kısa öykü denemeleri

ontolojik sancilarimin merhemi
Ama sen yine yalanlara kanacaksın ve bunu sırf kaybetme korkusundan yapacaksın demişti. Oysa onun karanlık gözlerinde o zaten kaybı görüyordu. Kaybetmekle, korku teması olmayan hiçbir şeyin aşka yakın olmayacağını bilmese bile ne zaman tutkuyla onu istese, ne zaman kalbi onunla dolsa, onu tam edinmediği, sahip olmadığı bir şey olduğunu hatırlatıyordu ona.. Kalbini o hiç sevmediği acı, aksak ritimle dolduruyordu..

Belkide aşk korkuyla, yoklukla, eksiklikle besleniyordu. Hem ona muhtaç, hem onunla zehirleniyordu..

Yazdıklarını okuduktan hemen sonra dışarı çıkmıştı. Bilmediği bir mevsimin kıyısında yürüyordu. İhanete aşktan daha da yakın olabileceği uçlara yürüdü. Tensel aşkını kiraya verecek birini aradı gözleri. Bundan Daha yüksek, daha keskin bir kaybediş yok diye düşündü. Aklının testeresiyle, kalbinin iniltisini kesmeye girişti. Kan kokusunu hissediyordu. Kuyusunda yabancılık çeken bir köpek gibi gözleri ihaneti aradı. Karşı kaldırımda bir yabancının gözlerine takıldı. Baktı baktı.. utandı ondan. İhanet düşüncesini kıç cebine koyup yürüdü.
ontolojik sancilarimin merhemi
akşamın erken karanlığı bastırdığında, içimin renginin iyice hüzne boyandığını hissettim. dönüp kendime baktım, sonra kafamı tekrar geleceği yöne doğru çevirdim. şehrin boğazına bakan o evden, önce kalabalık caddelere, sonra caddelerin arkasındaki karanlık sokaklara, hiçbir şeyden korkmayacak insanların yaşadığı uçlara doğru yürüdü. ben mi onu zihnimde, kafamın tam üstünde tutuyordum, o mu kafamdan ayrılmıyor, ben mi onun ardından gidiyordum bilmiyorum...

yürüdükçe; " 5 yaşındaki bir çocuk bile ona bakıp anlayabilir, varlığımın halatının onun boynunda asılı olduğunu " diye düşündüm. o yok muydu diye sıkça düşünür olmuştum son zamanlarda. belki hepsini ben ekledim ona. ona, onda gördüklerimin, onda hissettiklerimi... tek bildiğim bunun yaşam içi bir şey olmadığı. bir insan ancak tanrısıyla bunu yaşayabilirdi belki de. kafamdaki düşünce balonlarından sıyrılıp, yöneldiği karanlık dar sokağa doğru hızlandırdım adımlarımı.


daha önce görmediğim bu sokakta, bu yıkık dökük terk edilmiş binada ne işi vardı ? ona doğru ilerledim. sokağın lambasının hafifçe aydınlattığı odanın tam ortasında, yeşil kadife koltuğa uzanmış, sigarasını cebinden çıkarmaya çalışıyordu. yanına oturdum. elimi cebine soktum. paketi aldım. paketten bir sigarayı hafifçe öne doğru çıkarıp, dudaklarının arasına doğru uzattım. aynı anda diğer elimi diz kapağını okşarken buldum. sigarasını yaktım. bir damla gözyaşı indi yanağından... sustum, onun da sustuğunu anlıyordum. soluk alışverişini, duyabiliyordum. yanağını okşadım " tamam bitti artık, geçti " dedim. yıllarca birbirini kaybeden iki aşığın sarılması gibi sıkıca sarıldık birbirimize.
ihtiras limani
Dikkatimi en baştan beri çektikleri için artık kitap okuyor, camdan dışarıyı izliyor gibi olsam da onları takip ediyordum. her nereye gidiyorlarsa beraber gitmek için bilet almışlar, planlamışlar ama anladığım kadarıyla sonra darılmışlardı. Fakat ikisi de gitmekten vazgeçmemişti. Nedeninin izlerini yüzlerinde aradım durdum. Çocuk kızı görmek istiyordu, bu gelmeyeceğini düşündüğünde yüzündeki halden belliydi. Ama kızgındı, çatık kaşları ve suskunluğu bunu söylüyordu. Kız da geldiğine göre, en azından planlanan şeye sadık kalmış veya onu görmek istemişti. Gittikleri yer belki ikisinin de hislerinden üstteydi. Sevgililer miydi, arkadaşlar mıydı bunu çözemedim. Ama kızgın ve yakınlardı.

