklaşıyor.

Mert'in ödü kopmaya başlıyor. Semiha hızı arttırıyor, ama siyah araç daha da arttırıyor.

Ama o sırada bir şey oluyor.. Siyah araba birden duruyor. Hızla gerilerinde kalıyor.

Hadımköye vardıklarında ikisi de kan ter içinde iniyorlar kafenin önünde arabadan.

"Bana neler olduğunu anlatacaksın." diyor, Mert. "Lütfen. Oturalım, ve bir sigara yakmama izin ver." diyor kadın.

Oturuyorlar, sigara yakıyor ikisi de.

"Şimdi, bana soru sorma. Sadece dinle. Bitirdiğimde soru sorarsın." diyor.

Başlıyor anlatmaya.

Çok çok çok önceleri, cinayet olayları sonrası, Semiha 10 yaşındayken, arkadaşları Melike ve Siren ile o kilisenin olduğu yerde ailelerinden gizlice saklambaç oynamaya giderlermiş.

Bir gün, yine aynısını yapmışlar. Ama, Semiha'nın tuvaleti geldiği için koşa koşa eve dönmesi gerekmiş. Geriye döndüğünde ise, arkadaşlarından hiçbir iz yokmuş. Sadece, sütunun birinde 2 tane x işareti varmış.

1 Yıl içerisinde Semiha tam 6 kez çocuk polis tarafından soruglanmış ama arkadaşları bulunamamış.

Yıllar geçmiş, Semiha tam 30 yaşlarına varmışken tekrar kaybolma olayı olmuş. Hem de tam arkadaşlarının kayboldugu yerde. 2 çocuk kaybolmuş.

Bunları anlatırken, bir anda Mert olaya atlıyor. "O hikayeyi biliyorum. Kaybolan çocuklardan birisi, ilkokulda karşı sınıfımdaydı." diyor. "Tanrım, anlattıkların gerçek." diye ekliyor.

"Lütfen sözümü kesme." diyor, ona kadın. Devam ediyor.

Oraya gidiyor tekrar Semiha ve o sütunun orada, 4 x olduğunu görüyor. Bir gün, UV ışını ile geri geliyor ve sütundaki kanı fark ediyor.

Ara sıra oraya tekrar gidiyor, ama tam olarak tuhaf şeyler 3 yıl önce başlıyor. Bir gün oraya gittiğinde, 3 tane uzun boylu siyah giysili insanın saatlerce orada beklediğini görüyor. Bir araba gelip onları alıyor. Sonra fark ediyor ki Semiha, birileri onu izlemeye başlıyor. O da tüm elektronik aygıtlarından kurtuluyor.

3 kez daha denk geliyor bu olaya, her seferinde onları uzaktan izliyor.

"Peki ya buna beni neden bulaştırdın?" diye soruyor ona, Mert.

"Mert..." diyor, Semiha.
"Burada seni kimse sevmiyordu. Herkes tuhaf ve istemeyerek bakıyor. Kimsenin sevmediği insana güvenebilieceğimi fark ettim. Ve okuduğun polisiyeler çok kaliteliydi." diyor, Semiha, gülümsetmeye çalışıyor onu.

"Korkuyorum." diyor, Mert.
"Korkma. Yarın burada, akşam 5 gibi buluşalım, lütfen." diyor.

Mert ona veda ederken dikkatli olmasını söylüyor. Eve giderken bile izleniyor olma hissi aklındanı çıkmıyor.



Gece yarısı Mert, bir ses kaydetmek istiyor bilgisayarında, ama tuhaf bir şey oluyor. Bilgisayar, mirkofonun o anda başka bir programda aktif oldugunu bildiriyor.
Mert şaşırıyor, önemsemiyor.


Mert, kitap okurken bir şey fark ediyor. Bilgisayarının kamerasının aktif olduğu ışık yaınp sönüyor.

Mert korkmaya başlayıp bir bant yapıştırıyor.

Paranoyak olmaya başlayan Mert, ertesi günü iple çekiyor.

Mert, ertesi gün buluşma saatinde Kafeye gidiyor, beklemeye başlıyor.
Saatler geçiyor ama Semiha'dan haber yok.

Mert, bir çılgınlık yapıyor ve amcasının arabasını ödünç alıp Yeşilbayırdeki o yere gidiyor.

Gündüz vakti, hala güneş ışıkları etrafa yayılıyor.

Bir şey Mert'in çok dikkatini çekiyor. Sütunun orada artık 5 x var. Semiha'dan haber yok...

Mert korkuyor, arabaya binip hızla eve geliyor. Polise bunu anlatmaya korkuyor, daha soyadını bile bilmedigi bir kadınla bunları konuştuğunu söylemek istemiyor.

Ve yapması gereken en doğal şeyi yapıyor.
Bir Psikiyatristten randevu alıyor.


Ertesi sabah Mert, psikiyartiste paranoyak davrandığından bahsediyor. Psikiyatrist ise klasik diğerleri gibi.
Ona ilaçlar yazıp kafasından defetme peşinde.

Mert, hastaneden çıkar çıkmaz Kadıköy'ün yolunu tutuyor. Biraz gezmek istiyor. Tuhaf bir sergiye denk geliyor.

"Akıl Hastalarının Tiyatro Fotoğrafları." yazıyor, serginin ismi.

Marat'ın ölümünü konu edinen bir tiyatroyu, ilk olarak Fransızlar 1960'larda oynamışlardı, Türkler ise biraz rötarlı olarak 90'larda oynamış olsa gerek diyor.

Sergiyi gezmeye başlıyor. Ama daha ilk fotoğrafta, dizleri titriyor. Fotoğrafta, karşısında bir kadın, elinde kocaman bir bıçağı tutmuş, Marat olduğunu düşündüğü bir adama doğrultuyor.

Bunu yapan kadını Mert çok iyi tanıyor. Yüzündeki çilleri, çenesinin altındaki bene kadar.
Semiha, Charlotte rolünü üstlenmiş...

Koşarak görevliye o kadının kim olduğunu soruyor bizim Mert. Görevli ise, ilerideki bölmedeki defterde hepsinin hayat hikayesi yazdığını söylüyor.

Mert koşarak defteri açıyor, şansına ki yine ilk sayfada, karşısında kocaman Semiha'nın bir fotoğrafı duruyor.

Mert daha çok şoka uğruyor, korkuyor, ensesi karıncalaşıyor.

Semiha yazması gereken yerde, tuhaf bir isim yazıyor.

Melike Çam yazıyor.

Kadının, o zamanlar 23 yaşında olduğu yazıyor. Ve yazılar gittikçe korkunçlaşıyor. Kadının, o tiyatrodan 3 yıl sonra hücresinde intihar ettiği yazılı.

Mert, korkarak sergiden uzaklaşıyor. Tek yapmak istediği eve gitmek. Güvende hissettiği tek yere geri dönmek.

VE KİMSEYE İNANMAMAK!


Mert, Hadımköy'e tam 3 saat sonra varıyor. Evine girmek üzereyken, kapsının girişine tutturulmuş bir zarf görüyor.

