confessions

dirsegi iskemleye dayali

1. nesil Yazar - Tatlı

  1. toplam entry 45
  2. takipçi 7
  3. puan 3138

bizim ali

dirsegi iskemleye dayali
mahalleye vardıklarında, kendi bölgesinden farklı bir yere geldiklerini fark edemiyor. annesinin üzgün olduğunun, evi sevmediğinin farkında fakat bu onun değil babasının problemi, biliyor. . bir müddet adaptasyon için, abisi ile takılıyor. annesi korumacı davranmak zorunda kalıyor, evden çıkmalarına falan izin vermiyor. farkında değil annesi oğlunu korumaya çalışırken, aslında yeni mahalledeki çocukları koruyor. tabi o da kısıtlı bir süre oluyor. mahalle ile ilk teması apartmandaki çocuklar ile oluyor. pek kavgacı olsa da, abisi de takıldıkları ortamda olduğu için onun gibi davranıyor; 'efendi'. bir kaç hır gür çıkarmaya kalkışsa da abisinin baskısı ile apartmandaki çocuklara pek ilişemiyor.

abisini taklit etmeden hayatta kaldığı zamanları özlüyor haliyle. minicik bir delik bulsa, genişletip çıkacak o delikten; taklitçi de olsa kendisi olacak. velhasıl abisinin ondan sıkıldığı bir evre, mahalleyi keşfe çıkıyor. bir kaç mahalle maçı izliyor, ekmekçi kuyruğunu, esnaf müşterilerini kesiyor. belli ki küfür o ortamda işe yarayacak. bir bir not ediyor bunları kafasına.

o sıra okul başlıyor, gidiyor okula. yeni bir sınıf, hiç bilmediği bir kültürün içinde buluyor kendini. daha ilk gün teneffüste bisküvi yedikten sonra dişinde kalan yutamadığı bulamaç haline gelmiş bisküvileri, eli ile dişinden sıyırırken öndeki kız görüyor bunu. daha önce geldiği hiçbir yerde bu hareket yadırganmamış. bu kız 'ıyyy n'apıyorsun?' diyince, kızın yüzündeki ifadeden dahi utanıp elini önlüğüne silerek, defteri kalemi ile ilgileniyormuş gibi yapıyor. ders boyunca o kızın yüz ifadesini görüyor gözlerinin önünde. 'bir daha asla elimi sokmayacağım ağzıma' dedim diyor.
sınıfa adapte olacak ama bir taraftan sınıf hocası üstüne geliyor, bir taraftan küçük burjuva-burjuva çocukları içinde kültür karmaşası yaşıyor. tenefüslerde abisine bakmaya gidiyor, bakıyor ki abisi de bundan utanıp gönderiyor yanından. yeni gelen öğrenci imajı ile ortamını kurmuş abisi. bizim ali'yi pek ipleyen yok. sınıf arkadaşlarının derste ''karşı duvara ilk koşan kazanır'' oyununu duyunca, teneffüse hazırlanıyor. zil çalar çalmaz fırlıyor sırasından, herkesten epey önce varıyor karşı duvara. bütün sınıf erkeklerinin ilgisini çekiyor o gün. hızlı koşması onun, orada yer bulmasını sağlıyor. bir iki çocuğu gözüne kestirip kendisine yakınlaştırma planları yapıyor. meşrubat kutuları ile yaptıkları maçlarda, ayakkabısının zedelenmesi göze alamayacak kadar hırslı davranıyor; ispatlaması gerekiyor kendisini. 'yeni ayakkabı alabilir mi ailem bana?' sorusunu soracak zihinde olsa da, koşulları bunu düşünmesinin önüne geçiyor. ispat edilmek, var olduğunu hissetmek istiyor. derslerde bir türlü başarılı olamayınca, teneffüste başarılı olmanın bütün koşullarını zorluyor. keza epey başarılı da oluyor. bir anda maçların aranan hızlı adamı rolü kapıyor kendine. artık kendisine 'abi' denilmiyor ama sınıfın en hızlısı olmak ünvanı da onu onore ediyor. bir kaç ufak tefek sürtüşmelerde de posta yemeyince, eski güzel günlerine döndüğünü hissediyor yavaş yavaş.

bizim ali

dirsegi iskemleye dayali
okulu küçük bir okul olmasına rağmen sıralarda üçerli hatta dörderli oturmak zorunda kalırlarmış. kavgacı yapısı okulda saygınlık kazanmasına yol açmış Ali'nin. sınıfta kendisi ile çete oluşturmak isteyen iki arkadaşı ile birlikte bir anda sınıfta 'abi' diye anılır olmuşlar. 'baya sınıf arkadaşların sana abi mi diyordu lan?' diye sorduğumuzda, 'çocuklar korkmuşlar olum işte, bende anlamamıştım neden dediklerini ama hoşuma gidiyordu' diyor. bir süre sonra, yerli malı haftasında , annesi eline börek pasta sıkıştırmış, hoca zorunlu tutmuş yemek getirmeyi. Fakat artık o kadar havaya girmiş ki Ali, yolda gördüğü çocuklara dağıtıp annesinin hazırladığı yemekleri, okula eli boş gitmiş. öğretmeninden fırça yese de, arkadaşları kermes saati hürmette kusur etmemiş karnını doyurmuşlar. hocası bu duruma pek kızsa da, Ali'nin umrunda olmamış. hazır ders yok diye, karşı sınıf ile maç organize etmiş hemen. o gün sınıflar arası maçta da iki oğlanı tokatlamış Ali. çetesi de racondandır diye kavga sonrası maçı bırakıp öfkeli Ali'nin yanına çökmüş maçı yarıda bırakmışlar. 'tenefüse kadar herkes benimle ilgilendi o gün, çocukları nasıl dövdüğüm, kavgayı görmeyen herkese anlatıldı' diyor. Anlatırken gururlanıyor, kaç yaşından bahsettiğinin farkında bile değil. yüzünde gururlu bir gülümseme var. 'İnsan bununla gurulanır mı lan?' diyemiyorsun, yüzündeki ifadeleri gördükçe.