Ne zaman birinin bakışı koridordan geçen birine dönse, ne zaman biri elini çantasına atsa, diğerinin tetikte olan bakışları harekete geçiyor, karşısındakinin hareketinin nesnesini yakalamaya çalışıyordu. göz ucuyla izliyorlardı birbirlerini. Ufak tefek bunu belli eden şeyler olmaya başladı tabi. Çocuk kızın düşen kalemini aldı, kız güneşten kitabına bakamadığını anlayınca çocuğun, perdeyi çekti.

-otel değiştirilmiş, herkes önceden adı geçen otelde kalacakmış. Dedi çocuk.

Kız bir kaşını kaldırdı, onun sesiyle irkilmiş, gözlerini tam olarak gözlerine dikmiş, alnında dalgaları andıran çizgilerle rahatsız, katı bir halde çocuğa bakıyordu. Bu şok, dalga dalga bir iç yumuşaklığına döner gibi karşılıklı kesik özet cümlelerle yayıldı içlerine. Sonra kafalarını tekrar indirdiler, biri kitabına, biri müziğine ve camdan görünen manzaraya gömüldü. İç dünyaları iki denizin ilk kez karşılaşması gibi dalgalarla birbirine hakim olmaya çalışıyordu adeta. Bu halleriyle, yapay duvarların ardında, bekliyorlardı aslında duvarın yıkılmasını.
Öğlen çocuk yemeğe gitmek için kalktı, durdu, pek kıza bakmadan
- Yemek yiyecek misin ?
- olur geleyim.. Oldu kızın cevabı.

Bu garip mecburiyet halini anlamadım. Hiçbiri yemek yemek için birbirine ihtiyaç duymadığı halde gizli bir şeye sadık kalır gibi, hislerinin üstünde bir bağla birbirlerini sürüklüyorlardı. Yemekten döndüklerinde, ellerinde sıcak çay vardı, gülümsediler birbirlerine, kız sonra neşeyle elindeki kitaptan bir şeyler anlatmaya başladı. Çocuk gözleri parlayarak dinledi. Her şeylerine dokunuyor gibi bir halleri vardı. Manevi bir sarılma hali. Son istasyona varıp herkes dağıldığında, istasyondan çıkarken gördüm onları son kez. Tek bir kişi yürüyormuş gibi yürüyorlardı. Bir bedenin iki bacağı gibiydiler.
ontolojik sancilarimin merhemi
limon ağacından yeşermiş bir ısırgan çiçeğine dokunuyorum artık her gün, ruh evimden çıkarken. her seferinde de aynı yerde düşülmez ki.. düşüyorum. biraz alçak bir kapı kemerine başımı çarpmam gibi bir şey bu. hiçbir zaman, hiç kimsenin aklına kemeri biraz yükseltmek gelmiyor; her geçen gün boyum kısalıyor, aksine. "alışmak acıklı bir süreçtir .." derdim oysa ve devam etmek gelmezdi içimden.