Zarfın içi boş, zarfın üstünde ise "YARIN 4, AYNI KAFE, SEMİHA" yazıyor.

Gerisini henüz getiremedim düşünüyorum

la ligne noire

cisi gelen sanat tarihcisi
grange'ın türkçeye "siyah kan" olarak çevrilmiş, her şeyin bir anda oldu bittiye getirilip kitabımızda bulunan anti-kahramanın aşırı zeki ve her şeyi yapabilecek güce sahip olduğunu anlatmak adına "e ama..." diyeceğiniz şeylere yer vermiş, benim için "olmamış bu" dediğim kitabı.

okuduklarım arasında en alt sırada yer alan bir roman.
aslında, bir katil belgeseli gibi, evet güzel tarafları yok değil, katilin neden, nasıl öldürdüğü, öldürürken hangi teknikleri kullandığı gibi detayları zihnimizde canlandırıp katilin psikolojisini anlama kısmını çok iyi başarmış yazarımız grange.

lakin, yapabildiği en iyi şey bu olmuş sadece.

benim için sürükleyiciliği yok kadar az, merak ettirecek elle tutulur 1-2 şey dışında devam etmeyi sağlayan merak yok.

bir de, açıklamadığı yerler var. oraları da üstte bırakmış, kitabını tamamlamış ve gitmiş gibi sanki.

hayal kırıklığına uğramak

cisi gelen sanat tarihcisi


pinkshinyultrablast şarkısı gibi geliyor bana bu; önce şaşırıyorsun, sonra neden diye soruyorsun kendine, sonra cevap zaten açık oluyor.
ve bu konuda biraz daha farklı davranıyorsun. artık gerçekleşmemesi imkansız hayalleri kuruyorsun hayal kursan da, çünkü gerçekleşmesi olasılığı olmadığı için umutlanmıyorsun ki o hayallerin kırıklığına uğramayasın.

Ya da hiç hayal kurmuyorsun.

cemeteries of london

cisi gelen sanat tarihcisi
Benim için, Coldplay'in en güzel şarkılarından birisidir kendisi.
Viva la Vida or Death and All His Friends'in kenarda köşede kalmış, Lost! şarkısı gibi oldukça yüksek enerjisi olan bir şarkıdır.

Bestecileri ise: Christopher Anthony, John Martin, Guy Rupert Berryman, Jonathan Mark Buckland, William Champion'dir.

Şarkı sözleri:
At night they would go walking 'till the breaking of the day
The morning is for sleeping
Through the dark streets, they go searching, to see God in their own way
Save the nighttime for your weeping
Your weeping
Singing la lalalalala la la
And the night over London lay
So we rode down to the river, where the toiling ghosts spring
For their curses to be broken
We'd go underneath the arches, where the witches are in the saying
There are ghost towns in the ocean
The ocean
Singing la lalalalala la la
And the night over London lay
God is in the houses and God is in my head
And all the cemeteries in London
I see God come in my garden, but I don't know what he said
For my heart it wasn't open
Not open
Singing la lalalalala la la
And the night over London lay
Singing la lalalalala la la
There's no light over London today.

fiorabella

cisi gelen sanat tarihcisi
kendisi sözlükteki en ama en sevdiğim insan, bana yol gösteren bir abla! geçen sene onunla olan konusmalarımı okuyup "bana iyi katlanmış ablam!" dedim, ne zaman sözlüğe girsem görür görmez mutlu oluyorum istemsizce onu!

iyi ki var be, umarım var olmaya devam eder.

modern girls and old fashioned men

cisi gelen sanat tarihcisi
bir strokes ile regina spektor ablanın düeti bu harika şarkı.

şöyle ki, julian ile regina abla öyle güzel söylüyor ki bu şarkıyı, kendinizen geçiyorsunuz.

şahsen ben geçiyorum, kendisi strokes'ün reptilia single'ında yer aldı.

şarkı sözleri için:

you were...
modern girls always have to go
(right on time)
old-fashioned men always want a mistress
(you were right)
modern girls always get their way
(i was wrong)
modern men dream of what they can't say
(that's alright) right? right? right? right? right?
i don't belong (i don't belong)

why you gotta say it if you know it's something wrong?
(why're you sitting over there?)
says that he'll apologize and it won't take too long
well you don't wanna trust nobody else
(always thinking 'bout yourself)

(time)
there's a few things that are gonna have to change
(i'm your son)
everyone has the same opinion
(won't you please?)
your time is almost over
(don't be mean)
we won't get the chance to do this over
(that's alright) right? right? right? right? right?
i don't belong (i don't belong)

i don't want the imprint of your key upon my nose
(why're you sitting over there?)
you don't have to tell no one 'cause no one wants to know
that you don't have no happiness at all
(always thinking 'bout yourself)

oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
oh yes, we're falling down (oh yes, we're falling down)
so fucking help me up

always thinking 'bout yourself
(you don't love me)
always thinking 'bout yourself
(i am an animal)
always thinking 'bout yourself
(i am not practical)

was i?

yazarların zengin sözlüğe geliş hikayeleri

cisi gelen sanat tarihcisi
Instela'da boş boş takılıyordum, biliyorsunuz orada bir tim var; Eksileme timi! Merak edip iyice karıştırıyordum sözlüğü, ekşi'den daha beter bir zeka seviyesine indiğini fark ettim.

Sonra da "Ben gidiyorum, varsa bir s*ktir git alırım." dedim oradaki insanlara.
Sağ olsun, kaptonur ise bana burayı önerdi, o günden bu yana kült bir kafe gibi olduğunu düşünüyorum burasının. Kendimi kötü hissettigimde gelip yazıp okuyorum, bana nükleer sığınağı hatırlatıyor burası

zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

cisi gelen sanat tarihcisi
İsmi Mert olan, kısa boylu ve cılız bir adam var, yaşı 24. Hayatı kitap okumak, bir şeyler izlemek ve tek başına güneşin batışını izlemek ile geçiyor. Hadımköy'de yaşıyor.


Sanat Tarihi öğrencisi olan bu arkadaşımız, bir gün bir kafeye gidiyor. Elinde uzun zamandır bitirmeye çalıştığı bir kitap var: Hannibal Doğuyor kitabın ismi.

Sayfalarını çeviriyor, her sayfasında biraz daha sıkılıyor kitaptan Mert. Derken, yan masadan 40'larının başında olan ama atletik gözüken, uzun boylu, doğal sarışın bir kadın gelip masasına oturuyor.

"Merhaba, umarım rahatsız etmiyorum..." diyor, Mert'e.
"Elbette etmiyorsunuz." diye cevap veriyor Mert, bir an önce kalkıp gitse keşke şu kadın diye düşünüyor.

"Uzun zaman önce okumuştum, çok kötü bir son ile bitiyor..." diyor sarışın kadın, Mert'e. "Dövmeleriniz, neden Artemis? Troya savaşında bizim tarafımızda olduğu için mi?" diye soruyor.

Bizim taraf. Mert, kadının Antik Yunan karşıtı olduğunu anlıyor. Doğunun tarafını seçtiğini biliyor artık.
"Evet." diye cevap veriyor kısık sesle.

