evde zaman geçirmek

kombiwankenobi
Yine olayı cinsiyetleştiren birkaç pelikanlı görüyorum.
Beşyüz gün evde durmaya kimse katlanamaz.
Ancak yoğun geçen günlerin ardından üç beş gün full dinlenmeye kimsenin bir şey diyeceğini sanmıyorum.
bouii
Cinsiyetten bağımsız bir süre sonra insanı boğan ve değil dinlenmek daha fazla yorgun hissetmenize neden olan eylemdir. Kendi konforlu alanımız gün içindeki tüm yorgunlukla, kapıyı açınca göze güzel geliyor yoksa her gün dört duvar arası salon, mutfak, yatak odası hayatının kimsenin hayali olduğunu zannetmiyorum.
rene
Çok fazla sayıda insan için bir lüks aslında evde kendine zaman ayırmak. Yoğun iş temposu buna müsaade etmiyor çünkü. Veya arta kalan zamanda sindire sindire tadına varamıyor insanlar. Ve bence türkiye'de ki mutsuzluk oranıyla "kendisine zaman ayırmama, kendisiyle ilgilenmeme" orantılı. İnsanlar kendisini başkalarının sözlerinde, yorumlarında ve bakışlarında tanıyorlar, kendilerini dinlemeyip kendileriyle konuşmayıp, gerçek "ben"i başka hayatlarda tutundukları kadarıyla biliyorlar.
ontolojik sancilarimin merhemi
Zaman algınızı yitirmenizle sonuçlanabilir. Zaman hızla akar, sabahlar, geceye karışır. Bugün aslında dündü, dün aslında bugündü karmaşası içinde geçip gidebilir her şey. Bu, zihninizi neye-nasıl entegre ettiğiniz ile de ilgili bir durum aslında. Kendinizi beslemek önemli. Bazen herhangi bir şey olup hayatımıza öyle devam etmek fikri çekici gelmeyebilir. hiçbir şey olmak var; bu aynı zamanda en az her şey olma olasılığı da demektir. keşfi sevmek gerek. sıkılmayı değerli bir meziyet olarak görmek, kişinin kendisine has meditasyonlarının olması gerek.
esdemirei
(Bu başlık yorumlamaya açık olduğu için kendimden örnek vermek zorundayım)

İş başvurum için gerekli materyalı beklediğimden haftanın 5 gününü spor için 1-1,5 saat, diğer 2 günü de gittiğim dil kursu için trafik dahil 7 saat dışarı çıkan biriyim. Çıktığım zamanlarda çıldırmadan eve dönme olasılığım çok düşüktür.

Örneğin kurs için Fatih'e giderken 1 saatim gidiyor. Geri dönmesi de 40 dakika civarı. İstanbul'da yaşayan her insan gününün ortalama 100 dakikasını trafikte geçiriyormuş. 100 dakika. Az bir süre değil. Geçirdiğim zamanda otobüsteki insanlara bakıyorum. Havasız kalmış otobüste camı keyfiye kapatıyorlar, sırt çantalarını sırtından indirmeyip sırtına keyfiye sürtüyorlar, yüzüne hapşuruyorlar/aksırıyorlar/pıskırıyorlar, yer verme konusunda sözde duyar kasıyorlar. Bunları görmezden geldin diyelim. Sokakta gelişigüzel park etmiş araçlar, çarpık ilçe/mahalle yapılaşması yüzünden her 1 dakikada bir duruyorsun. Durmadın diyelim. Şu üstteki iki unsur yüzünden belli başlı yere geldin mi "Bu yerde trafiğe yakalanmayalım, abi" diyorsun dedin mi trafiğe yakalanıyorsun. Eninde sonunda çıldırıyorsun.

Örneğin spor için parka gidiyorum. Yürüyüş yapıyorum. Yediği çekirdeğin kabuğunu, sigara izmaritlerini ve yiyecek/içecek muhafazalarını yere atıyorlar, parktaki alet-edevatları hor kullanıyorlar ve başıboş-sağa sola sataşan köpekleri alan bazı çocuklar gelenleri korkutuyorlar. Ne yaptığın yürüyüşten ne bindiğin spor aletlerinden ne de soluduğun havadan tat alamıyorsun. Zaten çarpık binalaşma, yetersiz ağaç sayısına girmiyorum.

Dışarıda bir şey yiyeyim diyorsun. Neyin nasıl yapıldığını bilmiyorsun, karnın doymuyor, devlet ve piyasa esnafın cebini bazı şeylerle yakarken esnafta vatandaşın ceplerini bu niteliksiz yemeklerle yakıyor.

Şu üçü bile benim dışarıda zaman geçirmeme engel. Eve geldim mi huzura kavuşuyorum. Canım bir şey mi çekti. Marketten alıp evde kendim hazırlıyorum. El maharetim vardır. Elimin altında internet var. Bazen belgesel izlerim, bazen müzik dinlerim, bazense dil üzerine yazılar okurum. Sudoku çözerim, rubik küpümle oynarım. İki muhabbet kuşum var. O ikisiyle oynamaya başladım mı zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.

10 yıl önce dört duvar içinde zaman geçirenler hayıflanırken şimdi insanlar dört duvarda huzuru kendilerinde bulmaya çalışıyorlar.