gazete duvar'dan irfan aktan yakın zaman önce selahattin demirtaş'a 33 aydın ve gazetecinin sorularını iletti. bu soruların cevapları arasında demirtaş'ın başlığa konan cümlesidir. mülakattan bazı kısımlar paylaşıyorum.
Fehim Taştekin (Gazeteci): Kimlerin mahpususunuz?
Emin ol kimsenin mahpusu değilim Fehim. En çok da, beni tutsak aldığını zannedenlere karşı olabildiğince özgürüm.
Gaye Boralıoğlu (Yazar): Edebiyatınızı tariflemeye kalksam, başvuracağım kelimelerin başında “hakiki” gelirdi. Yaşanmış olsa da olmasa da öykülerinizin hakikat dozu çok yüksek. Hayatta ve edebiyatta hakikat sizin için ne ifade ediyor?
Dünyadan Aşağı kitabını okudum, çok beğendim sevgili Gaye. Eline, yüreğine sağlık. “Hakiki olmak” benim için bir tercih değil. Ben hakiki olmak dışında hiçbir şey bilmiyorum ki. Bunun bir meziyet olarak görülmesi çok şaşırtıcı benim için. Belli bir yaşa kadar, herkesi hakiki sanırdım. Çok sonraları farkettim ki durum öyle değilmiş. İlk zamanlar kendimi aptal gibi hissettiğimi de itiraf etmeliyim. Daha sonra başka türlü olamayacağımı anlayınca, bu yönümle barışık yaşamayı öğrendim. Ve ben ne yapsam beni belirleyen hakikilik oluyor artık.
Gökçer Tahincioğlu (Gazeteci, yazar): Devran'da bütün fukaralığa, çaresizliğe, hayal kırıklıklarına rağmen dışarıya sızan bir umut, anlama ve anlatma çabası var. Kitap, yıllarını cezaevi kapısında geçiren anne ve babanıza armağan edilmiş. İstanbul seçiminin iptal edildiği gün ise gördüğümüz bir tablo vardı.Öcalan'la avukatların görüşmesinden sonra başlayan, HDP'ye yönelik önyargılı sözler ve suçlamalar, Gezi'ye kadar uzanan eleştiriler. Buna karşılık HDP seçmenlerinden gelen “siz neredeydiniz” karşılığı. Edebiyat, bu makası kapatabilir mi? Anlamak ve yeni bir dil inşası, üstelik çok kolayca karşıt siyaset üretilirken mümkün mü? Neden umutlu olmalıyız?
“Mühür” romanın güzeldi Gökçer, eline sağlık. Ortak arkadaşımız Kemal Göktaş'a da selam söyle lütfen. Onun da yazılarını takip ediyorum. Sözünü ettiğin makasın, kutuplaşmanın, fanatikliğin veya önyargıların ortadan kaldırılması çok kolay bir iş değil. Bu konuda edebiyatın büyük desteği olacağından şüphem yok ama, o da yetmez. Sanat, felsefe, alternatif tarih, hatta mitolojinin de siyaseti (ve de dilini) belirleyebilmesini sağlamak gerekir. Üstünkörü edinilmiş bir siyasi bilinçle yapılan her türlü siyaset kabadır, ötekileştiricidir ve makasların daha fazla açılmasından başkaca bir sonuç doğurmaz. Sorun çözmediği gibi, sürekli yeni sorun üretir. Peki neden umutlu olmalıyız? Çünkü öyle gerekiyor.
Hatice Kamer (Gazeteci): Abdullah Öcalan'ın avukatlarıyla görüşmesini hükümetin İstanbul seçimlerinde Kürtlerin oylarını almak için yaptığı bir hamle olarak yorumlayanlar oldu. Siz bu yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşanan bunca acı deneyime rağmen, meselelerin bu kadar basit yaklaşımlarla ele alınmasına üzülüyorum. 200 gündür açlık grevleriyle, ölüm oruçlarıyla, içerde ve dışarıda direnen annelerin kararlı duruşlarıyla yürüyen direniş ruhunu, saygısızca hiçleştirmekten kaçınmak gerekir. İnsanlar, ölüm sınırında ve bu direnişin talebine hiç değilse saygı duymak yerine, bu talebi ve gelişmeleri ucuz pazarlıkların malzemesiymiş gibi sunmak, tek kelimeyle ayıptır. Bu şekilde yazıp çizenlerden, biraz empati yapmalarını rica ediyorum. Cezaevinde (veya dışarıda) 200 gündür açsınız, her an ölebilirsiniz. Ve tam o esnada, talebinize dair olumlu bir gelişme yaşanıyor, siz devamının gelmesini beklerken, birileri çıkıp “Hayır hayır bu sayılmaz, bu seçim için atılmış bir adımdır.” deyip gelişmeyi anlamsız kılmaya çalışıyor. Size de resmen öl demiş oluyor. Evet ayıptır, biraz vicdan lütfen. Bu soru vesilesiyle, biraz içimi dökmüş oldum sevgili Hatice, sağol.