Ve sonrası mı? Hararetli bir konuşma başlıyor. Korku filmleri, cinayet romanları, efsaneler.

Kadın, Mert'in yanında tam üç saattir oturuyor. Artık kalkma zamanı geldiğini anlıyorlar, kalkıyorlar.
"Hala isminizi söylemediniz..." diye sitem ediyor Mert, kadına.

"Semiha..." diyor kadın. "İsmim Semiha."

Gülümsüyor Mert. "Tekrar görüşmek ister misiz?" diye soruyor, çekinerek.

"Lütfen, çok isterim." diyor kadın. Çarşamba günü, saat 1'de, aynı Kafe'de.
Kadın uzunca bir düşünüyor, ve tekrar konuşmaya başlıyor.
"Ben, ben telefon numaramı da vermek isterdim ama telefon kullanmıyorum. Elektronik hiçbir şeyi kullanmıyorum." diyor kadın. "Saat bile." Sonra, uzatmadan "Her neyse, çarşamba görüşeceğiz nasılsa." diyor, gidiyor.

Çarşamba günü Mert saat 11 gibi uyanıyor. Gözlerini kırpıştırarak lavaboya gidiyor, yüzünü yıkıyor. Saat 1 olana kadar üzerini giyinip elinde kalan kitabını bitirip başka bir kitaba başlamak için can atıyor.

Saat 1'e on dakika varken giriyor kafeye, göz ucuyla kafedekilere bakıyor Mert.

Eveet, Semiha orada. Kırmızı çiçekleri olan beyaz bir elbise giymiş. Sarı saçlarını ensesinde toplamış. Çilleri çok belirgin halde.

Yanına yaklaşıyor Mert onun. "Lütfen, terasta oturalım, sigara içeceğim." diyor Semiha, o oturmadan.

Terasa çıkıyorlar, esen rüzgar Semiha'nın alnına değen toplanmamış birkaç saçı bir o yana bir bu yana sallıyor. "Uzun süredir bu kadar tuhaf hissetmemiştim." diyor Semiha. "Cinayetler, gizemler." diye ekliyor.

Mert, olayı merak ediyor.
"Yeşilbayır'ı biliyor musun?" diye soruyor Mert'e, kadın. "Evet..." diye cevap veriyor Mert.
"Buraya çok yakın." diyor, "Oradan gelen, ben okula giderken sınıfımda okuyan arkadaşlarım vardı."

Kadın bir iç çekip anlatmaya başlıyor. Orada, bir kilise varmış zamanında. Bu kilise yıkılmış zamanla, Semiha 7-8 yaşlarındayken orada bir ceset bulunmuş.
Yıkılan sütunlardan arda kalan kısımda başsız bir kadın cesedi varmış. Kadının kim olduğu bulunamamış.
Sonrasında, olayla ilgilenen polislerin hepsi tuhaf biçimde ölmüş.
Evet, tuhaf, kimisini elektrip çarpmış, kimisi balkondan düşmüş, kimisi arkadaşının silahının ateş alması neticesinde ölmüş.

Ama Yeşilbayır küçük yer, o yerin adı lanetliye çıkmış.

Mert, bu yeri çok merak ediyor. "Bu yer, bu yer nerede?" diye soruyor.
"Yeşilbayır merkezinin üst kısmında, Ermeni mezarlığının arkasında." diyor ona Semiha ve göz kırpıyor.
"Gitmek istersen, götürebilirim." diyor.
"Çok isterim!" diyor Mert, ama bunu söylerken bile anında pişman oluyor. Tanımadıgı bir kadın, cinayet işlendiği söylenen bir yer, dahası da saçma sapan bir yere gidecek olması.

"Tamam, 6 gibi burada ol, seni almaya geleceğim, şimdi kalkmam gerek." diyor Semiha ve Mert'e hiçbir şey söyleme imkanı vermeden kafeden ayrılıyor.

Mert eve gidiyor. Düşünceli şekilde gözlerini kapatıyor. Bu kadın da kim, neyin nesi, neden karşısına çıktı ki?




Mert gözlerini açtığında saat 6'yı 20 geçiyor. Mert evden hızla çıkıyor ve koşarak kafeye varıyor. Kafenin içerisine bile bakmadan Semiha'nın orada olduğunu anlıyor. Semiha, kafenin ön tarafındaki otoparkta, arabasının bagajının üzerine oturmuş sigara tutturarak Mert'e gülümsüyor.

Bir Peogeog 206.

"Geç kalacağını biliyordum." diyor, "Sana 1 saat ek süre tanımıştım ama erken geldin." diyor.
"Üzügünüm." diyor Mert, kararan havaya bakıyor. "Yarın gündüz vakti gitmiş olsak daha iyi olmaz mı?" diye soruyor.
"Hayır, tam vakti. Hadi, zaman kaybetmeyelim diyor." Semiha.


Mert, kararan havaya ve batmaya çabalayan güneşe bakıyor. İçi kararıyor, korkuyor. Kafasında senaryolar kuruyor.
Kadın ona orada saldırıp onu öldürmek isterse, kadının kafede sipariş ettiği yemeği yemesini aklına getiriyor. Kadın solak ve onun sol elini kırarsa onu savunmasız bırakabilir.

Kadın, Yeşilbayır'a gayet sakin ve temkinli kullanırken, "Lütfen torpidoyu açar mısın, bize bir sürprizim var." diyor.
Mert, torpidoyu açıyor, en üstte iki yaka kartı var. Üzerlerinde "Dedektif Semiha." ve "Dedektif Mert" yazılı.

Koskoca bir kahkaha patlatan Mert, bunları yaparken çok uğraşıp uğraşmadıgını soruyor.
Semiha da gülümsüyor. "Çok eğlenceliydi!" diyor.

Yaka kartını boynuna geçiriyor ikisi de, ve mezarlığı geçer geçmez, yıkık dökük bir harabe ile karşılaşıyorlar.

Arabadan iniyorlar, yıkılmış sütunlar var, ama bir üstun diğerlerinden daha uzakta duruyor. O daha sağlam ve üzerinde 3 tane kırmızı x çizilmiş. Üçü de silinmek üzere.

"Korinth!" diye haykırıyor, Mert.
"Değil." diyor, Semiha. "Kiliselerdeki süslemelerin isimleri antik yunan terminolojisinden farklıdır." diyor.

İlerliyorlar. "Burada mı başsız kadın ölü bulundu?" diye soruyor, kadına. "Evet." diyor Semiha.

"Görmek ister misin?" diye soruyor, Mert'e. Tam bu sırada bir karga, arkalarından havaya kalkıyor, uçmaya başlıyor.
"Nasıl yani?" diye soruyor Mert. Semiha gülümsüyor. "Bekle." diyor.


Semiha, arabadan geri dönerken elinde el fenerleri ve bir adet uv ışını getiriyor.
UV ışınını sütunun üstüne doğru tutuyor. Işık tutulan yerin altında kırmızı tuhaf bir leke beliriyor.
Lekeler...

"Kan." diyor, Mert.
"Öyleydi..." diye ekliyor Semiha.