bisiklete binmeyi öğreniyor sonraları. mahallede fink atıyor iki tekerli bisikletiyle. kızların balkonlarının altından falan geçiyor, onlara poz kesiyor, ayağa kalkıp sürüyor bisikleti. iki elini bırakmaya götü yemediği için, tek elini bırakarak sürüyor bisikletini. Böyle böyle epey zaman hükümranlığı sürüyor akranları arasında. Kavgası, gürültüsü, eve gelen şikayetçisi hiç bitmiyor neredeyse. her gün ayrı bir vukuat anlayacağınız. Ta ki babası taşınacakları günü haber verene kadar sürüyor gururlu günleri. Mahalleden ayrılacaklar artık. ikinci sınıfı o muhitin o okulunda bitiriyor. anlayacağınız iki yıl hükmetmiş dünyasına veya dünyaya. 'oradan ayrılırken üzüldüm mü? hatırlamıyorum' diyor Ali.

Daha yoksul bir mahalleye taşınıyorlar. Fakat kendi gururlu zamanlarının geçtiği bölgeye çok uzak burası. kimseyi tanımıyor, etmiyor. Haliyle okulunu da değiştirmek durumunda kalıyorlar. Evi daha taşraya taşısalar da, gelir düzeyi yüksek olan bir bölgenin okuluna yazdırılıyor abisi ile birlikte. annesi onların iyi bir eğitim almalarını hep ön planda tutuyor. servisle gidip gelecekler okula. aile durumlarının farkında değil tabi, onun derdi yeni yerde kendine nasıl alan yaratacağında. Gözlemlemesi gereken bir sürü yeni şey olacak, her şey değişecek bunu biliyor ve korkuyor.

bizim ali

dirsegi iskemleye dayali
daha doğduğu, ne olduğunu bilmediği zamanlar da tanışmış yalan ile ali, yani bizim ali. doğduğunda kendisi ile akran sayabilecekleri topluma gelmiş olan ali, ağabeyinden bir sene üç ay sonra doğuyor. nüfus kayıt meselesinde ilk çocuğun heyecanını tadan ailesi, nüfusa koşmaya gerek yok diye, beş ay sonra çıkartıyor vesikalığını. derdi ki; sanırım abimin oluşu, hayatta her şeyi taklit edebilmeyi öğretti bana. özgün olamadan büyüdüm ben. hatırladığı yaşlarına daldığında, hep yapılanı taklit edişini anımsarmış. abisi tuvaletin lambasını annesinin terliği ile açtı diye, terliğin ayağa giyilebilmesinin dışında bir işlevi olduğunu öğrenmiş. sonra gururuna tuvalet ışığını yakamamayı dert edindiği zamanlar da annesinin terliğini kullanmış. elime o zaman banyodaki çekpasın sopasını alıp ışığı açsam hayatım böyle olmaz derdi. çekpası çekpas, buzdolabını buzdolabı olarak kullanmış. birisi öğretecek de, bizim ali'de işlevi dışında bir eşyaya hükmedecek! kimse evin antresine su döküp sabunlamasa, evin bir ucundan diğer ucuna kayarak gitme zevkini tadamayacak. kimse kovalamasa onu, koşmanın hatta kaçmanın zevkini tadamayacak. 'abim gitmese okula sanayideydim şimdi, belki usta olurdum ustamı izleyip' diyor bazen. usta olmasa çevresinde usta olamayacak! buna rağmen, 'abisinin okulu'na yazıldığında ilk kez, taklit etmediği bir atmosferde buluyor kendini. abisi ile aynı derslere giremediği için, sınıftaki veletler nasıl hareket ederse öyle hareket ediyor ama, bir gün hiç beklenmedik bir şey oluyor. bir üst sınıfta olan abisini tenefüste bir velet ile kavga ederken görüyor, hatta abisi baya dayak yiyor gördüğü kadarıyla. bir hışımla ciğerlerine havayı basıp abisini alıyor veletin elinden. sonra epey tartaklayıp veleti, hızını alamayınca sıranın üstüne çıkıyor ve çocuğun kafasını sıraya yatırıp üstüne basmaya başlıyor. ilk o gün işlevi dışında kullanıyor bir nesneyi. veletlerin yazı yazmak için kullandıkları sırayı, çocuğun kafasını tekmelek için sabitleme aracı olarak kullanıyor. yaşadığı katarsis, kendisi farkında olmasa da ilk defa yaptığı bu özgünlükten geliyor! onu tekmelerken ki kudreti, İskender'de yok! sonra abisinin az önce dayak yediği veleti elinin altından alması ile dönüyor kendi dünyasına. ensesine yediği şaplakla 'sınıfına git lan' diyor abisi, ama yüzünde hem mahçup hem gururlu bir yüz ifadesi var. bizim ali'de eşşekten düşmüş gibi götüne baka baka sınıfına gidiyor ve yolda da söyleniyor 'bırak yesin dayağı işte' diye. ama abisi bir tane onun için. ilk rol modeli, sonuçta onu taklit ederek hayatta kalıyor.

bizim ali'nin hikayesi zengin sözlük kaldıkça, hatta epiktetos'un 'ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum' keskinliği ile devam edecek.

