Ben bilmem ki tez falan yazmak. Yani tamam kimse bilmez belki ama ben öğrenemiyorum, katlanamıyorum da. Sorumluluk falan bunlar iyi şeyler de bilader ben sanırım sorumluluk sahibi insan değilim. Bak anlatayım dinle! Ben ne zaman yazmak için klavye başına geçsem, melankoli kokar oda, nem kaparım buluttan mesela, ağlamam ama hüzün çöker içime. Bu nedenmiş biliyor musun? Kendimi kandırıyormuşum. Yenilerde öğrendim bunu. Hani şu salak Bukowski'de şey dermiş ya, 'her sarhoş olma hali bir intihardır' diye. İşte bende de böyle oluyor sanırım. Beynim dopamin mi seratonin mi ne salgılamayı bilmiyormuş. Ben mesela yağmur sonrası havalarda mutlu oluyorum, yağmur yağarken mutlu oluyorum. Ilık rüzgar yüzüme çarparsa mutlu oluyorum, derin bir nefes almak bu havalarda mutlu ediyor beni veya derin bir yudum almak rakımdan mutlu ediyor beni. Mutlu olabiliyorum yani, ama bu mutluluklar süreklilik olduğu durumlarda hayatı felç ediyor sadece. Bu süreklilik olmadığı için bende sürekli mutlu olamıyorum. Herhalde kimse de sürekli mutlu olmak istemez tamam ama, mutsuzluğa katlanabilmekte güzel mesele. Hatta değerlendirebilmekte asıl mesele. Ben mutsuzluklarımı değerlendirirken mutlu oluyorum mesela. Ama bunun sürekliliği de felç ediyor hayatı/hayatımı. Çünkü bu eylemi gerçekleştirirken önce mutsuz olmam gerekiyor, yani mutlu olabilmek için sürekli mutsuz olmam gerekiyor. Kafam karışık sanırım bilmiyorum. Neyse bu karışıklıktan mütevellid gittim tanıdık bir psikoloğa, intihara meyil aleni zaten anladığınız üzere. Birkaç psikolojimden kaynaklanan ağrım sızım da varmış. Ben kanser hücresi taşıdığımı düşünüp, panik atak krizleri geçiriyordum. Daldan dala atlamak gibi olmasın ama iki can ciğer kuzu sarması arkadaşımı yitirdim. Birisi çok derinden mahvetmese de beni, öldükten sonra sürekli rüyalarıma gelip duruyor, 'ben ölmedim oğlum, onyedi aydır hastanedeydim' diyor. Daha ölmesinin üzerinden onyedi ay dahi geçmedi. O zamanı merak ediyorum çıkıp gelecek mi diye? Kuru boş salaklıklar işte, ama etkileniyor insan. İster istemez bekler halde buluyor kendini. Neyse ama ağrılarımın sebebi, diğer arkadaşım. Gerçek yoldaşım, iki gözümün çiçeği işte. O pankreas kanseri denilen bir illete tutuldu da öldü. Tanısı koyulmadan önce de, elini kaburgasının altına koyup 'buram ağrıyor' demişti. Tanısı koyulduğu gün itibari ile benim kaburgamın altı ağrımaya başladı lan. Ben fark etmedim önce. Yani öncesinde salak salak sistit falan gibi tanılar koyardım kendime, böbreğim ağrıyor derdim, içimde derin bir ağrı var derdim. Ne biliyim kendime tanı koymaya bayılıyorum herhalde, hastalık hastası gibi kendime hastalık üretirdim. Bu beni hayata küstürmezdi ama, yani günlük yaşantımın kısıtlanmasına izin vermezdim. Neyse işte uzatmıyalım, sürekli bir hastalık düşünme eğilimim oluştu. Filozof kemoterapi falan görmeye başlasa da çok sürmedi gitmesi. Çabuk gelişti her şey, bir anda oldu hatta. Üç gün önce sevgilim beni aldattı diye diz çöküp önünde dertleşiyordum, üç gün sonra o diz çökmüş onkolojinin göbeğinde ne olduğunu anlamamışcasına etrafıma bakıyordum. Anlatmayacağım aldatılma hikayemi merak etmeyin. Özel bir şey yok ki, beni sistit etti işte, böbreğim ağrımaya başladı, içimde derin bir ağrı başladı, kaburgamın altı ağrımaya başladı, sözüm ona delirdim de anti-depresan kullanmaya başladım. Lan anti-depresan kullanmak delirmek mi demek diyen otuzyedi milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının üzerime yürüyüşlerini görür gibiyim. Haklısınız tamam, deli değiliz ama sağlıklı da değiliz. Yani sağlıklı olmayışımızın adına ben delilik diyince neden bu kadar kızdınız anlamadım? Hadi sizin dediğiniz gibi olsun, sağlıklı değiliz. Şimdilerde de işte alkol kullanmayı azalttım epeyce, kaygılarımı biriktirmemi sağlıyormuş orospu çocuğu. Onca verdiğim parayı biriktirsem zaten 'sağlıksız' kalmazdım. Devlet büyüklerimize çalışmışız yani anlaşılan. Neyse şimdilerde kendime içiyorum, akıllandım. Ara sıra açıyorum işte böyle boş bir sayfa, koyuyorum bir iki kadeh, gidenlere içiyorum, kalanlara içiyorum, kendime içiyorum ve devlet büyüklerimize söverek bitiriyorum ritüelimi.