Ama o anda bir şey oluyor. Onların bulundukları yere bir ışık vuruyor. Tam karşılarında, biraz uzaklarında kalan yokuştan bir araba onlara doğru geliyor.

"Mert!" diye bağırıyor kadın. "Arabaya bak! Araba siyah mı!"
Mert, "Evet." diyor. Semiha, "HEMEN ARABAYA ATLA!" diye bağırıyor.

Mert'in huysuzluğu üzerinde. "Lütfen emrivaki olmas..." ın demek üzereyken. Semihanın atla diye bağırışına şahit oluyor.

Öyle bir bağırıyor ki, Mert hemen arabaya binmezse onu geride bırakacağını biliyor.

"Bizi görmediler, bizi görmemiş olsunlar." diyor, Semiha arabayı hızla köyün içerisine sürerken.

"Bizi görmemiş olmaları çok zor, ışık ikimizi de aydınlattı." diyor.
"HAYIR! GÖRMEDİLER!" deyip ağlamaya başlıyor, Semiha.

Artık Hadımköy'e varmak üzereler. Ama o da ne, yan yoldan siyah bir araç onlara doğru geliyor, onlar gibi hızını arttırıyor, onlara çok yaklaşıyor.

Mert'in ödü kopmaya başlıyor. Semiha hızı arttırıyor, ama siyah araç daha da arttırıyor.

Ama o sırada bir şey oluyor.. Siyah araba birden duruyor. Hızla gerilerinde kalıyor.

Hadımköye vardıklarında ikisi de kan ter içinde iniyorlar kafenin önünde arabadan.

"Bana neler olduğunu anlatacaksın." diyor, Mert. "Lütfen. Oturalım, ve bir sigara yakmama izin ver." diyor kadın.

Oturuyorlar, sigara yakıyor ikisi de.

"Şimdi, bana soru sorma. Sadece dinle. Bitirdiğimde soru sorarsın." diyor.

Başlıyor anlatmaya.

Çok çok çok önceleri, cinayet olayları sonrası, Semiha 10 yaşındayken, arkadaşları Melike ve Siren ile o kilisenin olduğu yerde ailelerinden gizlice saklambaç oynamaya giderlermiş.

Bir gün, yine aynısını yapmışlar. Ama, Semiha'nın tuvaleti geldiği için koşa koşa eve dönmesi gerekmiş. Geriye döndüğünde ise, arkadaşlarından hiçbir iz yokmuş. Sadece, sütunun birinde 2 tane x işareti varmış.

1 Yıl içerisinde Semiha tam 6 kez çocuk polis tarafından soruglanmış ama arkadaşları bulunamamış.

Yıllar geçmiş, Semiha tam 30 yaşlarına varmışken tekrar kaybolma olayı olmuş. Hem de tam arkadaşlarının kayboldugu yerde. 2 çocuk kaybolmuş.

Bunları anlatırken, bir anda Mert olaya atlıyor. "O hikayeyi biliyorum. Kaybolan çocuklardan birisi, ilkokulda karşı sınıfımdaydı." diyor. "Tanrım, anlattıkların gerçek." diye ekliyor.

"Lütfen sözümü kesme." diyor, ona kadın. Devam ediyor.

Oraya gidiyor tekrar Semiha ve o sütunun orada, 4 x olduğunu görüyor. Bir gün, UV ışını ile geri geliyor ve sütundaki kanı fark ediyor.

Ara sıra oraya tekrar gidiyor, ama tam olarak tuhaf şeyler 3 yıl önce başlıyor. Bir gün oraya gittiğinde, 3 tane uzun boylu siyah giysili insanın saatlerce orada beklediğini görüyor. Bir araba gelip onları alıyor. Sonra fark ediyor ki Semiha, birileri onu izlemeye başlıyor. O da tüm elektronik aygıtlarından kurtuluyor.

3 kez daha denk geliyor bu olaya, her seferinde onları uzaktan izliyor.

"Peki ya buna beni neden bulaştırdın?" diye soruyor ona, Mert.

"Mert..." diyor, Semiha.
"Burada seni kimse sevmiyordu. Herkes tuhaf ve istemeyerek bakıyor. Kimsenin sevmediği insana güvenebilieceğimi fark ettim. Ve okuduğun polisiyeler çok kaliteliydi." diyor, Semiha, gülümsetmeye çalışıyor onu.

"Korkuyorum." diyor, Mert.
"Korkma. Yarın burada, akşam 5 gibi buluşalım, lütfen." diyor.

Mert ona veda ederken dikkatli olmasını söylüyor. Eve giderken bile izleniyor olma hissi aklındanı çıkmıyor.



Gece yarısı Mert, bir ses kaydetmek istiyor bilgisayarında, ama tuhaf bir şey oluyor. Bilgisayar, mirkofonun o anda başka bir programda aktif oldugunu bildiriyor.
Mert şaşırıyor, önemsemiyor.


Mert, kitap okurken bir şey fark ediyor. Bilgisayarının kamerasının aktif olduğu ışık yaınp sönüyor.

Mert korkmaya başlayıp bir bant yapıştırıyor.

Paranoyak olmaya başlayan Mert, ertesi günü iple çekiyor.

Mert, ertesi gün buluşma saatinde Kafeye gidiyor, beklemeye başlıyor.
Saatler geçiyor ama Semiha'dan haber yok.

Mert, bir çılgınlık yapıyor ve amcasının arabasını ödünç alıp Yeşilbayırdeki o yere gidiyor.

Gündüz vakti, hala güneş ışıkları etrafa yayılıyor.

Bir şey Mert'in çok dikkatini çekiyor. Sütunun orada artık 5 x var. Semiha'dan haber yok...

Mert korkuyor, arabaya binip hızla eve geliyor. Polise bunu anlatmaya korkuyor, daha soyadını bile bilmedigi bir kadınla bunları konuştuğunu söylemek istemiyor.

Ve yapması gereken en doğal şeyi yapıyor.
Bir Psikiyatristten randevu alıyor.


Ertesi sabah Mert, psikiyartiste paranoyak davrandığından bahsediyor. Psikiyatrist ise klasik diğerleri gibi.
Ona ilaçlar yazıp kafasından defetme peşinde.

Mert, hastaneden çıkar çıkmaz Kadıköy'ün yolunu tutuyor. Biraz gezmek istiyor. Tuhaf bir sergiye denk geliyor.

"Akıl Hastalarının Tiyatro Fotoğrafları." yazıyor, serginin ismi.

Marat'ın ölümünü konu edinen bir tiyatroyu, ilk olarak Fransızlar 1960'larda oynamışlardı, Türkler ise biraz rötarlı olarak 90'larda oynamış olsa gerek diyor.

Sergiyi gezmeye başlıyor. Ama daha ilk fotoğrafta, dizleri titriyor. Fotoğrafta, karşısında bir kadın, elinde kocaman bir bıçağı tutmuş, Marat olduğunu düşündüğü bir adama doğrultuyor.

Bunu yapan kadını Mert çok iyi tanıyor. Yüzündeki çilleri, çenesinin altındaki bene kadar.
Semiha, Charlotte rolünü üstlenmiş...