sahte bilimsel yayın çıkaran ülkeler

dirsegi iskemleye dayali
papaz eriğini imam eriğine çevirme diye projelerin üretildiği cağnım memleketimin bu listede olmama ihtimali bile dünyadan, yaşamdan, uzaydan umudu kesmemize neden olabilirdi. neyse ki listedeyiz de içimiz rahat.
lisans bitirme çalışmalarının copy-paste'den ibaret olduğu, yüksek lisans tezleri için 'yardımcı' şirketlerin kurulduğu, doktora tezlerinde dinciliğin gericiliğin kol gezdiği, hatta ve hatta hitler'in sosyalist olarak anıldığı somut örneklerin olduğu göz önüne alınırsa, ilk üçte yer almak onur kırıcı olmuş. kurucusu olmamız lazımdı.

sarhoş olmak

dirsegi iskemleye dayali
sarhoş olmak demek değildir ki;
-ahlaksız birisi
-hataya güdümlü birisi
-sapkın birisi vs.

sarhoş olmak benim için sadece keyifli olmak demektir. tek problem bu keyifli eylemi 21.yy'da gerçekleştirebilmemizde bence, hatta 20.yy'ın sonunu da katabilirim. bu dönem sarhoşları olarak, kapitalizmin bize dayattığı ve maalesef kaçamadığımız psikolojik problemlerden dolayı toplumun kötü çocukları oluverdik. epey taşkınlık yapanımız da oldu, usul usul evine yaylananımız da.
toplumsal tahammülün azalmasından payını, alkol içen de aldı, içmeyen de. içenlerin yaptığı ''taşkınlıklar'' ahlaksızlık ve içmeyenlerin yaptığı yaftalamalar kaldı bugünlere. haliyle bu yozlaşma kötücüllüğün artmasını, kötücüllüğün artması anksiyeteyi doğurdu.

kabataslak anlatmaya çalıştığım şey sosyolojik bir tespit değil elbette. öncülüne/ardılına muhakkak varılabilicek bir tespit yapmaya çalıştım. ama ezcümle şu; sarhoş olmak mümkün; kırmadan, incitmeden, kendin olandan şaşmadan.
bazen başı da dönse kendi kalabilir insan, hatta yere 'ben' olarak da kapaklanabilir.
içeride uyuyan şeytanı uyandıran alkol değil, bahanedir!

likya liman yerleşimleri

dirsegi iskemleye dayali
kıyı likya bölgesinde bulunan liman yerleşimleridir. doğudan batıya doğru şöyle sıralanmaktadır;

ıdyros-phaselis-korkyros-olympos-posidarisus-gagai-malenippe-phoinikos-anriake-simena-teimiusa-aperlai-antiphellos-kalamaki-phoinike-patara-pydnai-artymnessos-kalabantia-karmylessos-telmessos-kyra-lissa-lydia.

güneye yerleşmek isteyen yurdum insanının, geleceği yeri tanıması önemli. bu liman kentlerinin birçoğunun küçük ölçekli olduğunu ayrıca belirtmek isterim.

-sahil kasabasına gidip yerleşelim moruk yeaa?
türünde densizliklerin ortadan kalkıp, araştırmaya teşvik edeceğine inandığım bu giri ile, bu yerleşimlerin bugünkü isimlerine ulaşmanız internet ile pekala mümkündür. keyifli göçler ve/veya gezintiler dilerim.

ikonografi

dirsegi iskemleye dayali
nesnelere yüklenen anlamların, neleri ifade ettiklerini anlamlandıran bir bilimsel disiplindir. antik dönem kalıntılarının tarihlendirilmesinden, antik toplumsal yaşamın anlamlandırılmasına ve hatta o gün koşullarının bugün aşılmasına kadar katkı sağlamaktadır.

bilimsel bir disiplin olarak değil de, hobi olarak yapamaya çalışanlar kafayı sıyırıp, komplo teorilerinin teorisyenleri olmaktadır. aman dikkat.

özlenen yazarlar

dirsegi iskemleye dayali
delicesine özlüyorum karl marx'ı. eşitsiz gelişim tezi üstüne - lenin sonrası ne yazardı? ölüyorum meraktan.

albert camus trafik kazasında ve/veya intihar ile ölmese ne üretirdi? merak ediyorum

stefan zweig sıkmasıydı kafasına daha kimi/kimleri yazardı, ne yazardı? merak ediyorum.

emrah serbes içeri girmese ne üretirdi, içeride üretebildi mi? bilmiyorum. ama merak ediyorum.

her merak özleme gebedir değil mi?
ilk elden aklıma geleni sıraladım. ben özlüyorum. asıl anlatılmak istenen başlığın dışına çıksam da, asıl olanı söylediğimi düşünüyorum.

alper canıgüz

dirsegi iskemleye dayali
oğullar ve rencide ruhlar kitabı ile yarattığı alper kamu karakterinin adını -anlaşıldığı üzere- albert camus'dan almıştır. intihara meyilli karakterimiz, öyle güzel yaşar ki beş yaşını, sırf bunu iyice anlayalım diye; '' beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.'' diye başlar kitabına.

cehennem çiçeği kitabı ile seriyi devam ettirmiştir canıgüz. dilerim alper kamu hep beş yaşında kalsın ve intiharına kadar geçen her günü bize bir kitap olarak sunulsun canıgüzce.

jose saramago

dirsegi iskemleye dayali
18 haziran 2010 yılında ışıklara uzanan, portekiz komünist partisi üyesi yazardır. marksist edebiyatın en okunması gereken yazarlarından.

kabil kitabında tanrı ile kabil'i, -zaman kavramından bağımsız- bir yolculuğa çıkarır. noktasız cümleleler jose'den önce hiç bu kadar anlamlı olmamıştır.

