zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

cisi gelen sanat tarihcisi
Mahzenin kirli kapağını kaldırır kaldırmaz, gözlerime vuran solgun Mart güneşi istemsizce beni hayallerime geri götürüyor. 1321 yazına.

O zamanlar Floransa'da Dante'nin hasta olduğuna ve son günlerini burada geçirmek istediğine dair haberler yayılıyordu. Bunların çok az kısmını hatırlıyorum, babam eve gelir ve anneme bunları anlatırdı. Annem ise bunların hiçbirini dinlemez, hatta Dante'yi bile bilmezdi. Onun tek düşündüğü, tuhaf ve pis meyveleri satan babamın o gün biraz olsun meyve satabilmesi ve eve gelirken bir şeyler alabilmesiydi.

O yaz, akşama doğru babam elinde tuhaf parşömenlerle eve dönmüştü. Bu parşömenleri köyümüzün çıkışında bulduğunu anlatmıştı. Annem ona içerisinde ne yazdığını sorduğunda ise hiçbir şey okumadığını, bu anı hep birlikte paylaşmak istediğini söylemişti.

Annem ve babam içeriye girdiğinde ben de onların arkasından koşmuştum. 6 yaşında olmama rağmen, O anları nasıl bu kadar keskin hatırlayabildiğimi inanın bilmiyorum.
Ben onların arkalarından koşarken, babam bir anlığına kapının eşiğinde durup bana bakmış, kollarını açmış ve onun kollarına atlamamı sağlamıştı. Sarı saçlarıma kısa öpücükler kondurarak "Maurasia, mavi gözlerini annenden almışsın. Ama kahverengi daha çok yakışırdı, benim gözlerim gibi!" demiş ve gülmüştü.
Babamın ağzının koktuğunu hisseedip yüzümü buruşturmuştum, ama babam o anı görmemişti neyse ki.

Sonra annem ve babam evin içerisine girip mum yakmışlar ve parşömende yazanları okumaya başlamışlardı. Ben de, tahta masanın alt kısımlarına da yaktıkları mumun, tahta masanın aralıklarından duvara yansıyan ateşinin gölgesini izlemeye dalmıştım. Ben ellerimi ve ayaklarımı hızla hareket ettirince ateş de hızlanıyor ve sönecek gibi oluyordu.

Kendime yeni bir oyun bulmuştum!


Hatıralar yavaş yavaş silinirken, annemi ve babamı nedense özlemediğimi fark ediyorum. Babamı hep o kötü ağız kokusuyla hatırladığım için kendime bazen çok kızıyorum ama elimde değil.
Hatıralar beraberinde bazen kötü kokular da getirir.

Elimden kayarak düşen mahzenin kapağının çıkardığı ses, bir leşin üzerinde uçan karganın ciyaklamasını andırıyor, mahzenin güneşe açılan minik penceresinden ancak ikinci denememde dışarıya çıkabiliyorum.

Üzerimde, bana bir beden bol gelen siyah giysim fazla tozlanmış. Tozlar beni daima rahatsız ederler, üzerimi güzel bir silkeledikten sonra, sol elimde sıkarak tuttuğum tomarların varlığı beni ne için burada olduğumu hatırlatıyor.

Evet, zamanı geldi.
Size kendimi tanıtayım, ismim Maurasia, az önce mahzenin derinliklerinde, çok gizli kararların alındığı ve bulunduğumuz bölgeyi sarsacak şeylerin yazıldığı bir toplantıya katıldım.

Bu toplantıyak katılanlar da benim gibi Kilise karşıtı insanlardı. Kimisi Yahudi, kimisi Hristiyan, kimisi de benim gibi inançsız insanlardı. Biz bilimle ilgileniyorduk. Matematik ile, felsefe ile kafa yoruyorduk.
Ama kilise buradaydı ve Tanrıyı hedef aldığını düşündüğü her şeyi ve herkesi öldürüyordu. BENİM AİLEM GİBİ.

Benim amacım da, onlara yakalanmadan, bu tomarların ulaşması gerektiği kişiye ulaştırmamdı.

