Dükkan kapanıyordu. Eylül, bu ne serin ne de sıcak akşamlarıyla, henüz sonbahar ile yaşanan cicim aylarının sahibi ve bunaltıcı yaz gecelerinin kurtarıcıymışcasına seviliyordu. Duru, berrak akşamlarda temiz nefesler alan kalabalıklar can bulmuş hayat dolmuş gibi, ne sıcaklardan ne soğuklardan korkarak yürüyordu. Ceketimi almıyordum, kalın giymeme de gerek yoktu, en çok bu havaları sevmiştim ömrüm boyunca.
Kitap satıyordum fakat dükkanın asıl işi kitap satmak değildi. kırtasiye benzeri bu yer için kitap şu an okul listelerinde para eden bir diğer şey olması sebebiyle önemliydi, şu an mevsimi de olduğundan geçici bir süre beni istihdam etmiş bulunuyorlardı.benim için de bir para kazanma yöntemi ve yormayan bir iş olmanın ötesinde değildi kitap satmak, kitapçı değildim, kitap satıyordum sadece.
Bizimle beraber dükkanını kapatan bir sahaf vardı. İnzivayı üstüne giymiş gibiydi, gür sakalları renkli gözleriyle tüm yüzünü ve hislerini anlatan mimiklerini sakladığı gibi, ömrünü de bu dükkana saklamıştı. Fakat öyle alelade kitaplar satmazdı, derin kitaplar,ağır kitaplar, eski kitaplar satardı. En nihayetinde satardı, yazarı değildi, ama sanki okuduğunu satıyor, veya okunmasını istediklerini satıyor hali üzerine sinmişti. Sanki dağıtmaktı yaptığı daha çok. Böyle görünmesini mi isterdi, kim bilir hangi merhalelerden geçmiş ve yenik ömrünün en nihayetinde birkaç parça eşya satma etiketinde donakalmış haline bir makyaj mıydı bu, çok düşündüm.fakat ona hiç sormadım. Belki bir çayını içseydim fikrim olurdu.
Biri vardı her zaman gelen. Şiir kitaplarının raflarında kaybolurdu. Pek soru sormaz, yazar takip etmez, çıkacak kitap beklemez, kitap sipariş etmezdi. Çoğu zaman aynı kitapların etrafında görürdüm. Kimi şiir kitaplarına ilk defa rastlıyor gibi,elinde kitap büyümüş gözleriyle uzun süre ayakta dalıp dikildiğine şahit oldum. İç savaşları vardı, biliyordum. Hissediyordum demek daha doğru belki, bazen okuyup üstünden geçtiği şiire başka gün gömülüp kalmasının başkaca açıklaması yoktu benim için. Kim bilir şu an, iç dünyalarının hangi burcuna hangi duygusu hücum etmiş, bir şiirin mısralarını kalkan, ok, gürz, gülle edinmişti. Karanlıkta dönen sesleri dinleyip eşyadan kaçan bir yarasa gibi şiirlere doğru saçılıyor, dönen tüm o duygu, his, kalple yönünü buluyor, hayvandan, eşyadan, nefsten, gerçekten kaçıyordu. Bunu anlayabilmek için daha sonra yerine bıraktığı kitapların hangi sayfalarının buruştuğu kıvrıldığı, ya da yıprandığını takip etmem gerekti. Yeni bir kitap aldığınızda açıp okuduğunuz yerde kalan o değilmişlik haliydi aşağı yukarı kovaladığım. Ya da ben onun iç duvarlarıma düşen gölgesine böyle bir hikaye giydirmeyi tecih etmiştim. Gri kaldırımlarda, kırmızı, kıpkırmızı aşklar yaşanıyordu, o ise siyah beyaz kalmış ve bunu iliklerine kadar hissetmiş de, kendisini renklerden yıkayıp arındırmış yağmulara kızgın fakat kabullenmiş susuyordu. Gözleri, kendisi maviydi, fakat karanlığın keskinliği onda başkaydı, külün rengi. Ölüm değildi bu. Bu karanlık, bu siyah, ışık düştüğünde ışığı en güzel bell edip yakalamak üzere karanlıklaşmak gibiydi. Kayıptı ve bilmiyordu. Daha iyi duymak için tüm sesleri susturmak gibi, daha iyi görmek için tüm ışıklarını kapatmıştı. Onu böyle düşlemek, romanlar düşünceler saçmalıklar pazarlıklar gösterişler dolu raflarda bana güzel bir dünya kazandırıyordu.