Kemal Varol (Yazar): Siz çok sıkıntılı zamanlarda insan hakları mücadelesinin içinde oldunuz. Tanık olduğunuz nice haksızlık, trajediler, insan hikâyeleri… Ama buna rağmen gerek politikada gerekse de öykücülüğünüzde ironiyi güçlü bir enstrüman olarak kullandınız hep. İroninin sizdeki ve acılı bir toplumdaki karşılığı nedir?
1994'te Diyarbakır Emniyetinde 15 gün gözaltında kaldım sevgili Kemal. Onca sorgunun, zulmün, korkunun ve acının içinde ne kadar espri yapıp güldüğümüzü anlatamam. Gözaltı arkadaşlarım, bunun tanığıdır. Acıyı bal eylemeden, onunla baş edemiyorum ben. Acıların bizi teslim almasını, hayatımızı, tüm geleceğimizi belirlemesini kabul edemiyorum. Yaşadığı acı ve kederle olgunlaşan, bunu her an yüreğinde hissederek taşıyanları kastetmiyorum elbette ama acıyı mühim ve ciddi bir “aksesuar” gibi yüzlerinde taşıyarak, acıyı dibine kadar sömürenleri de rahatsız edici buluyorum. İroniyi de, mizahı da hem acıyla baş edebilmenin, hem zulme karşı daha etkili mücadele edebilmenin, hem de kendini daha kolay, çarpıcı anlatabilmenin yolu olarak görüyorum. Bunu hafife alanlara da gülüp geçiyorum. Çünkü ben espri yaparken çok ciddiyim, şakam yoktur. Toplum halinde yaşanan kolektif travmalara karşı dayanışmayı, umudu ve coşkuyu var edebilmek için de; ironiyi, espriyi yani “gülmeyi” küçümsemek yerine, ciddiye alıp ağız dolusu gülmek en iyisidir. Son kitabın Jar'ı çok beğendim, kutluyorum, eline sağlık.
Mehveş Evin (Gazeteci): Ekrem İmamoğlu ve CHP'nin İstanbul siyasetini nasıl değerlendiriyorsunuz? İmamoğlu, Türkiye'nin demokratikleşmesi adına bir umut mu? 31 Mart'taki gibi 23 Haziran için de seçmenlere bir çağrı yapacak mısınız?
Kutuplaştırma, öfke dili ve gerilimden usanmış topluma daha birleştirici, kucaklayan bir dille seslenmek ve bunu inanarak yapmak önemlidir. Toplum da buna değer veriyor haklı olarak. Ben dışarıdayken de çok defa söylediğim gibi, umudu kişilere bağlamak doğru olmaz. İlkelere ve bu ilkeler etrafında birleşmiş daha geniş mücadele birliklerine ihtiyaç var. Herkesin demokrasi cephesi gibi kolektif yapıların oluşmasına destek vermesi ve böylesi yapıların parçası olarak mücadele etmesi daha elzemdir. Kişiler üzerinden yürüyen mücadeleler, demokrasi kültürünün oluşmasına yeterli ve kalıcı katkı sağlamaz. Sayın İmamoğlu'nun da mevcut pozisyonunu ve haklı halk desteğini kalıcı hale getirebilmesinin yolu budur. 23 Haziran seçimine ilişkin partim HDP tavrını ortaya koyuyor zaten. Benim de bundan farklı bir tutumum olmaz. Gelişmeleri izleyip, neler yapabileceğimizi partimle istişare edeceğim elbette. A'dan Z'ye Buraya Nasıl Geldik kitabını okudum, çok başarılıydı. Eline, emeğine sağlık.