Yapmam gereken çok basitti aslında, önce Pazziano pazarından geçecektim, ardından yolun sol kısmında bulunan Pellegrini Kulesinin orada beni tomarı alması gereken kadın bekleyecekti.

Size o kadından bahsetmeden önce, ailemin bulduğu tomarı ve geri kalan kısmı merak ediyor olduğunu bildiğimden, size o kısımları anlatacağım.

Sahi, nerede kalmıştık? Ah, evet! Babam, sonunda yazanları okumaya başlamıştı.

"Silla, bunlar 10 yıl öncesine ait parşömenler..." demişti babam, sonra uzun uzun nefes almıştı. Bir şeyler okumadan önce bunu yapmasıyla da onu bazen hatırlıyorum, hatta bunu, fırtınalı bir gecede çatıradayan ağaç kabuklarına benzetirdim.

Babam uzun uzun okuyor yazanları, annem sarı saçlarını sol elinin işaret parmağına dolayarak babamı dürtüklüyor.

"Ne yazıyor?" diye soruyor, bunu sorarken mum çilli yüzünü aydınlatıyor. Annemin mavi gözlerini gökyüzüne benzetiyorum...

"Bir dakika, Silla. Bunlar çok korkunç şeyler." diyor babam, yüzü ağlamaklı. Ama babamın ağlayan yüzünü, mumun tavanı aydınlatmasına tercih ediyorum.
Parmaklarımı şimdi mumun üzerine koydum, hahahah! Tavanda kurbağa gölgesi var, hayır, o bir yılan!

Babam, elinin tersiyle terleyen alnını siliyor, bunu yaparken babama özgü o kokuyu getiriyor ter kokusu gelirken. Kokular, sahi. Başımı ağrıtan ve beni günlerce hasta eden kokular...

Babamın kokusu yanan yapraklar gibi kokar. Acı, ama insanı rahatsız etmez.

"Silla, bunlar çok korkunç şeyler..." diyor babam tekrar. "Bunlar, aman tanrım, aklımı kaçıracağım. Bu yazılanlara bakarsak, Son haçlı seferi, babanı kaybettiğin... Hepsi tezgahlanmış! Anlıyor musun? Geçilecek yollar, öldürülecek şövalye sayısı!"

Annem, babasının ismini duyunca göz bebeklerinin büyümesini sağlıyor. Heyecanlanıyor!

"Burada yazanlar günlüğün bir parçası sadece..." diyor babam.
"Bir kadının elinden çıkmış, kadın, Dokuzuncu haçlı seferinde, Müslümanlara onların geçecekleri yolu gösteren bir muhbirden söz ediyor. Onlara en fazla 20 şövalye öldürmelerini, böylece hiçbir şeyi çakmayan şövalyeleri azar azar yok etmeleri gerektiğinden bahsediyor." diyor. Ağlamaya başlıyor.

Şövalyenin ne demek olduğunu anneme sormak isterken, dışarıdan gelen at sesleri dikkatimi çekiyor. Emekleyerek anneme ve babama görünmeden kapıyı açıyorum. Annem ve babam bunları görmediyse, artık kalkabilirim.

Toprak kokusu beynimi döndürüyor, bu kokuyu hiç sevmiyorum!

Yıllar sonra bile o manzarayı öyle derinden hatırlıyorum ki! Evimizin ön kısmı kocaman bir araziye bakıyordu. O kadar büyük bir araziydi ki bu, bazen sonunda dünyanın son bulduğunu düşünürdüm. Sarı ve yeşil otlar, gün doğarken kızıla bürünürlerdi.
O arazinin arka kısmı da boştu. Aynen ön kısmı gibi...

Ufak çitlerle çevriliydi çevresi, evimizin ön kısmında bir ağaç vardı, koskoca arazide tek bir ağaç. Kocaman bir ağaç! Yaprakları o kadar büyüktü ki, beraberinde kocaman böceklerde getirirdi evimize...
Babam, güzel babam. Bazen atını bağlardı o ağaca.

Aklıma, bugün o ağacın geleceğini hiç tahmin etmezdim.