türkiye'de eşcinsel olmak

dirsegi iskemleye dayali
muhakkak zor koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar fakat bu zor yaşam meselesi kişinin tercihiymiş gibi bir algı epeyce yaygın! önce böyle düşünenlerin kafalarına vura vura öğreteceğiz, 'tercih değil yönelim' diye. sonra bu cinsel yönelim meselesine dair toplumu bilinçlendirmeye dönük kampanyalar yapacağız. YETMEZ! her iş kolunda yer alabilecekleri bir yasa çıkaracağız. yetmez! çünkü o bireyi hiçbiri özgürleştirmez. bunları yapacak olan kapitalist devlet az, hatta epey az. parmakla falan çok rahat sayarsınız.

kapitalizmin kudreti lgbti bireylerini özgürleştirmeye yetmez. dünyanın neresine giderseniz gidin, cinsel yönelimi dolayısı ile toplum nezdinde marjinalize edilmemiş birey sayısı neredeyse yoktur. o yönelim ve/veya kimlik saklanmak zorunda kalır, hatta kalıyor.

toplumsal eşitliğin sağlanmadığı koşullarda bireyin özgürlüğünden söz edebilmek mümkün değildir!
toplumsal eşitliğin temel öncülü ise; üretim araçlarının el değiştirmesidir! sosyalizm olmadan, hepimiz gibi, Lgbti bireyleri de özgürleşemeyecektir.

herostratus

dirsegi iskemleye dayali
jean-paul sartre alıntısı ile anlatmayı tercih ediyorum ki, dirseği iskemleye dayalı olan adam intihal yaptı demesinler. biz intihal yapanlara karşı mücadele eden insanız en nihayetinde.

'tanınmış birisi olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı'nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.'
'ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?'
'pek anımsamıyorum' diye itiraf etti, 'sanıyorum adı bilinmiyor.'
'sahi mi? Herostratus'un adını anımsıyorsunuz ama? görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.'
sartre-duvar öyle syf, yayınevine falan da gerek yok ama lan! makale mi yazıyoruz?

adını unutturmamanın yolunu bulan, ama bu yolu o zamanki en kutsala saldırarak yapan adama, saygı duyarım. dünün kutsalını bugün rahatça okumak gayet kolay, mesele Artemis'e kafa tutabilmekte.
herostratus'un götünün kılı olmasakta, tarihe iz bırakmak için feyz alırız.

mahalle yanarken orospu saçını tararmış

dirsegi iskemleye dayali
tek sorun mahallenin yanışının, orospunun duş sonrasına denk gelmesi ile alakalıdır. şimdi heidegger'de varlık zamanı tartışacak adam değilim ama bu denk gelişler evreni evren yaptı ulan. orospunun saç taramasına denk gelmesi mi absürd? neyse şimdi geyiğe vakit yok.

umursamaz olabilir mi insan? dayanabilir mi bunca adaletsizliğe, bunca sömürüye, bunca ezilmeye? peki bunca şey yaşamasa, bilebilir mi direnmenin gerekliliğini?
fatalist diyenin ecdadını gondiklerim ama, ortaçağ karanlığını yaşamayan insan giyotini bulabilir mi? bulamaz!

bizde en az orospumuz kadar saç tarar haldeyiz şimdi. içimiz kan ağlarken elimiz kolumuz bağlı bekliyoruz. yumruğumuzu sıktığımızda, dişlerimizin arasından fışkıracak olan öfkemizle bileniyoruz.

o orospunun saçını bahar güneşinde, küçük balkonunda, mahallede açan çiçeklere karşı tarayacağı günlere içiyorum! vicdanı orospu olmuş insanımsılara inat, mahallenin en güzel orospsuna içiyorum!

ay ışığında saklıdır

dirsegi iskemleye dayali
1996 yapımı bir türk filmi kendisi. o zamanın çocukları muhakkak hatırlarlar. münir özkul, aydan şener, toprak sergen gibi oyuncular oynarlardı. beni ilgilendiren, bu toprak sergen denilen hergelenin o zamanlar beni etkilemiş olmasıydı. şule'yle ilişkisi vardı uygar denilen elemanın. ama uçarı kaçarı bir burjuva çocuğuydu falan. saçlar, küpeler, -yamulmuyorsam- grand cherokeeler falanla aklımızı almıştı. yani benim almıştı. ilkokul, bilemedin ortaokul zamanlarındayım ben o sıra.
be hey!! bir intihar sahnesi vardı, o ölümü ensturmanlaştırma eylemini shopenhauer yapamaz. tabi şimdi bizim oyunculuklar meselesi epey kötü olduğundan mütevellid, oyuncunun veremeyeceği duyguyu yönetmen müzik ile verdirtir. oyuncudan alamadığın deri orgazmını, müzik desteği ile ondan almış gibi olur saftirik izleyicimizde. işte ucuz numaralar falan. ama sonuç veriyor mu? veriyor. bak bilmem kaç zaman geçmiş üstünden, çocuğumun adını 'uygar' koymayı düşünüyorum. gerçi bunun toprak sergen ile bir alakası olmayabilir. gerçi benim hiç çocuğum olmaya da bilir. ama uygarlık kavramından önce 'uygar' meselesini bu arkadaştan öğrenmiş olmam beni bu düşünceye itmiş de olabilir. bunlar bir takım zihin bilmeceleri. şimdi bunun zamanı değil.
hadi şarkı dinleyelim.