Nadire Mater (Gazeteci): 23 Haziran seçiminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olsaydınız, ana sloganınız, sloganlarınız ne, neler olurdu? Nasıl bir İstanbul vaat ederdiniz ki, bu farklılıklar/farklar sadece size oy verenleri değil, size oy vermeyi aklından geçirmeyenlerin bile sandık başında bir an da olsa Demirtaş'ı düşündürtecek kadar gönüllerini çelerdi?
Doğrudan demokrasinin hayata geçebilmesi için gerekenleri yapardım. Bütün ilçelerdeki bütün meydanlara ücretsiz ve hızlı wi-fi bağlantısı sağlardım. Özel bir kodla herkesin telefonuna yüklenmiş programlarla, isteyen herkesin belediye meclisinin ve belediye başkanının alacağı tüm kararlar için online oylamaya katılabilmesinin yolunu açardım. Karar alma, öneride bulunma, eleştiri yapma ve denetleme süreçlerinin tamamı tüm İstanbullulara açık hale gelinceye kadar bunu yaygınlaştırırdım. Bu şekilde referanduma tabi tutulmamış hiçbir kararı almaz ve uygulamazdım. Gerçek bir halk demokrasisi inşa etmeden yapılacak her şey az ya da çok aldatmacadır. Demokrasi kültürünü geliştirmeden ne farklılıkları bir arada yaşatabiliriz ne emek ve doğa sömürüsünü engelleyebilir ne de talanı, yolsuzluğu, hırsızlığı önleyebiliriz. Bütün billboardlara koyacağım aynanın üzerine de seçim sloganımızı yazardım: “İstanbul'un yeni belediye başkanı. Lütfen daha yakından bakın 🙂 ” Selamlar, sevgili Nadire Mater.
Selin Girit (Gazeteci): 23 Haziran seçimlerinden yalnızca 4-5 gün önce, halen tutukluluk halinizin devamına neden olan yargılandığınız davanın son duruşması yapılacak. Bazı medya organlarında HDP ile AKP arasında sizin tahliyeniz üzerinden bir pazarlık yürütüldüğü yönünde iddialar yer aldı. Böylesi bir pazarlık söz konusu mu? 19 Haziran'da tahliye kararı bekliyor musunuz? Olası tahliyenizin HDP seçmeninin 23 Haziran'daki tercihini nasıl etkileyeceğini öngörüyorsunuz?
Selin Hanım, dışarıdan nasıl görüyorsunuz bilmiyorum ama faşizme karşı en güçlü mücadeleyi yürütüyor olmamıza, her dönemde en ağır bedelleri ödüyor olmamıza rağmen halen bizleri ucuz, ilkesiz pazarlıkların partisi olarak görmekte ısrar edenlere söyleyecek söz bulamıyorum. Sorunuzda yer verdiğiniz türden bir pazarlığı yapacak tıynette olsaydık iki buçuk yıldır burada olmazdık zaten. Demokrasinin, barışın imkanlarını artırmak, her fırsatı ilkesel bir kazanıma dönüştürmek için de AKP dahil tüm partilerle TBMM çatısı altında görüşme yapılmasına da asla karşı değilim. Siyasi partilerin işi bir yandan kesintisiz mücadeleyi sürdürürken diğer yandan bu direnişin diplomasisini, siyasetini yapmaktır. Herkese mübah olanın HDP'ye haram kılınması asla kabul edilemez. Diğer bütün partiler her fırsatta bir araya gelerek ortak çıkarları etrafında diyaloglar geliştirirken bunun adı siyaset oluyor da HDP herhangi bir partiyle diyalog kurunca bunun adı neden pazarlık oluyor? Kaldı ki, HDP de kendi ilke ve çıkarları doğrultusunda pazarlık yapabilir, bu da onun hakkıdır. Fakat güya benim tahliyem üzerinden HDP seçmeninin iradesini peşkeş çekeceğimiz iması bile nahoştur. Bu iddia o kadar boştur ki, benim 4 yıl 8 ay uyduruk bir cezayla başka bir davadan hükümlü olduğumu bile göz ardı ediyorlar. Bu tür yaklaşımlar aşağılayıcı, küçük düşürücüdür. Biz direne direne kazanıyoruz, dilene dilene değil. Herkesin içi rahat olsun ve bize güvenmeye devam etsin diyorum.