Devam ediyorum, sakin olun. Sıkıldığınızın farkındayım.

At seslerinden korkmam beni ağacın alt kısmına getiriyor, oraya siniyorum. Babam da at seslerini fark edecek ki mumları söndürüyor.
Gün batmış, her yer karanlık. Tek ışık kaynağı da söndü. Annemin, "Maura!" diye bağırmasını duyuyorum. "Buraya gel! Koş" diye bağırıyor.

Ama gitmeyeeğim. İsmim Maura değil; Mauraisa! Adımı düzgün telaffüz edene kadar gitmeyeceğim.

Atları artık görebiliyorum. Üç tane, üçünde de kocaman, kılıçlı adamlar var.
Atlar, evimizin ön kısmına gelince duruyor. İki kişi atından inmiyor, lakin birisi kendini yere atarcasına iniyor atından. "Yaşlı bunak! Kapıyı aç, seni hain!" diye bağırıyor.

Babam kapıyı açıyor, ne olduğunu bile anlayamadan adam tekrar bağırmaya başlıyor.

"Seni hain! Kilisenin habercisini öldürüp onun haberlerini çalmışsın! Hain! Yahudi misin yoksa ha?!" diye bağırıyor. Babamın bu sözler karşısında "Kilise mi! Tanrım, kendi adamlarınızı kendiniz öldürdünüz! Niçin! Niçin!" diye bağırması beni de ağlatmaya başlıyor. Ama, yakşlaşmak yerine, Olanı biteni uzaktan izliyorum.

"Sen hainsin!" diye bağırıyor adam son bir kez daha. Kılıcını çekiyor, o sırada annem kapının iç kısmından adeta dışarıya fırlıyor ve adamın ayaklarına kapanıyor.

"Durun, biz hain değiliz." diye bağırıyor. "Durun." diye bağırıyor. Son bir şey daha söylemek üzereyken, adam kılıcını annemin boğazına saplıyor.

Bunu bir anda yapıyor. Çok hızlı... Annemin sarı saçlarına kanı bulaşıyor. Annem yere cansız biçimde seriliyor. Bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor.

Babam, koşarak adama saldırmaya çalışıyor, adamı itiyor, adamın kaskına tekmeler savuruyor. Ama atlı olanlardan birisi atını babamın üzerine sürüyor. At, babamın üzerinden geçiyor.

Babamın çığlıklarını duyuyorum. Babamın canı yanıyor.
Beni saçlarımdan öpen canım babam. Canını yakıyorlar onun.
Nasıl oluyor bilmiyorum ama babam bir anda tekrar ayağa kalkıyor. Annemin yanına koşuyor. Annemin yanında ağlamaya başlıyor.

Son sözü, annemin ismi oluyor. Silla diye bağırıyor.

Sonrası mı? Bazen rüyalarımda bu anı tekrar ve tekrar yaşıyorum ben. Hala... Yaşım, 37. Ve hala bu anı unutamıyorum.

Atını babamın üzerine süren adam, tekrar atını babama doğrultuyor, bu kez kılıcını babamın göğsüne geçiriyor.
Babam, annemden biraz öteye düşüyor. Kımıldamıyor. Babama bağırmak istiyorum. Ama bir şey bunu engelliyor, hıçkıramıyorum. Sadece ağlıyorum. Sesim çıkmıyor.
Nefes alamıyorum.

Atından ilk inen adam evimize giriyor, şarkılar söylüyor. Ve evimizden çıkarken, evimizin içerisinin aydınlandığını görüyorum.

Diğer atlılar da atlarından inip babam ve annemi evimizin içerisine taşıyorlar. Evimiz o kadar aydınlanıyor ki, karanlıkta en uzaktan bile gözüktüğünü düşünüyorum.

Burnuma bir koku geliyor. Yanık yaprak kokusu gibi, ama değil. Bunun yanan insanlar olduğunu çok sonra öğreneceğim.

Tuhaf atlıların beni de öldüreceklerini düşünüp, arka kısma, arazinin sonuna doğru koşmaya çalışıyorum. Nefesim kesilinceye dek koşuyorum. Karnımın sol alt kısmına ağrılar girinceye dek koşuyorum.