Koşarak görevliye o kadının kim olduğunu soruyor bizim Mert. Görevli ise, ilerideki bölmedeki defterde hepsinin hayat hikayesi yazdığını söylüyor.

Mert koşarak defteri açıyor, şansına ki yine ilk sayfada, karşısında kocaman Semiha'nın bir fotoğrafı duruyor.

Mert daha çok şoka uğruyor, korkuyor, ensesi karıncalaşıyor.

Semiha yazması gereken yerde, tuhaf bir isim yazıyor.

Melike Çam yazıyor.

Kadının, o zamanlar 23 yaşında olduğu yazıyor. Ve yazılar gittikçe korkunçlaşıyor. Kadının, o tiyatrodan 3 yıl sonra hücresinde intihar ettiği yazılı.

Mert, korkarak sergiden uzaklaşıyor. Tek yapmak istediği eve gitmek. Güvende hissettiği tek yere geri dönmek.

VE KİMSEYE İNANMAMAK!


Mert, Hadımköy'e tam 3 saat sonra varıyor. Evine girmek üzereyken, kapsının girişine tutturulmuş bir zarf görüyor.

Zarfın içi boş, zarfın üstünde ise "YARIN 4, AYNI KAFE, SEMİHA" yazıyor.

Gerisini henüz getiremedim düşünüyorum

altın post

cisi gelen sanat tarihcisi
en sevdiğim mitlerden birisidir bu, kısaca özeletmek gerekir ise; yunan mitolojisinde üvey anneleri io'dan kaçan, athanos'un çocukları helle ve phriksos'u sırtına alıp yunanistan'dan karazdeniz'deki kolkhis'e götüren kanatlı koçun pöstekisi.

boğazlar'ı geçerken helle denize düşer, tek başına kolkhis'e varan phriksos, zeus'a kurban ettiği koçun altondan pöstekisini kendisine iyi davranan kral aletemes'e armağan eder.

altın dana

cisi gelen sanat tarihcisi
kimi yerde altın buzağı olarak da geçer.

mısır'ın kurtuluşundan sonra *anlamak için bir eski ahit edinmek hiç zor değil* musa, yasa levhalarını dekalog almak için sina dağı'na çıktığı sırada, yahudilerin dikip tapındıkları yontudur.

ayrıca,

musa, dağdan inince levhaları parçalamış ve dana yontusunu yıktırmış, yeni levhaları da yeniden almak için sina dağına çıkmış.

yeni levhalar da elbette on emir.

teurji

cisi gelen sanat tarihcisi
aslında teurji çok karmaşık bir konu, bunu en iyi anlatan şeyin eco'nun fuko sarkacının arkasındaki sözlük kısmı olduğunu düşünüyorum ben.

geç paganlıkta, büyüye benzeyen içrek etkinlik.
teurji ile uğraşanlar karmaşık bir ritüelle, varlıklarını geçici olarak yontularla ya da başka nesnelerle göstermeleri için tanrılara baskı yapmaya çalışırlardı, amaç ölümsüzlüğe ermekti.

teurji, yeni plantonculuk çevresindedoğmuş, yeni plantonculuk ortadan kalkınca da önemini yitirmiş ister istemez.

rönesans döneminde gizli bilimlerin gelişmesiyle yeniden gündeme gelip bir dönem popüler olmuş, ama görüldüğü üzere yine underground kültürün içine karışmış.

centuries

cisi gelen sanat tarihcisi
16.yüzyılda yaşamış fransız hekim ve yıldızbilimci michel de nostradame *bizim nostradamus ağabeyimiz*'in yüzlük gruplar halinde toplanmış ünlü dörtlükleridir.

toplam bin dörtlükte, nostradamus, 3797 yılına dek geleceğin olayları hakkında kehanette bulunmuştır.

yalnızca erginlenmişlerin anlayabilmeleri için, bu dörtlükler, evirmeceler, eğretilemeler, sözcük oyuınlar, çeşitli dillerden (yunanca, ibranice, latince, galce) sözcüklerle oluşturulmuştur

magi

cisi gelen sanat tarihcisi
metler ve persler'de zerdüşt rahipler. daha sonraki dönemde müneccimlik ve gizli bilimlerle uğraşan Kalde rahiplerine de magi denirdi. sözcüğün tekili magus, seyrek olarak kullanılır.

Çağdaş batı dillerinde "magie" ve "magic" sözcüklerinin çıkış noktasıdır.

zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

cisi gelen sanat tarihcisi
Mahzenin kirli kapağını kaldırır kaldırmaz, gözlerime vuran solgun Mart güneşi istemsizce beni hayallerime geri götürüyor. 1321 yazına.

O zamanlar Floransa'da Dante'nin hasta olduğuna ve son günlerini burada geçirmek istediğine dair haberler yayılıyordu. Bunların çok az kısmını hatırlıyorum, babam eve gelir ve anneme bunları anlatırdı. Annem ise bunların hiçbirini dinlemez, hatta Dante'yi bile bilmezdi. Onun tek düşündüğü, tuhaf ve pis meyveleri satan babamın o gün biraz olsun meyve satabilmesi ve eve gelirken bir şeyler alabilmesiydi.

O yaz, akşama doğru babam elinde tuhaf parşömenlerle eve dönmüştü. Bu parşömenleri köyümüzün çıkışında bulduğunu anlatmıştı. Annem ona içerisinde ne yazdığını sorduğunda ise hiçbir şey okumadığını, bu anı hep birlikte paylaşmak istediğini söylemişti.

Annem ve babam içeriye girdiğinde ben de onların arkasından koşmuştum. 6 yaşında olmama rağmen, O anları nasıl bu kadar keskin hatırlayabildiğimi inanın bilmiyorum.
Ben onların arkalarından koşarken, babam bir anlığına kapının eşiğinde durup bana bakmış, kollarını açmış ve onun kollarına atlamamı sağlamıştı. Sarı saçlarıma kısa öpücükler kondurarak "Maurasia, mavi gözlerini annenden almışsın. Ama kahverengi daha çok yakışırdı, benim gözlerim gibi!" demiş ve gülmüştü.
Babamın ağzının koktuğunu hisseedip yüzümü buruşturmuştum, ama babam o anı görmemişti neyse ki.

Sonra annem ve babam evin içerisine girip mum yakmışlar ve parşömende yazanları okumaya başlamışlardı. Ben de, tahta masanın alt kısımlarına da yaktıkları mumun, tahta masanın aralıklarından duvara yansıyan ateşinin gölgesini izlemeye dalmıştım. Ben ellerimi ve ayaklarımı hızla hareket ettirince ateş de hızlanıyor ve sönecek gibi oluyordu.

Kendime yeni bir oyun bulmuştum!


Hatıralar yavaş yavaş silinirken, annemi ve babamı nedense özlemediğimi fark ediyorum. Babamı hep o kötü ağız kokusuyla hatırladığım için kendime bazen çok kızıyorum ama elimde değil.
Hatıralar beraberinde bazen kötü kokular da getirir.

Elimden kayarak düşen mahzenin kapağının çıkardığı ses, bir leşin üzerinde uçan karganın ciyaklamasını andırıyor, mahzenin güneşe açılan minik penceresinden ancak ikinci denememde dışarıya çıkabiliyorum.