Sema Kaygusuz (Yazar): Sevgili Selahattin Demirtaş, öncelikle size ve koğuş arkadaşınız HDP Hakkari Milletvekili Abdullah Zeydan'a biraz daha sabır ve dirayet diliyorum. Tutsaklıkla geçen günlerinizi siyasi etkinizi sürdürmenizden başka beklenmedik bir yaratıcılıkla sanatsal bir direnişe dönüştürmüş olmanıza kişisel olarak ne kadar saygı duyduğumu söylemek isterim. Benim sorum şöyle: Son yerel seçimlerde Kürtler yalnızca seçmen bireylere indirgenmiş görünüyor. Seçim yapmadıkları sürece görünmezleşeceklermiş gibi. CHP açısından demokratik güç birliği yapılan aktif politik bir kitle olarak çekingen bir dille savunulurken, AKP ve MHP açısından kendilerine oy vermedikleri sürece potansiyel suçlu olarak gösterilmeye devam ediliyorlar. Ancak iktidarı hoşnut ederlerse asıl Kürt olabileceklermiş gibi. Kimse Kürt'ün geçmediği bir cümle kurmuyor artık. Gelgelelim son derece yararcı, içeriksiz, neredeyse demokratik Kürt siyasi hareketinden kopuk bağlamlarda, Kürt kimliği dillerden düşmüyor. Bu Kürt olmadan yapamamak hali bir kazanım mı sizce, yoksa Bağlar'da, Mardin'de, Cizre'de, Kars'ta yaşananları toplumun gözünde sıradanlaştıran, hatta Kürdün hak arayışını nadasa bırakan bir bekleme dönemi mi? Bu ikircikli pozisyondan ne anlamlar çıkarıyorsunuz?
Sevgili Sema, öncelikle Abdullah Zeydan arkadaşımın içten selamlarını hepinize iletiyorum. Soruda altını çizdiğin noktalara katılmamak mümkün değil. AKP, CHP ve MHP'ye göre Kürt var ama bu “Kürt”ün sadece seçmen kağıdı var. Bir anadili, kendine ait bir kültürü, kadim bir coğrafyası, sorunları, talepleri, acıları var mı yok mu belli değil. “Kürt” kavramının bu haliyle dolaşıma sokulması Kürt halkı açısından büyük bir kazanım değildir. Şüphesiz ki her Kürt, diğer etinisitelerden insanlar gibi birer bireydir. Ama aynı zamanda “Kürt halkı” diye bir gerçeklik de var. Ve bu halkın, halk olmaktan kaynaklı kolektif hakları var. Bunları gündemleştirmeden, bu konuya ilişkin tek bir cümle kurmadan “Kürt kökenli seçmenler kime oy verecek” tartışması yapmak, devekuşu gibi başını kuma gömmektir. Her Kürt, istediği partiye oy vermekte özgür iradeye sahiptir. Ama hangi partiye, hangi gerekçeyle oy verirse versin, her Kürt'ün ortak ulusal, kültürel talepleri, istekleri, beklentileri vardır. Seçim dönemlerinde Kürtlerin salt seçmen kimlikleriyle ele alınması bunu yapanların kendi eksikliğidir. İşçilerden, çiftçilerden oy isterken onların taleplerini görmezden gelemeyenlerin, koca bir halkın oyuna talip olurken onu “joker seçmen” gibi görmesi o halka hakarettir. Kürtler de özellikle 23 Haziran seçimine giderken bütün bunları değerlendirerek bir karar verecektir mutlaka. Aramızdaki Ağaç kitabın gözümün önünde, okunmayı bekliyor sevgili Sema. Eline, yüreğine, emeğine sağlık olsun. Sen yazmışsan zaten güzeldir muhakkak.
Yıldırım Türker (Gazeteci): Bu memleketin halklarına, hepimize ortak bir soru yöneltecek olsan, ne sorarsın?
Sevgili Yıldırım, hakikaten zor bir soru olmuş seninkisi. Bugüne kadar benden hep cevap istendi. İlk defa soru sormama fırsat veriliyor. Bunun için özel olarak teşekkür etmeliyim. Şunu sorsam olur mu acaba: “Oturmaktan bacaklarınız yorulmuştur. Şöyle yürüyelim mi biraz? Ha, ne dersiniz?”