O günden son hatırladığım şey, kargaların üzerimde gaklamaları ve kendimi yerde bulmam. Sonrası yok. Olanlar ertesi günden devam ediyor, kendimi Patricia'nın yanında buluyorum. Patricia, o zamanlar otuzunun üzerinde bir kadın. Olanları biliyor. Ailemin öldüğünü biliyor. Beni öldürmek istediklerini biliyor...

"Adın ne senin?" diye soruyor, "Maurasia" diyorum. Gülümsüyor, dişleri kadar sarı saçları var. Tıpkı annem gibi. "Sana Asia diyeceğim" diyor.

Hayat hikayemin geri kalanını tahmin edebilirsiniz. Patricia, kiliseye başkaldıran insanlardan birisi. Felsefe konusunda yaşayanların en iyisinden biri. Benim gibi onlarca evlat edip yetiştirdiği çocuklar vardı.

Ben de onlardan biriyim, ve hedefim, bugün Dusa isminde bir kadına tomarları ulaştırmak. Hepimizin bir nedeni var, kimimiz dini sevmiyor, kimimiz bilime aşık. Benimkisi de intikam.

Bu arada, Dusa'nın tam ismi Eurymedusa, kendisi bir pagan. Henüz 26 yaşında, kızıl saçlarını çoğu zaman gizlemek zorunda kalıyor. O da benim gibi ailesini kaybetmiş ve insanlar onun doğuştan gelen bir dil yeteneği olduğunu söylüyorlar.
3 Dil konuşabiliyor. Latince, Fransızca ve Asya'nın tuhaf bilinmeyen dillerinden birisini.

Önümden atlı bir adam geçiyor, pazar biraz ileride, oraya hızlı adımlarla yürüyorum. Attığım her adımda, dün geceden kalan yağmuru henüz güneş kurutamamış olacak ki, deri çizmelerim su ve çamur geçiriyor.

Pazarın girişine varır varmaz, olağandışı bir şeyler fark ediyorum. Burada bir yoğunluk var, hem bizim taraftan, hem de kiliseden insanlar dolu...

Yaşlı bir kadın, elindeki sünger ve belinde kılıcı olan düşmanlarımızdan birinin çizmelerini boyuyor. Elma satan delikanlı bir genç, kırmızı pelerini savura savura uzun boylu bir şövalyeye bakıp elma yiyor.

Ben de siyah pelerinimin şapkasını başıma örtüyor ve pazarın içerisine giriyorum. Kokular birbirine karışıyor. Leş gibi kokan balıklar, papatya gibi kokan meyveler, ter ve sidik kokusu.
Hepsi bir anda başımı döndürüyorlar.

İlerlemeye devam ediyorum, tek yapmam gereken bu leş gibi kokan kalabalığı yarıp sola dönmek, dümdüz ilerlemek ve Pellegrini kalesinin dibinde oturup soluklanmak.

Korkuyorum. Tuhaf biçimde bir şey beni korkutuyor. Attığım her adımda, leş gibi koku daha da artıyor. Çilek ve Limon diye bağıran insanların sesleri, balık satan insanların seslerine karışıyor.
Bir adam, karısının hamile olduğundan bahsediyor. Etrafıma bakınırken, gördüğüm uzun burunlu uzun boylu renkli, kirli saçlı insanların arasında kendimi minicik hissediyorum. Ve tam o anda, birisi elime dokunuyor. Gözümü çevirir çevirmez, onun kim olduğunu anlıyorum.Kırık dişleri ve kısa, siyah saçlarına eşlik eden keçi sakalıyla bu adam, arada sırada bizim toplantılarımıza katılan bir göçmen. "Seni fark ettiler. Kaçmalısın." diye fısıldıyor.

Her şey çok hızlı gelişiyor. Bana doğru bağırarak yaklaşan uzun çizmeli insanların sesleri, diğer tüm sesleri susturuyor.