ölmek kolay değil

dirsegi iskemleye dayali
Çalıştım birkaç zaman, kiramı falan verebildim ama böyle gitmeyecekti, durum belli. Ev sahibi için çalışmak bir yere kadardı. Sonuçta bir sevgilim ve bir alkol ihtiyacım vardı. O zamanlar uzak mesafe ilişkisi yaşıyorum. Oğuz atay şey der hani; 'yüreğinde bir yer açıp oraya oturttuğun her kimse, seninle birlikte gider her yere'. Bu kafadayım o sıra. Yanlışlayacağımdan değil, sadece o günkü durumumu betimlemeye çalışıyorum. Şimdi bir itirafta bulunayım, ne kadar zor hayatım olsa da, bir kadın olmadan geçirdiğim zaman olmadı. Bununla mı telafi ettim durumu bilmiyorum şimdi? Onlara mı sarıldım, bilmiyorum? Yoksa Fruedyen bir hastalığım mı vardı? Gerçekten bilmiyorum hala. Belki de hala vardır. Şu an kulağımda güzel sesli bir kadının sesi çalıyor. Bu şarkıyı söyleyen kadının teyzesiydi o zaman ki sevgilim. Bu şarkının sahibi kadını hepiniz tanırsınız diye söylemekten kaçınıyorum. Mevcut sıkıntılarım, ailem ile yaşadıklarımın üstüne çıkmaya başlamıştı o zamanlar. Unutmaya başlamıştım orada yaşadıklarımı. Çünkü gerçek problemlerin müsebibi olarak sadece ben vardım artık. Birkaç tanıdık vesilesiyle, güzel bir evde güzel bir oda buldum kendime. Daha stabil bir hayatım oldu bu sürede. Uzak mesafe ilişkimin yanına gittim bende işler yolunda gidince. Orada birkaç özlem dolu gün ve şipşaklardan uzak olmak iyi gelecekti. Keza böyle de oldu, iyi bir tatil gibiydi. Annemden haber geldi o sıra, abim yurt parasını ödeyememiş, babamda da para yokmuş. 'Ne yapsak oğlum'muş? Lan ben zaten bataklıktan şimdi çıkmışım nefes alma seviyesine. Haber mi aldınız? diyemedim. Ama öfkem artmaya başladı. Günah keçisi olmak çok yordu beni. elimde ne var ne yok gönderdim abime. Annem o sıra evde ördüğü el işi lifleri falan satmak için kapı kapı gezmeye başlamış. Bunları sonradan öğrendiğimde ölmek istedim, ama ölemedim. Satmış birkaçını, göndermiş abime para. Babam perişan durumda alkole dayamış sırtını. Koskoca ev, kalmış annemin sırtında. Bir taraftan babamı düzeltmek, bir taraftan çocuklarını okutmak zorunda hissediyor kendini. Ben bir kuruş almadım ailemden o süreçte de. Abim almış, ama hiç yadırgamadım. Almalı zaten. Yani nasıl geçinecek ki başka? Ben okul ile bağı kestim neredeyse, sabah akşam çalışıyorum. Sabah pizzacıda, akşam da mantar deposundayım. İyi para geçiyor elime. Ama ne uyku var, ne de sevgiliye ayıracak zaman. Okulu bu listeye dahi almadım. Bir şekilde olmuşum konsolide, birkaç daha gittim uzun mesafe ilişkimin yanına. Sonra geçti zaman ve ben ne bu kadını mutlu edebildim, ne kendimi, ne ailemi. Dayanamadım bu kasvete ve döndüm bizimkilerin yanına. Dönmemin arifesinde bir başka kadın ile tanıştım ve asıl hikayelerin çetrefillisi burada başladı benim için. Koca yaz aylarını, bu tanıştığım kadını düşünerek geçirdim. O sıra sevgilimle de ayrılmaya çalıştım fakat o cesareti bulamadım. Ben öyle konuşup ayrılacak cesarette bir adam değilim, kaçarım en fazla. Birkaç ucuz denemem oldu vicdanen ama yiyemedim o boku. Bu sırada geçen zaman, babamın parklarda, arkadaşlarımın beni çağırıp toplattıracak seviyede alkolik olmasına tekabül etti. Babam dediğim adam beni utançlara gark etmekten başka bir işe yaramıyordu. Tamam bende içmek istiyordum, içki güzeldi benim içinde ama bu sonuca varmak mı zorundaydı? Utançlar içinde götürdüm onu bir keresinde eve. Sövdüm, saydım. İçimi döktüm. Piç kurusu, sarhoş olduğu için, hatırlamadı ertesi gün gece ettiğim feryadları. Bende sarhoş olacaktım artık. Karar vermiştim o gün. Madem dünya hatırlamayınca güzeldi, bende hatırlamayacaktım. O gün 'gen' meselesi ile yüzleşmeye başladım.