sen, ah, ne kadar az anlatıyorum sana; ne kadar çok ses çıkarıyorum ve ne kadar az şeye karşılık geliyor bunlar.. bıraktığın izleri gördüğüm ilk anda, seni sahil şeridinin ucundan izliyordum; gerdanında taşıdığın pembeyi o izlerden görebilen çok fazla kişi yoktur, eminim. çoğu gözlerine ihtiyaç duyar görebilmek için. gerdanındaki pembenin asılı durduğu o zarif asma köprünün her bir hareketini bir yandan yürüyerek, günceme öyle bir hızla not alıyordum ki, kaçırdığım şey yaşamaktı seni izlerken. bir güruh için icra ettiğin o eski çağlara ait, lanetli dans sırasında seni sahnenin en umulmadık köşesinden izleyen bu siyah, uzun ceketli ve silindir şapkalı adam elbette dikkatini çekmemiştir. güneş'i sevmiyorsa eğer, tek gerçeği karanlıksa, ortalarda görünmesi bile bir "şey" idi. senin kalabalığa savurduğun saçların, o güruhu kendinden geçirmeye yetiyordu da, benim yüzümü kamçılamasına rağmen senin olduğun tarafa geçemiyordum. dansın hızlandıkça, başta sıkı sıkı sarıldığım o kara şemsiyeyi pek iyi tutamamış olacağım; dansının en sessiz yerinde düşüverdi elimden. aldım oradan yaktım; sahnenin tam karşısı, bambaşka bir sahneydi o anda. senin, müziği-kendisinden-antik-dansını hangi mafsalından böldüğümü hatırlamıyorum. öyle bir gürültü ki, dansının müziksizliğini kabullenemeyen; mantık silsilelerinden soyutlanıp, ayaklarını yerden keserek düşünemeyen benim ortaya koyduğum bir tepki gibi. bir şemsiye insanın elinden düşemez mi? düşebilir elbette; ancak bir şemsiyenin düşüşü bile bir yağmur damlasının düşüşünden daha fazla sanat barındırıyorsa elden ne gelir? tarkovski "dünya mükemmel olmadığı için sanat var." diyordu. bu bana bir fikir vermişti: sanat da mükemmel değil; sanat mükemmel olmadığı için adın, renklerin ve müziksiz dansın var. mütemadiyen devam edecek bir kaygı hali boğazımın altında, kasıklarımda ve kol eklemlerimde bu yüzden. araya girişim; günah müziği partisyonuna dahil edişim senden çok beni rahatsız etmiş olmalı. "yanlışlıktır, olur." deyip geçilecek şey değil.?

etrafında arzu naraları atarak seni pencereye çağırmayacaktım ki. o denli sarhoş değildim; onların kan damarlarında kanla karışık alkol dolaşıyordu, benimkinde oldum olası absent. absent insanın damarlarıyla anlaşınca, karşı gelinmesi zor bir ittifakı oluşturuyor. dolaşıyorsun, senin peşinden yürüdükçe yürüyorsun arada sırada yolumdan çevirmeye kalkışıyor flamingo sürüleri; ama absent yeşil. pembeler, bir sonraki adımlarımızın hesaplanmışlıklarının arasındaki fark kadar uzakta. senin adımların bir kraliçe arının, soy tohumunu bağışlayacağı işçi arı karşısındaki adımları kadar törensel, benimkiler uyuyakalmaktansa ölmeyi tercih edecek olan bir askerinkiler kadar hiyerarşik. evet, seni takip ediyorum hala. müziksiz dansına konuk oldum; o dans karşısında tüm vakarımı kaybettim; büründüğüm siyahları sırça vitrin eyledim. buna rağmen hala saklıyorum kendimi ve yanaklarına yayılan renkleri takip ediyorum. sorsalar gurur çamurunun içine düşmüş bir altın sikkeyim ben; değil. söylesem, canım yanmış, saklıyorum, "yürümeyi" unutmuşum; değil. sen, "yıldızlar biz bakmasak da oradalar mıdır?" diye sormuştun ya; bana değil, başka birine. hem sen bilir misin bu sorundan mahrum kalmanın, bu sorunla muhatap olamamanın ne demek olduğunu? sormuştun işte. cevabını bulamadı. belki de hiç aramadı. ben sana bakmasam da senin orada olacağına inanmayacak denli kaçığım; kaçmışım ama bitmemiş olacak ki, hala kaçıyorum. bu nasıl kaçmaksa; şehrinin kapılarından girerken, dün gece sen uyuduğun sırada başucuna koyduğum eros heykelciğini bulacağım. kaçtığım sen olsaydın, ateşinin içine atmıştım kendimi çoktan; kaçmak en az bu denli onursuz olurdu ve cezası da bu denli hafif.