Üzerimde, bana bir beden bol gelen siyah giysim fazla tozlanmış. Tozlar beni daima rahatsız ederler, üzerimi güzel bir silkeledikten sonra, sol elimde sıkarak tuttuğum tomarların varlığı beni ne için burada olduğumu hatırlatıyor.

Evet, zamanı geldi.
Size kendimi tanıtayım, ismim Maurasia, az önce mahzenin derinliklerinde, çok gizli kararların alındığı ve bulunduğumuz bölgeyi sarsacak şeylerin yazıldığı bir toplantıya katıldım.

Bu toplantıyak katılanlar da benim gibi Kilise karşıtı insanlardı. Kimisi Yahudi, kimisi Hristiyan, kimisi de benim gibi inançsız insanlardı. Biz bilimle ilgileniyorduk. Matematik ile, felsefe ile kafa yoruyorduk.
Ama kilise buradaydı ve Tanrıyı hedef aldığını düşündüğü her şeyi ve herkesi öldürüyordu. BENİM AİLEM GİBİ.

Benim amacım da, onlara yakalanmadan, bu tomarların ulaşması gerektiği kişiye ulaştırmamdı.

Yapmam gereken çok basitti aslında, önce Pazziano pazarından geçecektim, ardından yolun sol kısmında bulunan Pellegrini Kulesinin orada beni tomarı alması gereken kadın bekleyecekti.

Size o kadından bahsetmeden önce, ailemin bulduğu tomarı ve geri kalan kısmı merak ediyor olduğunu bildiğimden, size o kısımları anlatacağım.

Sahi, nerede kalmıştık? Ah, evet! Babam, sonunda yazanları okumaya başlamıştı.

"Silla, bunlar 10 yıl öncesine ait parşömenler..." demişti babam, sonra uzun uzun nefes almıştı. Bir şeyler okumadan önce bunu yapmasıyla da onu bazen hatırlıyorum, hatta bunu, fırtınalı bir gecede çatıradayan ağaç kabuklarına benzetirdim.

Babam uzun uzun okuyor yazanları, annem sarı saçlarını sol elinin işaret parmağına dolayarak babamı dürtüklüyor.

"Ne yazıyor?" diye soruyor, bunu sorarken mum çilli yüzünü aydınlatıyor. Annemin mavi gözlerini gökyüzüne benzetiyorum...

"Bir dakika, Silla. Bunlar çok korkunç şeyler." diyor babam, yüzü ağlamaklı. Ama babamın ağlayan yüzünü, mumun tavanı aydınlatmasına tercih ediyorum.
Parmaklarımı şimdi mumun üzerine koydum, hahahah! Tavanda kurbağa gölgesi var, hayır, o bir yılan!

Babam, elinin tersiyle terleyen alnını siliyor, bunu yaparken babama özgü o kokuyu getiriyor ter kokusu gelirken. Kokular, sahi. Başımı ağrıtan ve beni günlerce hasta eden kokular...

Babamın kokusu yanan yapraklar gibi kokar. Acı, ama insanı rahatsız etmez.

"Silla, bunlar çok korkunç şeyler..." diyor babam tekrar. "Bunlar, aman tanrım, aklımı kaçıracağım. Bu yazılanlara bakarsak, Son haçlı seferi, babanı kaybettiğin... Hepsi tezgahlanmış! Anlıyor musun? Geçilecek yollar, öldürülecek şövalye sayısı!"

Annem, babasının ismini duyunca göz bebeklerinin büyümesini sağlıyor. Heyecanlanıyor!

"Burada yazanlar günlüğün bir parçası sadece..." diyor babam.
"Bir kadının elinden çıkmış, kadın, Dokuzuncu haçlı seferinde, Müslümanlara onların geçecekleri yolu gösteren bir muhbirden söz ediyor. Onlara en fazla 20 şövalye öldürmelerini, böylece hiçbir şeyi çakmayan şövalyeleri azar azar yok etmeleri gerektiğinden bahsediyor." diyor. Ağlamaya başlıyor.

Şövalyenin ne demek olduğunu anneme sormak isterken, dışarıdan gelen at sesleri dikkatimi çekiyor. Emekleyerek anneme ve babama görünmeden kapıyı açıyorum. Annem ve babam bunları görmediyse, artık kalkabilirim.

Toprak kokusu beynimi döndürüyor, bu kokuyu hiç sevmiyorum!

Yıllar sonra bile o manzarayı öyle derinden hatırlıyorum ki! Evimizin ön kısmı kocaman bir araziye bakıyordu. O kadar büyük bir araziydi ki bu, bazen sonunda dünyanın son bulduğunu düşünürdüm. Sarı ve yeşil otlar, gün doğarken kızıla bürünürlerdi.
O arazinin arka kısmı da boştu. Aynen ön kısmı gibi...

Ufak çitlerle çevriliydi çevresi, evimizin ön kısmında bir ağaç vardı, koskoca arazide tek bir ağaç. Kocaman bir ağaç! Yaprakları o kadar büyüktü ki, beraberinde kocaman böceklerde getirirdi evimize...
Babam, güzel babam. Bazen atını bağlardı o ağaca.

Aklıma, bugün o ağacın geleceğini hiç tahmin etmezdim.

Devam ediyorum, sakin olun. Sıkıldığınızın farkındayım.

At seslerinden korkmam beni ağacın alt kısmına getiriyor, oraya siniyorum. Babam da at seslerini fark edecek ki mumları söndürüyor.
Gün batmış, her yer karanlık. Tek ışık kaynağı da söndü. Annemin, "Maura!" diye bağırmasını duyuyorum. "Buraya gel! Koş" diye bağırıyor.

Ama gitmeyeeğim. İsmim Maura değil; Mauraisa! Adımı düzgün telaffüz edene kadar gitmeyeceğim.

Atları artık görebiliyorum. Üç tane, üçünde de kocaman, kılıçlı adamlar var.
Atlar, evimizin ön kısmına gelince duruyor. İki kişi atından inmiyor, lakin birisi kendini yere atarcasına iniyor atından. "Yaşlı bunak! Kapıyı aç, seni hain!" diye bağırıyor.

Babam kapıyı açıyor, ne olduğunu bile anlayamadan adam tekrar bağırmaya başlıyor.

"Seni hain! Kilisenin habercisini öldürüp onun haberlerini çalmışsın! Hain! Yahudi misin yoksa ha?!" diye bağırıyor. Babamın bu sözler karşısında "Kilise mi! Tanrım, kendi adamlarınızı kendiniz öldürdünüz! Niçin! Niçin!" diye bağırması beni de ağlatmaya başlıyor. Ama, yakşlaşmak yerine, Olanı biteni uzaktan izliyorum.

"Sen hainsin!" diye bağırıyor adam son bir kez daha. Kılıcını çekiyor, o sırada annem kapının iç kısmından adeta dışarıya fırlıyor ve adamın ayaklarına kapanıyor.

"Durun, biz hain değiliz." diye bağırıyor. "Durun." diye bağırıyor. Son bir şey daha söylemek üzereyken, adam kılıcını annemin boğazına saplıyor.

