zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

cisi gelen sanat tarihcisi
Teleskoplu çocuğun ayakları üşüyordu.
"Tanrım..." diye düşündü.
"Neden bu kadar soğuk?"

Babasının binbir güçlükle aldığı teleskobunu gökyüzüne diken Teleskoplu Çocuk, okula giden arkadaşlarının verdiği ders kitaplarında yaan yıldızlara bakarken, bunun biy büyü olduğunu düşündü.

Kesinlikle bir büyüydü bu...
Parlayan yıldızların büyüsü.

"Nerede kaldın?!" diye bağırdı, Teleskoplu Çocupa, her gece uyumadan önce annesini anlatan adam.
Babası...

"Geliyorum Baba!" diye karşılık verdi, Teleskoplu Çocuk.
O, bir uzay aracı beklemiyordu.
O, bir uzaylı görmeyi umut etmiyordu.
Onun istediği sadece büyülenmekti.

Herkesin önce ufak bir böcek olarak dünyaya geldiğini düşünürdü.
Ölürsün, fakat öldüğünü kimse görmez.
Sonra bir aslan olarak dünyaya geldiği hayalini kurardı.
Ölürsün, fakt fakat bu kez ölümünün farkındadır diğer yırtıcılar, belgesel çeken kameramanlar,o belgeselleri izleyen insanlar...

Sonra bir yıldız olarak dünyaya geleceğini düşünürdü. Ne de olsa özüne dönecekti,yıldız tozu değil miydi o, sahi?
"Bu kez ölümüm çok görkemli olacak... Bir süpernovaya dönüşeceğim!"

Teleskobunu toplayıp, yarısı yırtık ayakkabıları, kendisine 1 beden büyük gelen cekedi ve çamurlu pantolonuyla, göl kenarındaki kulübelerine geri dönüyordu.
Fakat, bir anda göle bkaarken bir şey fark etti.
Göle bir ışık yansıyordu.
KOCAMAN BİR IŞIK!
Gözünü gökyüzüne çeviren Teleskoplu Çocuk, gözünü alan ışığa bakınca gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Gördüğü şey, nefesini kesiyordu.

Bir kuyruklu yıldız olmalıydı bu, o kadar görkemli bir kuyruklu yıldız ki, onu hayatı boyunca bir kez görebileceğini biliyordu.
Gözleriyle ışığı takip eti. Işığın sönmesi gerekiyordu.
Ama hayır, ışık daha da parlamaya başlıyordu.
Daha da parladı!
Korkunç bir parlaklıkla, arkasındaki ormana düştü.
Teleskoplu Çocuk, kalp atışlarının hızlandığını hissetmişti.

Başı dönüyordu, gelen ışık ona kocaman bir adrenalin getirmişti.
Ayakkabılarını çıkardı, yalınayaktı artık.
Bir an bile düşünmedii...
Ormana daldı!

Kendisini, Rönesans döneminde, harika bir ressamla çalışan çırak gibi hissediyordu.
"Işığa koşuyorum!" diye bağırıyordu.
"Aydınlanıyorum!"

"Belki de gördüğüm bir göktaşıydı..." dedi, kendi kendine.
"Belki de bir uydu!"

Sahiden, biz insanalar benzemez miydik ki uydulara?
Zamanı dolunca uzayın derinliklerine terk edilmiş, amaçsızca sürüklenen, göktaşlarına çarpa çarpa darmadağın olmuş bir uyduyduk aslında.
Belki de uydular bizi taklit ediyorlardı.
"Bak şimdi!" diyordu, Sputnik, Juno'ya.
"Yanlış insnlara rastlayıp darmadağın insan taklidi yapacağım! Bir göktaşına çarpacağım ve dağılacağım... Her parçam bir şeyleri mahvedecek."

Sonunda ışığın kaynağına ulaşmıştı.
Ve sonunda, onu gördü.
Onu görür görmez, ağzından o sözcükler döküldü o çocuğun:
"Uzay Kızı..."
"Uzayın Kızı..." dedi ona.

Kocaman bir kasıkı vardı elinde, siyah saçları, giydiği tuhaf beyaz elbisenin üzerine dökülmüştü.
mavi gözlerini gördüğünde, "Venüs..." diye kekeledi. En sevdiği gezegene benziyordu...

Onu, Botticelli'nin Afrodit'ine benzetti.
Ares'in yasak aşkı kadar kutsal gözükmüştü gözüne.

"Ben Paris'im.." dedi kendi kendisine.
"Elma.." diye kekeledi.

İşte ilk kez böyle görmüştü ışık getiren kadını.
bu başlıktaki tüm entryleri gör