"Hey sen! Siyah pelerinli, yerinde kal." diyor. Attığı her adımda çağlayan şelaleler gibi çizmelerinin sesini duyuyorum. Etrafına su sıçratıyorlar.

Bana yaklaşmasına son 3 adım...

Tüm seslerin susması gibi insanlar da durmuş bize bakıyor. Herkesin ağzı açık. Gözerlinde korku var.

2 adım kaldı...

Birazdan beni öldüreceklerini çoğu insan anladı. Hepsi kendine pazara geldikleri için kızıyorlar, eminim ki hiçbiri bir insanın öldürülüşüne tanıklık etmek istemezler. Bu onları derinden sarsacaktır.

1 adım kaldı.

Adam arkamda, nefesini hissediyorum. Nefesi kokusuz...

Adam yavaşça elini omzuma atıyor, beni kendisine çevirip bakıyor. Gözlerine bakıyorum, yeşilin en huzurlu tonlarından birisi... Tıpkı Duccio di Buoninsegna'nın resimlerini andırıyor.

Adam, belindeki kılıca elini atmak üzeyken bir şey oluyor
Bir şey değil, bir şeyler. Size kısaca özetlemem gerekirse, gördüklerim şundan ibaret.

Yaşlı ayakkabı boyacısı, elindeki hançeri, çizmelerini boyadığı adamın dizine saplıyor. Elma satan çocuk, elmalardan birini başka bir kılıçlı şövalyeye fırlatıyor.
Dikkati dağılan, beni omzumdan tutan adam ise kafasını sağa çevirip olanlara bakmaya niyetleniyor. Ben de, cebimdeki mızrağı çıkartıp adamın karnına saplamaya vakit bulabiliyorum böylece.

Sol elim, mızrağın sapını tutarken, ufak bir parmak hareketiyle adamın karnına öyle yumuşak saplıyorum ki, mızrağı biraz içinde gezdirip dışarıya çıkarırken, adamın parçaları da toprağa fırlıyor.

Ayağına hançer saplanan diğer adam, yaşlı kadının kafasına doğru kılıcını sallayıp kadının kafasını ikiye bölüyor. Elma atan çocuğun üzerine mızrakla fırlayan başka kilise mensupları çıkıyor ortaya, mızraklardan birisi doğruca kalbine sağlanıyor.

Ben ise, bu karmaşanın içerisinde koşmaya başlıyorum. Bağırıp oraya buraya fırlayan insanlar işimi kolaylaştırıyor, ben de onlar gibi bağırıp korkuyor gibi pazarın doğruca sonuna koşuyorum.

Ama hayır! Arkamdan at sesleri ve "Orada, görüyorum!" nidaları geliyor. Kendimi koşmaya zorluyorum. Pazardan çıkar çıkmaz, Pellegrini kulesi az önümde bitiyor, kendimi biraz daha yormalıyım.

Koşarken biraz olsun zihnimi rahatlatmak adına insanların benim için ölüyor olmasının beni rahatlatmasına şaşırıyorum.
Gülümsüyorum. Onlar benim için öldüler. Ama iç sesim, çok güzel cevap veriyor. "Hayır, onlar parşömenlerde yazanlar için öldüler."
Ve, içimdeki diğer bir ses, hepsini yok ediyor. "Onlar ölmediler. Öldürüldüler. Kilise tarafından."


Elimdeki parşömenleri sımsıkı tutarken, ön tarafımda birkaç insanın olaylardan habersiz şekilde yürüdüğünü fark ediyorum. Kuleye çok az kaldı.
Arkamdaki atlılar bana doğru yaklaşıyorlar, bir hata yapıp arkama bakıyorum, onları görüyorum, dört kişiler. Birinde mızrak, diğer üçünde kılıç var. Atları simsiyah!

Önüme döner dönmez, belki de en korktuğum şeyi yaşıyorum. Burnumun dibinde bir kadın beliriyor aniden, çıkık çenesi, sert yüz hatları ve bir İtalyan'ı yansıtan uzun ve sivri burnuyla önüme barikat kurmuş gibi duruyor. Ben de doğal olarak bu kadına çarpıyorum. Tesadüfe bakın ki, kadının elinde de benim gibi birkaç kağıt parçası var.