resmedilen hep birlikte kaçışlardı aşıklar söz konusu olunca. hele bir tanesi vardı ki, rüyamda rastladığım, bir demet gülü göğüsleri hizasında gökyüzüne çıkardığını sandığım bir kadın ve aslında kollarında bir erkek. gökyüzünü seçiyorlar, çünkü gidecek hiçbir yer yok artık! düşünsene, savaşacak kimsemiz yok! ne dehşet dolu bir manzara.. öldürecek kimsemiz yok, yalanlar söyleyebileceğimiz, inandırabileceğimiz kimsemiz yok. bu yüzden yüzünü shakespeare'e dönüyor insanlar. işte, kendimle savaştığımın bile farkında değilken; kılıcı, kalkanı organlaştırmışken savaşın bitmesi ve bana yalan söylenebileceğinin, öldürülebileceğimin, inanabileceğimin ve günah işleyebileceğimin güvencesini verişin vardı sonraki sahnede, yumuşak bir mağlubiyetle. sana karşı hiç savaşmadığımı düşünürken taş kesilmiş derimin üzerinden akan absenti gördüm yeşilce. senin gözyaşın mıydı, benim kanım mıydı, bilemedim. iyi yolu görüp takdir etmek, ancak kötü yoldan gitmek yeni bir mefkure değil; buna mesnet de aramıyorum. ancak gittiğim yol, tarafından, hz. hızır'ın bir zamanlar kıblesini şaşırmış ayasofya'yı kıbleye çevirmesini andırırcasına değiştiriliyor. hayır, ben yine aynı yoldayım; elbette söz dinlemezim, baş belası bir çocuğum senin için. ancak yolun sonu değişiyor. hissediyorum..


sevgili sen, kaçtığım bir şehirden yazıyorum sanki sana. burada fazla kalmayacağım. mektuplarına sinen kokuyu iyi muhafaza etmesi için, onları, bende kalan fularının içinde saklıyorum. bazı geceler sevişme sesleri duyuyorum fularından; cümleler firar ediyor gizli dindarlığımdan ötürü. onlar, yazdığın hiçbir yerde kalmayacaklar. tutmayacağım. yine de bir gün ya ellerim beni unutursa; ya bu yaba ellerim, cümlelerinle bir olup ikimize karşı sevişirse diye korkuyorum.

köprücük kemiğine kurduğum salıncakta kal lütfen.
ontolojik sancilarimin merhemi
yine her şey değişmeye başlamıştı. eskiden olduğu gibi yaralarım hızla iyileşsin diye yüksek dozda ilaç tüketiyordum. bedenim küçük devinimlerle arkaya sallanıyordu sonra düşer gibi oluyordu ama düşmüyordum. etrafımı saranlar dans ettiğimi sanıyorlardı. oysa bir çocuğun sallandığı gibi öne arkaya acıyla sarsılıyordum. durumum fiziksel olarak gittikçe kötüleşiyordu. oysaki ona söz vermiştim. kendime iyi bakacaktım. ona olan aşkımı, gebe olan tüm duygularımı sonlandıracaktım. yerine delilik gelecekti. acım mutluluğa dönüşecekti veya beni bilmediğim bir şeye dönüştürecekti...

ertesi gün kafamın içinden bulutların hızla geçtiğini hissettim. içimde garip bir çelişki yaratmış halime uzun uzun baktım aynada. oldukça zayıf görünüyordum. parmağı dudaklarıma götürdüm, sus işareti yaptım aynadaki yüzüme. yüzüm daha önce hiç görmediğim kadar acıyla doluydu sanki. sanki bir şey zamanın önünü kesmişti. ne ileri, ne geri gidebiliyordum ; orada öylece kalakalmıştım. hissettiğin tüm duygular korkuyla karışık bir öfkeyle birleşip kenetlenmiş oturmuştu yüzüme..

nasılsın ? dedim..
yardım et kalkayım dedi..


yüzüne bir kez daha dikkatle baktım. aynanın öte yanına dökülmüş bütün duygularımın, kocaman bir sır olarak geçtiğini gördüm sırlı aynanın içinden..
ihtiras limani
Seine nehrinin üzerindeki taş köprülerin en uzun ve en karanlığı üzerinde, çıplak gökyüzü altında uzaklarda fenerleri yakılı gemileri izliyordum. Şehrin arkamda kalan kısmında ışıklar çoktan sönmüştü ve bacalardan yükselen dumanlar tütmez olmuştu. önümde ise gittikçe yoğunlaşan ışıklar vardı, belli belirsiz gelen ama geldiği yerin kalabalıklığını anlatan sesleri sezebiliyordum. İçtiğim sigaranın son nefeslerinden sonra, bir ölü gibi suyun üzerinde sürünerek ilerleyen kayığı izledim, uyuyamayan insanlar için hiç fena bir şey değildi.