Bir gün kasada olmayan bozuk paranın üstüme saldığı yıkıklık hissiyle yandaki sahafa gittim, o orada, sahafın yanında, çay içiyordu onunla. Bir an irkildim, heyecan da duydum, bu garip buluşma, sanki birbiriyle çıkar ilişkisine girmiş fakat her an gönül bağı da kurabilecek iki yabancı dünyanın buluşması gibi bir etki uyandırmıştı bende. Nihayet doğru düzgün satış yapamayan bir sahafın bozuk parası da olamayacağını teyit edip oradan ayrıldım. Bir yarım saat sonra, dükkanı kapatıp çıkmaya hazırlanırken bu ikilinin sokağa attıkları iskemleler üzerinde sahafın sokak tezgahının dibinde oturduklarını gördüm. Beni görünce sahaf bir iyi akşamların ardından birkaç yazarı sordu, bizde hangi kitaplarının olup olmadığını.bizde olanlar nispeten pahalıydı, kız belki sahaflardan ucuza bulurum demiş, fakat bulamamış. Mesele uzayıp gitmiş, sahaf amca bırakmamış kızı.
- Düşünmek istemiyorum aslında, diyordu. Çünkü benim gördüğüm, düşüncenin zirvesine kadar çıkan insanların bile ulaştığı karanlık, soğuk, hiçbir çıkmazı olmayan bir yok oluş korkusu, ölüm, anlamsızlık, daha fazla acı, bunalım. Diğerleri öfkeliler, başka insanlara, sistemlere, hükümdarlara, askerlere, hakimlere, onlarla mücadele etme yolunu seçmişler, mücadele ederken sessizce bir an ölmeyi yeğlemişler, ya da unutmuşlar ölümü böylece. Ben düşünmek istemiyorum, bana getireceğinin daha korkunç bir yokluk bekleyişi olmasından korkuyorum. Duygular böyle değil, kalp de böyle değil. Şiir de böyle değil. En nihayetinde herkesin kişiliği, zaafları kirletir davranışını, ama kalp içerideki sıcak kırmızı ve saf kandır, oranın pınarlarında akan hep sıcak, hep hissedilir, bir sonsuz varsa ancak orada olmalı.
Sahaf bir düşündü, yüzü derin bir kuyuya bakar gibi aşağı eğildi, gözerini çaresizlikle yummadı, neyi çekip çıkaracağını merak ettim.
-seninki, güzel ya da çirkin, soğuk veya sıcak, engin veya kör, bir şehri, bir manzarayı başkasının satırlarından okuyup orayı yaşadığını, hissettiğini, anladığını farz ederek oraya gitmekten vazgeçmeye benziyor. Oysa, o soğuk dağın zirvesinde, o sert rüzgarı yüzünde hissetmeden, o manzarayı kend gözlerinle görmeden, o ufka ulaşmadan, nasıl vazgeçebilirsin ? yaşamadan, yaşamış gibi nasıl emin olabilirsin ? duygulara sığınıyorsun,düşünmenin seni getirdiği uçurumlardan kaçıp, hissin sıcaklığına. Biliyorum bu kendini avutma ya da sarhoş etme yöntemi değil, ama düşünmek senin arızalı bir yönün ve hissetmek asıl gerçeğin değil. Düşün ve bulduğunu hissederek yaşa, elbette bunu şu an sana söylememin hiçbir tesiri yok, olmasını da beklemem, sadece ufukların önündeki birkaç duvarı yıkmak için. Sen ne dersin peki evlat ? sen ne yaparsın ?
- Ben yürümek istiyorum sadece, biraz içimi parçalamam gerek. Vapura yetişsem güzel olacak.
Kalktım, kafamın içindeki arı kovanına yeni sesler katıp, kendimi kim bilir neyin ellerinde olduğunu bilmediğim kukla haliyle başka sahnelere bıraktım.