Bunu bir anda yapıyor. Çok hızlı... Annemin sarı saçlarına kanı bulaşıyor. Annem yere cansız biçimde seriliyor. Bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor.

Babam, koşarak adama saldırmaya çalışıyor, adamı itiyor, adamın kaskına tekmeler savuruyor. Ama atlı olanlardan birisi atını babamın üzerine sürüyor. At, babamın üzerinden geçiyor.

Babamın çığlıklarını duyuyorum. Babamın canı yanıyor.
Beni saçlarımdan öpen canım babam. Canını yakıyorlar onun.
Nasıl oluyor bilmiyorum ama babam bir anda tekrar ayağa kalkıyor. Annemin yanına koşuyor. Annemin yanında ağlamaya başlıyor.

Son sözü, annemin ismi oluyor. Silla diye bağırıyor.

Sonrası mı? Bazen rüyalarımda bu anı tekrar ve tekrar yaşıyorum ben. Hala... Yaşım, 37. Ve hala bu anı unutamıyorum.

Atını babamın üzerine süren adam, tekrar atını babama doğrultuyor, bu kez kılıcını babamın göğsüne geçiriyor.
Babam, annemden biraz öteye düşüyor. Kımıldamıyor. Babama bağırmak istiyorum. Ama bir şey bunu engelliyor, hıçkıramıyorum. Sadece ağlıyorum. Sesim çıkmıyor.
Nefes alamıyorum.

Atından ilk inen adam evimize giriyor, şarkılar söylüyor. Ve evimizden çıkarken, evimizin içerisinin aydınlandığını görüyorum.

Diğer atlılar da atlarından inip babam ve annemi evimizin içerisine taşıyorlar. Evimiz o kadar aydınlanıyor ki, karanlıkta en uzaktan bile gözüktüğünü düşünüyorum.

Burnuma bir koku geliyor. Yanık yaprak kokusu gibi, ama değil. Bunun yanan insanlar olduğunu çok sonra öğreneceğim.

Tuhaf atlıların beni de öldüreceklerini düşünüp, arka kısma, arazinin sonuna doğru koşmaya çalışıyorum. Nefesim kesilinceye dek koşuyorum. Karnımın sol alt kısmına ağrılar girinceye dek koşuyorum.

O günden son hatırladığım şey, kargaların üzerimde gaklamaları ve kendimi yerde bulmam. Sonrası yok. Olanlar ertesi günden devam ediyor, kendimi Patricia'nın yanında buluyorum. Patricia, o zamanlar otuzunun üzerinde bir kadın. Olanları biliyor. Ailemin öldüğünü biliyor. Beni öldürmek istediklerini biliyor...

"Adın ne senin?" diye soruyor, "Maurasia" diyorum. Gülümsüyor, dişleri kadar sarı saçları var. Tıpkı annem gibi. "Sana Asia diyeceğim" diyor.

Hayat hikayemin geri kalanını tahmin edebilirsiniz. Patricia, kiliseye başkaldıran insanlardan birisi. Felsefe konusunda yaşayanların en iyisinden biri. Benim gibi onlarca evlat edip yetiştirdiği çocuklar vardı.

Ben de onlardan biriyim, ve hedefim, bugün Dusa isminde bir kadına tomarları ulaştırmak. Hepimizin bir nedeni var, kimimiz dini sevmiyor, kimimiz bilime aşık. Benimkisi de intikam.

Bu arada, Dusa'nın tam ismi Eurymedusa, kendisi bir pagan. Henüz 26 yaşında, kızıl saçlarını çoğu zaman gizlemek zorunda kalıyor. O da benim gibi ailesini kaybetmiş ve insanlar onun doğuştan gelen bir dil yeteneği olduğunu söylüyorlar.
3 Dil konuşabiliyor. Latince, Fransızca ve Asya'nın tuhaf bilinmeyen dillerinden birisini.

Önümden atlı bir adam geçiyor, pazar biraz ileride, oraya hızlı adımlarla yürüyorum. Attığım her adımda, dün geceden kalan yağmuru henüz güneş kurutamamış olacak ki, deri çizmelerim su ve çamur geçiriyor.

Pazarın girişine varır varmaz, olağandışı bir şeyler fark ediyorum. Burada bir yoğunluk var, hem bizim taraftan, hem de kiliseden insanlar dolu...

Yaşlı bir kadın, elindeki sünger ve belinde kılıcı olan düşmanlarımızdan birinin çizmelerini boyuyor. Elma satan delikanlı bir genç, kırmızı pelerini savura savura uzun boylu bir şövalyeye bakıp elma yiyor.

Ben de siyah pelerinimin şapkasını başıma örtüyor ve pazarın içerisine giriyorum. Kokular birbirine karışıyor. Leş gibi kokan balıklar, papatya gibi kokan meyveler, ter ve sidik kokusu.
Hepsi bir anda başımı döndürüyorlar.

İlerlemeye devam ediyorum, tek yapmam gereken bu leş gibi kokan kalabalığı yarıp sola dönmek, dümdüz ilerlemek ve Pellegrini kalesinin dibinde oturup soluklanmak.

Korkuyorum. Tuhaf biçimde bir şey beni korkutuyor. Attığım her adımda, leş gibi koku daha da artıyor. Çilek ve Limon diye bağıran insanların sesleri, balık satan insanların seslerine karışıyor.
Bir adam, karısının hamile olduğundan bahsediyor. Etrafıma bakınırken, gördüğüm uzun burunlu uzun boylu renkli, kirli saçlı insanların arasında kendimi minicik hissediyorum. Ve tam o anda, birisi elime dokunuyor. Gözümü çevirir çevirmez, onun kim olduğunu anlıyorum.Kırık dişleri ve kısa, siyah saçlarına eşlik eden keçi sakalıyla bu adam, arada sırada bizim toplantılarımıza katılan bir göçmen. "Seni fark ettiler. Kaçmalısın." diye fısıldıyor.

Her şey çok hızlı gelişiyor. Bana doğru bağırarak yaklaşan uzun çizmeli insanların sesleri, diğer tüm sesleri susturuyor.

"Hey sen! Siyah pelerinli, yerinde kal." diyor. Attığı her adımda çağlayan şelaleler gibi çizmelerinin sesini duyuyorum. Etrafına su sıçratıyorlar.

Bana yaklaşmasına son 3 adım...

Tüm seslerin susması gibi insanlar da durmuş bize bakıyor. Herkesin ağzı açık. Gözerlinde korku var.

2 adım kaldı...

Birazdan beni öldüreceklerini çoğu insan anladı. Hepsi kendine pazara geldikleri için kızıyorlar, eminim ki hiçbiri bir insanın öldürülüşüne tanıklık etmek istemezler. Bu onları derinden sarsacaktır.

1 adım kaldı.

Adam arkamda, nefesini hissediyorum. Nefesi kokusuz...

Adam yavaşça elini omzuma atıyor, beni kendisine çevirip bakıyor. Gözlerine bakıyorum, yeşilin en huzurlu tonlarından birisi... Tıpkı Duccio di Buoninsegna'nın resimlerini andırıyor.

