Varoluşçuluk nedir?
şimdiye değin çeşitli karşılıklar verilmiş bir sorudur bu. sözgelişi, weil'e göre varoluşçuluk bir bunalım, mounier'ye göre umutsuzluk, hamelin'e göre bunaltı, banfi'ye göre kötümserlik, wahl'a göre başkaldırış, marcel'e göre özgürlük, lukacs'a göre idealizm (düşüncülük), benda'ya göre usdışıcılık (irrationalisme),foulquie'ye göre saçmalık felsefesidir. bu değişik karşılıklar varoluşçuluğu gereğince tanıtıyor mu bize? eski deyişle, «agyârım mâni, efrâdmı câmi» bir tanıma (tarife) varıyor mu? sanmıyorum.çünkü onlar, tanımlamaktan çok, varoluşçuluğun belli bir yanına parmak basıyorlar. belli bir özelliğini yada belirtisini ortaya koyuyorlar. üstelik abartarak, büyüterek...acaba varoluşçuluğun bütün temel özelliklerini kucaklayan bir tanımı yapılamaz mı? jean-paui sartre'a sorarsanız, bundan kolay bir şey yoktur: «varoluşçuluğu okurlara tanımlamak mı? çok kolay bir iştir bu! felsefe terimleriyle söylersek, her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin olarak bulunuş demektir. çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. hıyarlar, ancak hıyarlık özüne uyarak hıyar olurlar: bu düşünüş köklerim dinden alır. bir ev kurmak isteyen kimsenin, ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi gerekir: burada öz, varoluştan önce gelir. insanları tanrının yarattığına inanan kimseler ise şöyle düşünürler:tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine, göre var eder. öte yandan, inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: nesne, ancak özüne uyduğu zaman var olur. nitekim xviii. yüzyıl hep şuna inandı: bütün insanlara özgü (has) ortak bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğası'dır.
varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: insanda —ama yalnız insanda— varoluş özden önce gelir. bu demektir ki, insan önce vardır; sonra şöyle yada böyle olur. çünkü bu, özünü kendi yaratır. nasıl mı? şöyle: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır...görüldüğü gibi, gerçekte, sartre da tanımını yapmıyor varoluşçuluğun. onun birkaç ana özelliğini açıklamakla kalıyor. tümel bir tanıma ulaşmıyor. ulaşsaydı, «varoluş özden önce gelir» ilkesi apayrı yorumlara uğramazdı. jaspers, heidegger ve sartre gibi önde gelen varoluşçular ana konularda anlaşmazlığa düşmezlerdi. o kadar ki, varoluşçuların çoğu bu adı dahi benimsememiştir. örneğin, heidegger derslerinden birinde ona karşı konuşmuştur. jaspers, varoluşçuluğun varoluş felsefesini öldürdüğünü öne sürmüştür.
bazı düşünürler —örneğin tillich— bu çıkışın köklerini makinecilikte buluyorlar. makinenin üretimde kullanılması birtakım ters sonuçlar doğuruyor: bir yandan, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor. neredeyse, dönen çarkın bir vidası haline geliyor, nesneleşiyor. öbür yandan —sosyalistlerin
de söylediğine göre— makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda —hiçlikle karşı karşıya— yaşamak zorunda bırakıyor. bu aykırı durum, bireyin yavaş yavaş kişiliğinden olmasına, toplumda yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına, bunalmasına yol açıyor. giderek insanoğlu, sartre'm deyişiyle, «nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık» haline giriyor. «geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.» «tarih denen arabaya hayvanca koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen» bir varlık...