başka bir dünyanın, boyutun varlığını sezip orada olmak isteyip orada olamamak gibi bir şey aşık olmak. Daha doğrusu, aşık olmanın ulaşamamak ya da yaşayamamakla insan üzerinde oluşturduğu etki.
İnsan aşık olduğunda sürekli aşık olduğunu düşünmüyorum. Daha doğrusu onun kaşı, gözü, varlığı değil düşünülen. Elbette o karanlığın içine düşen güneş gibi düşüyor insanın içinde akla gelince. Gözler kamaşıyor. Etrafınızı duyamaz oluyorsunuz. Karanlığın sızısı içinde bütün renkleri ve şeyleri parlatan bu ışığa bakakalıyorsunuz. Dalgınlık dedikleri hal.
Düşünülen şey aslında o değil de onunla olma hali. Onunla konuşmak, onu duymak, ona söylemek. Bir evren yaratılıyor adeta. O bu evrende maddenin içindeki enerji halini alıyor. Canlılığa üflenen nur oluyor o. İşte insan, bu evreni duyuyor, hissediyor fakat orada olamıyor gibi bir hal alıyor.
O evreni düşünmek, evreni düşler ve düşün içinde kendin unuturken eşsiz bir tat, o evrende olmadığını olamayacağını ya da o evrenin tek kişilik bir hayal sahnesi olduğunu fark ederken bir ızdırap halini alıyor. Sürekli olarak masvam gökler ve gri fırtınalı bulutlar arasında geçiş yapıp durmak gibi.
Bu sebeple aşk duygusunun insanları sonsuzluk inancına, ilahi aşka götürmesine şaşırmam. Çünkü gerçekten arzulanan, hissedilen başka bir boyuta dönüyor insanın algıları, hisleri. Gerçek dünyayla olan kopuşlar, aşık mısın diye insanlara sorduran dalgınlık kendini bilmezlik hali de bundan.
Bu dünyanın bir de, bizim aşkımızla aynı şekilde karşı tarafın aşkını yaşadığını zannettiren, biz merkezli bir yönü de var. Aşkı yaşarken. Karşılıksız olduğunda ise, insan bu hislerinin karşılıksız olduğunu kabul edemiyor, anlayamıyor daha doğrusu.sanki bu olan iki evren arasında bir köprüdür. Oysa bazen sizden ona uzanan fakat tutunamayan sarmaşık filizlerinden fazlası değildir.