Önce kadına sarılır gibi oluyorum, ama ona sarılamadan yere öyle bir kapaklanıyoruz ki, kendime gelmem en az 2 saniye alıyor.
Gözlerimi açtığımda, karşımdaki kadının toparlanıp benden korkarcasına kaçtığını görüyorum. Yere bakıyorum, korktuğum şey başıma gelmiyor neyse ki. Kağıtlarım yerde! Onları tomar haline tekrar getirip sımsıkı elime alıyorum. Çok zaman öldürdüm!

Arkama tekrar bakıyorum, adamlar artık çok yakın. Ama ben de kuleye çok yakınım. Gülümsüyorum. Yerimden kalkıp adeta yıldırım hızıyla kuleye doğru koşmaya başlıyorum. Bunu Zeus görseydi, mutlaka gök gözlü Athena'nın benim annem olduğuna inanırdı.

Kulenin kapısı tahtadan, koşmamı durdurmadan kapıya sert bir omuz darbesi atıyorum ve içinden geçermiş hissi yaratıyor bu bana, kapı anında yere iniyor, dengemi kaybediyorum ama çabuk toparlanıyorum.

Şimdi yapmam gereken yukarıya doğru koşmak. Ama adamlar bana çok yakın, her şeyi her an berbat edebilirim!

İkişer ikişer tırmanıyorum merdivenleri, aşağıdan biri zenci "DUR YERİNDE ŞEYTAN! SENİ PARÇALARA AYIRACAĞIZ!" diyor, başka bir adamın sadece koşarken kılıcının, çizmesine değerken çıkardığı sesleri işitebiliyorum.

"Yakala beni!" diye bağırıyorum. "Seni sıçan!" diyor her adımımda daha da yaklaşan, genizden gelen ses.

Son merdiven basamağını da çıktıktan sonra, tüm görkemiyle gökyüzü gözüküyor karşımda. Kule çok yüksek! Kulenin korkuluklarına yaklaşıyorum. Aşağıya bakıyorum, insanlar toplanmaya başlamışlar bile.

Ama, tekrar zencinin sesi beni kendime getiriyor.
"Seni sıçan! Hastalıklı! Şeytan! O tomarları bana ver!" diye bağırıyor.

"Sana tomarları vereceğim, söz veriyorum." diyorum, "Ama son bir kez daha aşağıya bakmama izin ver!" diyorum ona gülümseyerek, korkuluklara daha da yaklaşıyorum. Aşağıya bakıyorum.

Evet, istediğim oldu. Her şey yoluna girdi. Şimdi görevi Eurymedusa devraldı. Her şey onda.

"Al, istediklerin!" diyorum ve parşömenleri kilisenin küçük kölesine fırlatıyorum, sonra da ayaklarımı korkuluklardan geçirip kendimi aşağıya bırakıyorum.

Kuleden düşerken, düşündüklerim ayıp ve komik şeyler. Kadın ve erkek birleşmesi, bunu resmetmeye çalışırken yakalanıp öldürülen ressamlar gibi mesela.

Birazdan, bedenim yerle buluşacak, önce tuhaf bir sarsıntı hissecekler. Kimileri depremi hatırlayacak. Ama hissedilen tek şey kemiklerimin kırılması olacak, öleceğim.

Ama ben ölürken, tomarları açan zenci, içinde sadece dualarla karşılacak. İstediklerini alamadıklarını fark edecekler. Verilen istihbarat belki de doğruydu, ama ellerinden kaçırmış olmaları onları mahvedecek.

Ve, Dusa'ya gelirsek. Eurymedusa'ya, evet.

O, az önce çarptığım ve elinde tomarlar olan kadındı. Yere düşüp kalktığımız sırada, onunla dualar ve benim taşıdığım kağıtları değiştik.

O şimdi güvende. O benim öleceğimi biliyor. O da ölecek, kuşkusuz. Ama bizim her ölüşümüz, kilisenin sonunu daha hızlı getirecek.
bu başlıktaki tüm entryleri gör