limon ağacından yeşermiş bir ısırgan çiçeğine dokunuyorum artık her gün, ruh evimden çıkarken. her seferinde de aynı yerde düşülmez ki.. düşüyorum. biraz alçak bir kapı kemerine başımı çarpmam gibi bir şey bu. hiçbir zaman, hiç kimsenin aklına kemeri biraz yükseltmek gelmiyor; her geçen gün boyum kısalıyor, aksine. "alışmak acıklı bir süreçtir .." derdim oysa ve devam etmek gelmezdi içimden.
sen, ah, ne kadar az anlatıyorum sana; ne kadar çok ses çıkarıyorum ve ne kadar az şeye karşılık geliyor bunlar.. bıraktığın izleri gördüğüm ilk anda, seni sahil şeridinin ucundan izliyordum; gerdanında taşıdığın pembeyi o izlerden görebilen çok fazla kişi yoktur, eminim. çoğu gözlerine ihtiyaç duyar görebilmek için. gerdanındaki pembenin asılı durduğu o zarif asma köprünün her bir hareketini bir yandan yürüyerek, günceme öyle bir hızla not alıyordum ki, kaçırdığım şey yaşamaktı seni izlerken. bir güruh için icra ettiğin o eski çağlara ait, lanetli dans sırasında seni sahnenin en umulmadık köşesinden izleyen bu siyah, uzun ceketli ve silindir şapkalı adam elbette dikkatini çekmemiştir. güneş'i sevmiyorsa eğer, tek gerçeği karanlıksa, ortalarda görünmesi bile bir "şey" idi. senin kalabalığa savurduğun saçların, o güruhu kendinden geçirmeye yetiyordu da, benim yüzümü kamçılamasına rağmen senin olduğun tarafa geçemiyordum. dansın hızlandıkça, başta sıkı sıkı sarıldığım o kara şemsiyeyi pek iyi tutamamış olacağım; dansının en sessiz yerinde düşüverdi elimden. aldım oradan yaktım; sahnenin tam karşısı, bambaşka bir sahneydi o anda. senin, müziği-kendisinden-antik-dansını hangi mafsalından böldüğümü hatırlamıyorum. öyle bir gürültü ki, dansının müziksizliğini kabullenemeyen; mantık silsilelerinden soyutlanıp, ayaklarını yerden keserek düşünemeyen benim ortaya koyduğum bir tepki gibi. bir şemsiye insanın elinden düşemez mi? düşebilir elbette; ancak bir şemsiyenin düşüşü bile bir yağmur damlasının düşüşünden daha fazla sanat barındırıyorsa elden ne gelir? tarkovski "dünya mükemmel olmadığı için sanat var." diyordu. bu bana bir fikir vermişti: sanat da mükemmel değil; sanat mükemmel olmadığı için adın, renklerin ve müziksiz dansın var. mütemadiyen devam edecek bir kaygı hali boğazımın altında, kasıklarımda ve kol eklemlerimde bu yüzden. araya girişim; günah müziği partisyonuna dahil edişim senden çok beni rahatsız etmiş olmalı. "yanlışlıktır, olur." deyip geçilecek şey değil.?
etrafında arzu naraları atarak seni pencereye çağırmayacaktım ki. o denli sarhoş değildim; onların kan damarlarında kanla karışık alkol dolaşıyordu, benimkinde oldum olası absent. absent insanın damarlarıyla anlaşınca, karşı gelinmesi zor bir ittifakı oluşturuyor. dolaşıyorsun, senin peşinden yürüdükçe yürüyorsun arada sırada yolumdan çevirmeye kalkışıyor flamingo sürüleri; ama absent yeşil. pembeler, bir sonraki adımlarımızın hesaplanmışlıklarının arasındaki fark kadar uzakta. senin adımların bir kraliçe arının, soy tohumunu bağışlayacağı işçi arı karşısındaki adımları kadar törensel, benimkiler uyuyakalmaktansa ölmeyi tercih edecek olan bir askerinkiler kadar hiyerarşik. evet, seni takip ediyorum hala. müziksiz dansına konuk oldum; o dans karşısında tüm vakarımı kaybettim; büründüğüm siyahları sırça vitrin eyledim. buna rağmen hala saklıyorum kendimi ve yanaklarına yayılan renkleri takip ediyorum. sorsalar gurur çamurunun içine düşmüş bir altın sikkeyim ben; değil. söylesem, canım yanmış, saklıyorum, "yürümeyi" unutmuşum; değil. sen, "yıldızlar biz bakmasak da oradalar mıdır?" diye sormuştun ya; bana değil, başka birine. hem sen bilir misin bu sorundan mahrum kalmanın, bu sorunla muhatap olamamanın ne demek olduğunu? sormuştun işte. cevabını bulamadı. belki de hiç aramadı. ben sana bakmasam da senin orada olacağına inanmayacak denli kaçığım; kaçmışım ama bitmemiş olacak ki, hala kaçıyorum. bu nasıl kaçmaksa; şehrinin kapılarından girerken, dün gece sen uyuduğun sırada başucuna koyduğum eros heykelciğini bulacağım. kaçtığım sen olsaydın, ateşinin içine atmıştım kendimi çoktan; kaçmak en az bu denli onursuz olurdu ve cezası da bu denli hafif.
resmedilen hep birlikte kaçışlardı aşıklar söz konusu olunca. hele bir tanesi vardı ki, rüyamda rastladığım, bir demet gülü göğüsleri hizasında gökyüzüne çıkardığını sandığım bir kadın ve aslında kollarında bir erkek. gökyüzünü seçiyorlar, çünkü gidecek hiçbir yer yok artık! düşünsene, savaşacak kimsemiz yok! ne dehşet dolu bir manzara.. öldürecek kimsemiz yok, yalanlar söyleyebileceğimiz, inandırabileceğimiz kimsemiz yok. bu yüzden yüzünü shakespeare'e dönüyor insanlar. işte, kendimle savaştığımın bile farkında değilken; kılıcı, kalkanı organlaştırmışken savaşın bitmesi ve bana yalan söylenebileceğinin, öldürülebileceğimin, inanabileceğimin ve günah işleyebileceğimin güvencesini verişin vardı sonraki sahnede, yumuşak bir mağlubiyetle. sana karşı hiç savaşmadığımı düşünürken taş kesilmiş derimin üzerinden akan absenti gördüm yeşilce. senin gözyaşın mıydı, benim kanım mıydı, bilemedim. iyi yolu görüp takdir etmek, ancak kötü yoldan gitmek yeni bir mefkure değil; buna mesnet de aramıyorum. ancak gittiğim yol, tarafından, hz. hızır'ın bir zamanlar kıblesini şaşırmış ayasofya'yı kıbleye çevirmesini andırırcasına değiştiriliyor. hayır, ben yine aynı yoldayım; elbette söz dinlemezim, baş belası bir çocuğum senin için. ancak yolun sonu değişiyor. hissediyorum..
sevgili sen, kaçtığım bir şehirden yazıyorum sanki sana. burada fazla kalmayacağım. mektuplarına sinen kokuyu iyi muhafaza etmesi için, onları, bende kalan fularının içinde saklıyorum. bazı geceler sevişme sesleri duyuyorum fularından; cümleler firar ediyor gizli dindarlığımdan ötürü. onlar, yazdığın hiçbir yerde kalmayacaklar. tutmayacağım. yine de bir gün ya ellerim beni unutursa; ya bu yaba ellerim, cümlelerinle bir olup ikimize karşı sevişirse diye korkuyorum.
köprücük kemiğine kurduğum salıncakta kal lütfen.