Çok uzaklardan ailesinin ve köylülerinin yaptığı şarabı getirip satan küçük bir dükkanın önünde birkaç kadeh içmek için durdum. Sokağın köşesinde birkaç çingene, bütün gün çalmış ve oynamış olmanın yorgunluğu ile ağır bir gitar parçasıyla şarkı söylüyordu. Şimdiden sarhoş olmuş insanlar ara sokaklarda evlerinin yolunu düşe kalka arıyordu. Diğer yandan atlı arabalar sert ve kararlı kamçı darbeleriyle hızlanıyor, hanımefendileri ve beyefendileri şehrin bayağılaşmaya başlayan kısmından nezih bahçelere taşıyordu. İşçiler eşleriyle, zenginler de kimi buldularsa, ve kimseyi bulamayanlar hayalleriyle ama herkes aklında sevişme varmışçasına şehrin ışıklı kısmını boşaltıyordu. Henüz tanışmış ve şimdilik birbiriyle eğlenmenin derdinde olan aşıklar ve yalnız insanlar hala dans ve eğlence arıyordu.

- Aşık olduğum kadını kaybettim genç adam dedi kır saçlı bir adam, sarhoş ve sallanan haliyle, aşık olduğum kaybettim… sonra da duvara çarparak yığılıverdi. Başını kaldırıp bana sordu :
- Sen hiç aşık olduğun kadını kaybettin mi ?
- Ben fazlasını kaybettim ?
- Karşılıklı aşk hissettiğin kadını mı kaybettin ?
- Beni boşver, Nasıl bir kadını kaybettin ?
- Tablo gibi bir kadındı.. anlatsam melek zannedersin. Ya sen ?
- Ben şiir gibi bir kadını kaybettim sanırım. İçimde şiirleştikçe anlıyorum bunu. Söylesene bayım, hiç edebiyat gibi bir kadın tanıdınız mı ?
- Doğrusu genç adam ben kadınların kiraz dudaklarına, hayat fışkıran kahkahalarına, kıvrak kalçalarına ve cilvelerine aşık olmayı tercih ediyorum. Sen benden de yaşlısın ha ? anlatsana, nasıl oluyor söylediğin şey ?
- Doğrusu, kadın olmasına her kadından güzel ve çekiciydi. Orası başka. Güzel romanlar okursunuz değil mi bayım ? bize bizim de bildiğimiz hayatı öyle bir anlatırlar ki, öylece akıp gider. Çok güzel zarif bir yelkenlinin süzülmesi gibi. Hayatı boyayarak anlatmak gibi, her şey zarif, hoş bir hal alır. Hep güzel bir şarkı çalar sanki. İnsanların içinde yaşarız. Hisleri, ruhları, izlemek gibi bir şey değil mi roman okumak. Ya da şiir.. ya da hikaye. Hiç şiir gibi yaşadınız mı bayım ? hiç yürüyüşü yüksek ruhlardan bir nehrin akışı gibi olan bir kadın gördünüz mü ? bir kadınla anınızı yeniden düşününce çok şarabi bir hikayeyi okuyor gibi hissettiniz mi kendinizi ? bir kadının gözünden görünen dünya, en fantastik ve en tatlı romanların atmosferi gibi geldi mi ? kendinizi hiç roman karakteri gibi hissettiniz mi bayım ? bir kadının sözlerini, satırlarını etinden daha çok arzuladınız mı hiç bayım ?
- Bir kadının etini satırlarına tercih etmek mi, ben de kendimi deli zannederdim. Hayatı henüz tanımamışsın genç adam.
- Hayır tanıdım ama, çok farklı bir hayatı tanıdım. Şimdi diğer türlüsü çok anlamsız geliyor.
- Bence ayılamayacaksın genç adam.
- Bu dünya böyle daha güzel.
- Peki o kadını nasıl kaybettin ?
- Bir roman karakteri gibi sevdim. Ve basit bir serseri gibi, kendi içimin karanlığını kustum bir kez. Ruhunu kirletmeme izin vermedi.
- Ben ruhlar nasıl temizlenir bilmem genç adam, şarap lekesi dışında hiçbir leke dikkatimi çekmiyor.
Gülümseyerek, sessizleşen şehirde kendi hayallerimizi ceplerimize doldurup köprünün iki yanına doğru yürüdük. .
ontolojik sancilarimin merhemi
akşam, geceye bırakacağı mirası tefekkür ederken, ben de güncemin o günkü parçasını yazmak üzere parmaklarıma dair beklentiler taşıyorum. bir nefes puro, karşı kıyıya bir nazar, balıkçıdaki sarhoşların söyleyemediği şarkıya bir kulak kabartma..