ölmek kolay değil

dirsegi iskemleye dayali
Öss –o zaman ki adı ile- açıklanma zamanları, içerden çıkmış babam. Boktan bir yerin, boktan bir bölümüne kayıt yaptıracağımı öğrendiğim ilk gün, mahallenin internet kafesinde gözlerim dolu dolu açtım sonuç sayfasını. Öğrendiğimde ilk reaksiyonum, 'kurtuldum' olmuştu. Yanımda bir arkadaşım var, o da kendi sonuçlarına bakmaya çalışıyor. Öğrendik ikimiz de bir yerlere yerleştiğimizi. Onun sevinci, istemediği ilde, istediği bölümü okuyacak olmasıydı. Ben istemediğim bir bölümü, istemediğim bir okulu, can atarak kucaklıyordum. Babam abimin okuluna kayıt yaptırırken onunla gitmişti, yerleşmesine yardımcı olmak için falan. Usulen benimle de gelmek zorunda kaldı. Cebinde nerden olduğunu bilmediğim bir miktar para ile, düştük yollara. Gittiğim yerde yaşamam mümkün değildi, ben küpe takıyordum bir kere, beni kabul etmezlerdi ki. Kavga ederdim herkesle kesin. Evler ucuzdu ama insanlar bana o ucuz evlerini vermezlerdi ki. Babam küpelerimi çıkarttırdı ve çok fazla konuşmamam gerektiğini söyledi. Belli ki 'dereyi geçene kadar ayıya dayı diyecektik'. Bana pek konuşma fırsatı kalmadan, bir mezarlığın hemen dibinde, babamın tanıdıklarının yönlendirdiği bir adamın evini tuttuk. Adam ile hep babam muhatap oldu. Ben kiradan kiraya görecektim adamı. Tuttuk evi ve içeride sadece yatacak iki koltuk, bir buzdolabı, bir televizyon, bir ocak, bir de ocağı yakacak tüp vardı. Babam makarna yaptı, peynirli. Yağ içinde yüzen makarnalar ve peynirler dünyanın en lezzetli yemeği gibiydi. Nasıl uyudum o gün hatırlamıyorum? Babam ertesi sabah erkenden gitti. Ben ve artık sahibi olduğum saçma sapan bir evim vardı. Cebimde borç harç biraz para vardı. Koşa koşa en yakın büfeye koştum, okula falan gitmek gibi bir gayem yoktu. Epey bira aldım kendime, evimde ayaklarımı uzatıp, çekmeyen televizyona bağladığım saçma sapan kablo ile trt falan izleyecektim. O salak alet çalışmayınca, radyoyu hoparlöre alıp, ne çıkarsa dinlemeye başladım. O zamanlar ki telefonların en iyi özelliğiydi bu bence. Öğleden sonra olduğunda sızıp kalmışım. Kalktığımda salak gibiydim. Buz gibi su ile duş falan alıp, yaşayacağım yeri tanımaya çıktım. Küpelerimi taktım önce, sokakta bana ters ters bakanları fişleyecek, oradakiler ile sohbet etmeyecektim. Bana samimi davrananlar ile alışveriş yapacak, onlar ile ilişki kuracaktım. Öyle de yaptım. Ne kadar absürt reaksiyonlar aldım, anlatsam aklınız durur. Birkaç gün böyle geçtikten sonra okula gitmeye karar verdim. Kimdi arkadaşlarım merak ettim. Birçoğu ile sohbet dahi etmedim. Kendimce birilerini arıyordum, neden bilmiyorum? konuşmaya, anlatmaya ihtiyaç duyuyordum. Bir anarşist ile tanıştım o filtre sonrasında veya denk geldi bilmiyorum. Bir şekilde kendi evimdeki tüpü çalıp, onun evine yerleştim biraz zaman sonra. Ev arkadaşım ve yeni evim oldu. Hem de daha ucuzdu. Babama bir sürü şikayet telefonu gelmiş benimle ilgili, ama o ne bana söyledi bunu o zamanlar da, ne de zararı karşılayabildi maddi olarak. Sanırım adam da, bir tüp ve yarım kira için bu kadar dert etmedi kendine durumu. Konu kapandı gitti. Ev arkadaşım ile çok iyi anlaştık önceleri, sonra parasızlık geldi çattı. Babamlar bir lira gönderemiyorlar bana ve bende talep edemiyorum. Kredim yatana kadar ne yapıp edip sevdirdim kendimi ve her borcumu ocak ayında yatacak olan devlet kredisine erteledim. Kendimi sevdirmeyi hiç istemezdim mesela, ama beni sevmeseydi anarşist de kabul etmezdi ona kira veremeyişimi. Paran yoksa eğer, çektiğim otostopta dahi, paran yerine sohbetin vardır. Bindiğin araçta uyumak lükstür ve bu lüksü kimse karşılamaz. Arabasına alan insan o gibi ve onun istediği kadarını bekler senden. Paran yoksa, onun istediği kadarsındır yani. Bu düzende böyle olmak zorunluluğu devlet garantisindedir. Neyse uzatmayayım, anarşist ile kitaplar okuyor, okuduğumuz kitaplarda teorik tartışmalar yapmaya başlıyoruz. Teorik dediysem, öyle Bakunin, Proudhon falan tartıştığımızdan değil. Orwell tartışıyoruz, Sovyetler eleştirisi üzerine falan konuşuyoruz. Yani anti-sosyalizm propagandası üzerinde dönüp duruyoruz. Zaten bizim anarşistinde istediği bu. Bir yere varmadı tartışmalarımız, ne ben anarşist oldum, ne o komünist. Yani bende komünist değildim ama olsun işte değiştiremedik birbirimizi. Sonunda üçüncüyü aldık eve. Ortalık kızıştı o günden sonra iyice. Ben kirayı veremeyince uzunca, olaylar oldu. Bulaşığı yıkadım evde, temizlik kitlendi bana hep falan. İş buldum kendime, haftalık yetmiş liraya. Asgari ücretin 1%4'ü ne tekabül ediyor o zamanlar. Ama kira falan çıkacak işte. Ev arkadaşlarım ile problemler büyüyünce, evde hep bir kriz yaşandı ve beni gönderemeyince evden, eşyalara sahip olmalarına rağmen çıkıp gittiler. Bana bir yorganım, bir halım, bir de elbiselerim kaldı. Kış günü fotoğrafçı olarak çalıştığım dükkandan aldığım, küçücük soba ile kaldım, bok çuvalı gibi. Yoktu param ve hiç olmayacaktı ihtiyacım olduğu kadarı. Onlar evden eşyaları alırken, ben işteydim ve akşam manzara ile karşılaştığımda çöküp kaldım evin ortasında. Ama güçlü kalmam gerekiyordu. Kalan birkaç eşyayı almaya geldiklerinde eve, onları, borca aldığım ufak rakım ve pet bardağım ile karşıladım. Birkaç söz dalaşı dışında olay çıkmadı. Gittiğinde tüm eşya ve insanlar ağladım hüngür hüngür. O güçlü durmaya çalışmalar çok yormuştu bedenimi. Parasızdım çalışmama rağmen ve daha zor bir süreç vardı önümde artık.