Adam, belindeki kılıca elini atmak üzeyken bir şey oluyor
Bir şey değil, bir şeyler. Size kısaca özetlemem gerekirse, gördüklerim şundan ibaret.

Yaşlı ayakkabı boyacısı, elindeki hançeri, çizmelerini boyadığı adamın dizine saplıyor. Elma satan çocuk, elmalardan birini başka bir kılıçlı şövalyeye fırlatıyor.
Dikkati dağılan, beni omzumdan tutan adam ise kafasını sağa çevirip olanlara bakmaya niyetleniyor. Ben de, cebimdeki mızrağı çıkartıp adamın karnına saplamaya vakit bulabiliyorum böylece.

Sol elim, mızrağın sapını tutarken, ufak bir parmak hareketiyle adamın karnına öyle yumuşak saplıyorum ki, mızrağı biraz içinde gezdirip dışarıya çıkarırken, adamın parçaları da toprağa fırlıyor.

Ayağına hançer saplanan diğer adam, yaşlı kadının kafasına doğru kılıcını sallayıp kadının kafasını ikiye bölüyor. Elma atan çocuğun üzerine mızrakla fırlayan başka kilise mensupları çıkıyor ortaya, mızraklardan birisi doğruca kalbine sağlanıyor.

Ben ise, bu karmaşanın içerisinde koşmaya başlıyorum. Bağırıp oraya buraya fırlayan insanlar işimi kolaylaştırıyor, ben de onlar gibi bağırıp korkuyor gibi pazarın doğruca sonuna koşuyorum.

Ama hayır! Arkamdan at sesleri ve "Orada, görüyorum!" nidaları geliyor. Kendimi koşmaya zorluyorum. Pazardan çıkar çıkmaz, Pellegrini kulesi az önümde bitiyor, kendimi biraz daha yormalıyım.

Koşarken biraz olsun zihnimi rahatlatmak adına insanların benim için ölüyor olmasının beni rahatlatmasına şaşırıyorum.
Gülümsüyorum. Onlar benim için öldüler. Ama iç sesim, çok güzel cevap veriyor. "Hayır, onlar parşömenlerde yazanlar için öldüler."
Ve, içimdeki diğer bir ses, hepsini yok ediyor. "Onlar ölmediler. Öldürüldüler. Kilise tarafından."


Elimdeki parşömenleri sımsıkı tutarken, ön tarafımda birkaç insanın olaylardan habersiz şekilde yürüdüğünü fark ediyorum. Kuleye çok az kaldı.
Arkamdaki atlılar bana doğru yaklaşıyorlar, bir hata yapıp arkama bakıyorum, onları görüyorum, dört kişiler. Birinde mızrak, diğer üçünde kılıç var. Atları simsiyah!

Önüme döner dönmez, belki de en korktuğum şeyi yaşıyorum. Burnumun dibinde bir kadın beliriyor aniden, çıkık çenesi, sert yüz hatları ve bir İtalyan'ı yansıtan uzun ve sivri burnuyla önüme barikat kurmuş gibi duruyor. Ben de doğal olarak bu kadına çarpıyorum. Tesadüfe bakın ki, kadının elinde de benim gibi birkaç kağıt parçası var.

Önce kadına sarılır gibi oluyorum, ama ona sarılamadan yere öyle bir kapaklanıyoruz ki, kendime gelmem en az 2 saniye alıyor.
Gözlerimi açtığımda, karşımdaki kadının toparlanıp benden korkarcasına kaçtığını görüyorum. Yere bakıyorum, korktuğum şey başıma gelmiyor neyse ki. Kağıtlarım yerde! Onları tomar haline tekrar getirip sımsıkı elime alıyorum. Çok zaman öldürdüm!

Arkama tekrar bakıyorum, adamlar artık çok yakın. Ama ben de kuleye çok yakınım. Gülümsüyorum. Yerimden kalkıp adeta yıldırım hızıyla kuleye doğru koşmaya başlıyorum. Bunu Zeus görseydi, mutlaka gök gözlü Athena'nın benim annem olduğuna inanırdı.

Kulenin kapısı tahtadan, koşmamı durdurmadan kapıya sert bir omuz darbesi atıyorum ve içinden geçermiş hissi yaratıyor bu bana, kapı anında yere iniyor, dengemi kaybediyorum ama çabuk toparlanıyorum.

Şimdi yapmam gereken yukarıya doğru koşmak. Ama adamlar bana çok yakın, her şeyi her an berbat edebilirim!

İkişer ikişer tırmanıyorum merdivenleri, aşağıdan biri zenci "DUR YERİNDE ŞEYTAN! SENİ PARÇALARA AYIRACAĞIZ!" diyor, başka bir adamın sadece koşarken kılıcının, çizmesine değerken çıkardığı sesleri işitebiliyorum.

"Yakala beni!" diye bağırıyorum. "Seni sıçan!" diyor her adımımda daha da yaklaşan, genizden gelen ses.

Son merdiven basamağını da çıktıktan sonra, tüm görkemiyle gökyüzü gözüküyor karşımda. Kule çok yüksek! Kulenin korkuluklarına yaklaşıyorum. Aşağıya bakıyorum, insanlar toplanmaya başlamışlar bile.

Ama, tekrar zencinin sesi beni kendime getiriyor.
"Seni sıçan! Hastalıklı! Şeytan! O tomarları bana ver!" diye bağırıyor.

"Sana tomarları vereceğim, söz veriyorum." diyorum, "Ama son bir kez daha aşağıya bakmama izin ver!" diyorum ona gülümseyerek, korkuluklara daha da yaklaşıyorum. Aşağıya bakıyorum.

Evet, istediğim oldu. Her şey yoluna girdi. Şimdi görevi Eurymedusa devraldı. Her şey onda.

"Al, istediklerin!" diyorum ve parşömenleri kilisenin küçük kölesine fırlatıyorum, sonra da ayaklarımı korkuluklardan geçirip kendimi aşağıya bırakıyorum.

Kuleden düşerken, düşündüklerim ayıp ve komik şeyler. Kadın ve erkek birleşmesi, bunu resmetmeye çalışırken yakalanıp öldürülen ressamlar gibi mesela.

Birazdan, bedenim yerle buluşacak, önce tuhaf bir sarsıntı hissecekler. Kimileri depremi hatırlayacak. Ama hissedilen tek şey kemiklerimin kırılması olacak, öleceğim.

Ama ben ölürken, tomarları açan zenci, içinde sadece dualarla karşılacak. İstediklerini alamadıklarını fark edecekler. Verilen istihbarat belki de doğruydu, ama ellerinden kaçırmış olmaları onları mahvedecek.

Ve, Dusa'ya gelirsek. Eurymedusa'ya, evet.

O, az önce çarptığım ve elinde tomarlar olan kadındı. Yere düşüp kalktığımız sırada, onunla dualar ve benim taşıdığım kağıtları değiştik.

O şimdi güvende. O benim öleceğimi biliyor. O da ölecek, kuşkusuz. Ama bizim her ölüşümüz, kilisenin sonunu daha hızlı getirecek.
0 /