bir nefes puro.. ellerim beni, daha sonra ateş kanatlı bir cennet kuşundan "efsunlu" olduklarını öğreneceğim cümlelere sürüklemeye başlıyor. ancak o sırada oturduğum banka doğru ellili yaşlarda bir adam yaklaşıyor. bunu hissettiğim anda yeryüzüne düşüyor ve olası bir diyaloğa hazırlıyorum kendimi. bilgisayarın ekranını kendi içine kapanacak kadar eğip diğer yanıma koymam, adamın ilk cümlelerine rastlıyor. yanımda oturduğu süre zarfında siyasetten bile konuşuyor. sıkılıyorum, fakat sıkıntının doğasındaki keşif harekete geçiyor: adamın bacaklarının, tepelerinde farklı periyotlarla yanıp sönen ışıkların olduğu yan yana iki haberleşme direğini andırırcasına, farklı periyotlarla titrediğini fark ediyorum. sıkıntım bu keşifle birlikte bir an kesintiye uğrarken, adamı onaylamaya devam ediyorum. aynı zamanda kendimi ayıplarken yakalıyorum kendimi: içten içe, yaban hayatıma teklifsizce dahil olan bu adamdan kurtulmak istiyorum.


gece artık sadık bir evlat gibi, akşamdan aldığı mirasın üzerine tamamen oturmuşken, adam sessizleşiyor. gideceğini hissediyorum ve derin bir hüzün çörekleniyor içime. bir anne engereğin yuvasına çöreklendiği zaman etrafında oluşturduğu kasvetli çöküntüye benziyor hüznüm. adam veda cümlelerini mırıldanmaya başlıyor ve şaşırıyorum:


"kusura bakma, seni de işinden ettim ama... buralarda dolaşıyordum, sigarayı bırakmaya çalışıyorum da, hemen şurada büfe var, gidip sigara almayayım diye, o kapanana kadar yanına oturup vakit öldürmek istedim. eyvallah, sağ olasın."


o giderken annem uyanıyor içimde ve kemiklerime kadar, onun o anavari merhametini hissediyorum. gözlerim doluyor, sahil boşalıyor. yapayalnız kaldığımı hissederek, hiç yapmadığım gibi, birkaç saat daha kalmaya karar veriyorum..


ihtiras limani
Dükkan kapanıyordu. Eylül, bu ne serin ne de sıcak akşamlarıyla, henüz sonbahar ile yaşanan cicim aylarının sahibi ve bunaltıcı yaz gecelerinin kurtarıcıymışcasına seviliyordu. Duru, berrak akşamlarda temiz nefesler alan kalabalıklar can bulmuş hayat dolmuş gibi, ne sıcaklardan ne soğuklardan korkarak yürüyordu. Ceketimi almıyordum, kalın giymeme de gerek yoktu, en çok bu havaları sevmiştim ömrüm boyunca.

Kitap satıyordum fakat dükkanın asıl işi kitap satmak değildi. kırtasiye benzeri bu yer için kitap şu an okul listelerinde para eden bir diğer şey olması sebebiyle önemliydi, şu an mevsimi de olduğundan geçici bir süre beni istihdam etmiş bulunuyorlardı.benim için de bir para kazanma yöntemi ve yormayan bir iş olmanın ötesinde değildi kitap satmak, kitapçı değildim, kitap satıyordum sadece.
Bizimle beraber dükkanını kapatan bir sahaf vardı. İnzivayı üstüne giymiş gibiydi, gür sakalları renkli gözleriyle tüm yüzünü ve hislerini anlatan mimiklerini sakladığı gibi, ömrünü de bu dükkana saklamıştı. Fakat öyle alelade kitaplar satmazdı, derin kitaplar,ağır kitaplar, eski kitaplar satardı. En nihayetinde satardı, yazarı değildi, ama sanki okuduğunu satıyor, veya okunmasını istediklerini satıyor hali üzerine sinmişti. Sanki dağıtmaktı yaptığı daha çok. Böyle görünmesini mi isterdi, kim bilir hangi merhalelerden geçmiş ve yenik ömrünün en nihayetinde birkaç parça eşya satma etiketinde donakalmış haline bir makyaj mıydı bu, çok düşündüm.fakat ona hiç sormadım. Belki bir çayını içseydim fikrim olurdu.