ölmek kolay değil

dirsegi iskemleye dayali
Anlatayım mı öldüğüm günü? İlkinde, evin kapısını döven yumrukla öldüm ben. İlk defa orada çaresizdim, sahipsiz bir yavru köpek gibi. Bütün kötülüklere gebe bir çıkmaz sokakta sıkışıp kalmıştım. Atamadım üstümden o korkuyu hiç. Kapı zili, kapı tokmağı, kapı, kap hiçbir şey görmek istemedim uzunca bir süre. Denk mi geldi tetiklendi mi bilmem? O sıra apandisit ameliyatı olmaya hastaneye yatırdılar beni. Birkaç saçma olay akabinde kendimi bir hastanenin kapısından, tekerlekli sandalye ile alınır vaziyette buldum. Korkudan içim sökülüyordu on dakika öncesine kadar. Sağlıkta piyasalaşmanın etkisini ilk o zaman gördüm. Param ile özel hastanede, özel ilgiye sahip olacağım gerçeğini bilmek, hastane kapısını cennet kapısı yapmıştı. Huzur aramaya ilk o zamanlar başladım, çünkü o kapının eşiğinde, tekerlekli sandalyenin üstünde tattım ilk defa. Sonra birkaç tetkik, hooop ameliyathane yolları. 1,2,3,4,5 ve zzz… derin bir uyku. Çıktığımda narkoz etkisiyle ereksiyon falan olmuşum, mavi ameliyat önlüğü ile, olaya bak. Manzarayı tahayyül etmeye dahi utanıyorum hala. Hasta bakıcı ve hemşireler kıkırdaya kıkırdaya yatırmışlar beni yatağa. Normal, ben olsam bende kıkırdardım. Çünkü komik. Ama ergenliğin baharı ya, yadırganmadan kıkırdanıyor sana falan. İki gün geçti hastanede, ziyarete gelen birkaç arkadaştan bir iki tane sigara aldım, tuvalete çıkmamı dört gözle bekliyor millet taburcu etmek için, ben habire tuvalete gidiyorum. Her çıktığımda soruyorlar, 'naptın, yapabildin mi' diye, bende yalanımız çıkmasın ortaya diye 'yanlış alarm' diyorum. Bizimkiler de yemiyor tabi ama yemiş gibi yapıyorlar. Kötü zamanlar yaşıyorum sonuçta ve dikişliyim. Anlayış ile karşılıyorlar sigara tüttürmemi. Tuvaletteki o yangın fışkıyesi nasıl çalışmadı bilmiyorum? yani Hollywood filmleri olmasa fışkiyelere olan inancımı yitireceğim neredeyse. Neyse ikinci gün sonunda doktor artık eve gidebilirsiniz dedi. döndüm babama ve ağlamaklı gözlerle 'bir gece daha kalayım burada' dedim. Korkuyordum eve gittiğimde kapı çalar diye. Evet pahalıydı ama umrumda değildi, bir gece daha huzur istiyordum. Borç harç kaldım bir gece daha hastanede. Cennetten de kovulmuştum yani parasızlıktan. Sonrası korku nöbetleri, belirli saatlerde gelen falan. Akabinde babamın cezaevi serüvenleri ve ailenin -nedendir bilinmez günah keçisi ben. Cepte bir kuruş parasız, ev ile cezaevi arası mekik dokumalar. Sonra cezaevlerinden korkmaya başladım bende. Çünkü babamı aldılar ve bir ton sorumluluk bindi üstüme. Anneme göz kulak olacak, üniversitede olan abimin içini rahatlatacak cümleler kuracak, babama battaniye taşıyacak, kira-elektrik-su-mutfak masrafları için eş-dosttan borç para tahsilatına çıkacaktım. Vel hasıl öyle de oldu. Bende cezaevlerinden korkmaya başladım. Başıma açtıkları derde bakar mısın? Sonra uzaklaştım, yani kaçtım. Babam çıktı içeriden, çok yatmadı. Bende okula gidiyorum ayağına attım kendimi korkularımdan uzağa. Hırpalandım biraz. Parasızlıktan epey saçma işlerde çalışmak zorunda kaldım falan. Koymaz ama her emekçi çocuğu yaşıyor bunu sonuçta. Benim derdim korkularımı bırakamıyor oluşum oldu. Şimdi ben geldim, kaçtım ama, ya sevdiğim insanlar. Ya onlarda ben kadar kapılardan falan korkuyorsa düşüncesi… ilk bunalım diyorum ben buna. Sonra bunalıma girmeyi öğrendim. Kalp çarpıntıları vesaire, bunlar Edip Cansever'den öğrendiğim şeyler değil. Onun kadar yaşadım, eminim.

Ölmek öyle ha deyince, kolay değil. Anlatacağım bunun devamını, bir kere değil on kere bu düzenin beni öldürdüğünü.

yazarların anlattıkları

dirsegi iskemleye dayali
Mustafa diyelim bana şimdilik, 80 milyonun ¼'üne tekabül ederim en azından. Toplumdan hissedebilirim kendimi ismim sayesinde. Belli ki beni dışlamaya veya kabullenememeye meyilli bir yapımız var. Yapımız var diyorum çünkü ben buradan birisiyim, burasıyım ben, buradayım. Modern değiliz falan yaftasında değilim yanlış anlaşılmasın, ağır bir dinci gerici saldırı altındayız. Yani bu sadece on altı yıllık bir mesele değil. Tarihsel olarak içinde bulunduğumuz coğrafya hep bir adım ileri iki adım geri mantığı ile yürüdü, yürümeye devam ediyor. İlk çağ filozoflarını da çıkardı bu topraklar, orta çağ karanlığını da yaşadı her hücresinde. Hadi mevcut tarihsel referansımız olan cumhuriyet tarihimize bakalım, o da farksız değil bu yaşananlardan. Eksikli dahi olsa bir uzun atlama ile toprak paylaşım savaşları sırasında koruduk ön bahçemizi, ama bacadan başka bir istila geleceğinden bi haber gibi davrandık. Bilip bilmemezlikten geldik. Böyleyiz biraz, kültürel çeşitlilik var kültürümüzün kendisinde. Fakat başımıza gelenler kültürel çeşitliliği korumak adına olmadı, sadece bıçağımız kesmedi o zaman, silahımız sıkmadı, dilimiz lal, kulaklar sağır, gözler kör kaldı. Ekonomik koşulları vardı bu üç maymunu oynayışın. Hak verip vermemekten bağımsız söylüyorum bunları. Somut durum işte. Böyle böyle geldik 21.yy'a. Girizgah bir hayli uzun oldu farkındayım, uzatmak maksadında değilim. Bizim söküp atamadığımız gericilik, o günden bugüne bir şeyleri, bir yerlerde, bir şekilde kapsattırmıyor bize. Hepimiz aynı olalım demiyorum, sakin olun şampiyonlar. Farklı oluşların buluştuğu zemine kavuşalım diyorum. Bu zemin mevcut düzen içerisinde herhangi bir siyasi özne ile mümkün dahi değil diyorum sadece. O başka mesele. Ben şimdi asıl konuya geleceğim. Efsane ayrıksı bir adamdan bahsedeceğim. Yani toplumun onu marjinalize etmesine gerek olmayan, onun bir şekilde marjinalleştiği kişiye. Bile isteye değildi bu, ama yaşanırdı. Gözlerim ile gördüm bunları. Komünistler ile birlikte mutlu olamayan, faşistin komünist diye ittiği, dincinin alevi, alevinin allahsız, allahsızın da kuralsız diye dışladığı bir adam. Anarşistin sosyalist olmakla, liberalin anarşist olmakla yaftaladığı birisi. Biraz Foucault tarzı oldu gibi, yani kendisi belki de biraz etkilenmişti Foucault'tan onu bilemem ama bildiğim onun ideolojilerden bağımsız hareket edilemeyeceğine emin oluşuydu. Yani Foucault'tan da ayrılıyordu bir şekilde. Bu onun kafasının mı karışıklığındandı bilmem?
Bir şizofren babası, melek bir annesi, pamuk bir babaannesi, kötü gün adamı bir amcası vardı. Bildiklerim bunlar geçmişinden, zaten ben varken onun yanında, hayatına girenleri yazsam okumaya hevesi olan da orada bırakır. Bunları neden anlattığımı unuttum şimdi, kendimi de biraz kötü hisettim. Bu adama başka bir zaman daha detaylı anlatacağıma emin olabilirsiniz. Neyse kurtuldu gidenler, yani en azından bazıları için kurtuldu diyebiliyorum.

cemal süreya

dirsegi iskemleye dayali
Kurt diye bir şiir yazmıştır bu zat, köpekle kavga edeninden hani. dikmiş karşı karşıya bu ikisini, doğurtmuş kurda kendi zebanisini.
al götür beni de be üstadım, al götür gittiğin en kötü yere. senin yanında olanlara götür beni de.

Köpek, diliyle içer suyu
Kurt, soluğuyla

Yüreğinin kokusunu taşır
Boynundaki kutup çiçeği
Öfkeli değil lacivert
Yırtıcı değil sıcak.
Kurt: büyük karbonun sesi
Karanlıktan çağlayarak
Atardamarıyla koşar,
Ulur gözlerinin arasıyla.

Kıt karınlı, iki mevsimli
Yazları kızıl kışları ak
Bir şimdiki zaman içinde
Belleğini örttükçe tipi
Unutuşun gri tipisi
Yorgun atların tarazlı tipisi
Ay tutulur gözlerinde
Kaçar ufuk
Bulanır gezegen.

Erzurum'da Horasan'da
Bütün kuzey yarıkürede
Çağlar boyunca kurt
Yekpare bir kemik halinde
Tek bir kurtta yaşadı
Sonra papağanlar geldi
Gözlüklü yılan Hint'ten geldi
Maymunlar Madagaskar'dan
Ornitorenk Avustralya'dan
Denizler büyüdü
Gece azaldı.

Kurt, soluğuyla içer suyu
Köpek, diliyle

Köpek: ılık profesyoneli
İpeğin, camın, korunun
Eti havayla dolu
Burnunda sinir, kıçında peri
Bakkal, tefeci, orospu
Hayvan hikayesi düzenlerin
Ve tanrının koyunlarını
Güden çobanın dostu

Ödleriyle öten kuşlar gibi
Havlaya havlaya kirlenir
Düşen kulaklarıyla birlikte
Buruşur sevinci
Ama diktiler mi kurdun karşısına
Ağzı cehennemleşir.

Kurt altı yavru doğurur
Köpek olur bunlardan biri

bilahare

dirsegi iskemleye dayali
kendisi arapça kökenli olmakla birlikte, cümle içerisinde kullanılırken ısrar edilmemesi gereken bir kelimedir.
bir kızgınlık halinin oluştuğu masada otururken, konu kapansın diye 'bilahare konuşuruz, anlatırım' demiştim, sanki duymamazlıktan gelir gibi konu uzamaya devam ediyordu, bir iki defa daha tekrar etmek durumunda kalınca sonunda patlattım arkadaşı ve 'bilmiyorum bilahareyi lan ben diye' çıkışıverdi kızcağız. bende de alkol etkisi var herhalde bir türlü sonra demedim, diyemedim. illa böyle anlayacak beni inadım tuttu zahir. son tahlilde öğretmiş olmanın haklı gururunu yaşadım ve yaşıyorum. konuyu amma da uzattım, elime bulaştı sanki çam sakızı misali, sildikçe bulaşıyor her bir yerime. konuyu kapatamıyorum hala. yeter artık bitiriyorum. bilahare neden tartışma çıktığını da yazacağım. şimdilik esenlikler.
0 /