Biri vardı her zaman gelen. Şiir kitaplarının raflarında kaybolurdu. Pek soru sormaz, yazar takip etmez, çıkacak kitap beklemez, kitap sipariş etmezdi. Çoğu zaman aynı kitapların etrafında görürdüm. Kimi şiir kitaplarına ilk defa rastlıyor gibi,elinde kitap büyümüş gözleriyle uzun süre ayakta dalıp dikildiğine şahit oldum. İç savaşları vardı, biliyordum. Hissediyordum demek daha doğru belki, bazen okuyup üstünden geçtiği şiire başka gün gömülüp kalmasının başkaca açıklaması yoktu benim için. Kim bilir şu an, iç dünyalarının hangi burcuna hangi duygusu hücum etmiş, bir şiirin mısralarını kalkan, ok, gürz, gülle edinmişti. Karanlıkta dönen sesleri dinleyip eşyadan kaçan bir yarasa gibi şiirlere doğru saçılıyor, dönen tüm o duygu, his, kalple yönünü buluyor, hayvandan, eşyadan, nefsten, gerçekten kaçıyordu. Bunu anlayabilmek için daha sonra yerine bıraktığı kitapların hangi sayfalarının buruştuğu kıvrıldığı, ya da yıprandığını takip etmem gerekti. Yeni bir kitap aldığınızda açıp okuduğunuz yerde kalan o değilmişlik haliydi aşağı yukarı kovaladığım. Ya da ben onun iç duvarlarıma düşen gölgesine böyle bir hikaye giydirmeyi tecih etmiştim. Gri kaldırımlarda, kırmızı, kıpkırmızı aşklar yaşanıyordu, o ise siyah beyaz kalmış ve bunu iliklerine kadar hissetmiş de, kendisini renklerden yıkayıp arındırmış yağmulara kızgın fakat kabullenmiş susuyordu. Gözleri, kendisi maviydi, fakat karanlığın keskinliği onda başkaydı, külün rengi. Ölüm değildi bu. Bu karanlık, bu siyah, ışık düştüğünde ışığı en güzel bell edip yakalamak üzere karanlıklaşmak gibiydi. Kayıptı ve bilmiyordu. Daha iyi duymak için tüm sesleri susturmak gibi, daha iyi görmek için tüm ışıklarını kapatmıştı. Onu böyle düşlemek, romanlar düşünceler saçmalıklar pazarlıklar gösterişler dolu raflarda bana güzel bir dünya kazandırıyordu.

Bir gün kasada olmayan bozuk paranın üstüme saldığı yıkıklık hissiyle yandaki sahafa gittim, o orada, sahafın yanında, çay içiyordu onunla. Bir an irkildim, heyecan da duydum, bu garip buluşma, sanki birbiriyle çıkar ilişkisine girmiş fakat her an gönül bağı da kurabilecek iki yabancı dünyanın buluşması gibi bir etki uyandırmıştı bende. Nihayet doğru düzgün satış yapamayan bir sahafın bozuk parası da olamayacağını teyit edip oradan ayrıldım. Bir yarım saat sonra, dükkanı kapatıp çıkmaya hazırlanırken bu ikilinin sokağa attıkları iskemleler üzerinde sahafın sokak tezgahının dibinde oturduklarını gördüm. Beni görünce sahaf bir iyi akşamların ardından birkaç yazarı sordu, bizde hangi kitaplarının olup olmadığını.bizde olanlar nispeten pahalıydı, kız belki sahaflardan ucuza bulurum demiş, fakat bulamamış. Mesele uzayıp gitmiş, sahaf amca bırakmamış kızı.
- Düşünmek istemiyorum aslında, diyordu. Çünkü benim gördüğüm, düşüncenin zirvesine kadar çıkan insanların bile ulaştığı karanlık, soğuk, hiçbir çıkmazı olmayan bir yok oluş korkusu, ölüm, anlamsızlık, daha fazla acı, bunalım. Diğerleri öfkeliler, başka insanlara, sistemlere, hükümdarlara, askerlere, hakimlere, onlarla mücadele etme yolunu seçmişler, mücadele ederken sessizce bir an ölmeyi yeğlemişler, ya da unutmuşlar ölümü böylece. Ben düşünmek istemiyorum, bana getireceğinin daha korkunç bir yokluk bekleyişi olmasından korkuyorum. Duygular böyle değil, kalp de böyle değil. Şiir de böyle değil. En nihayetinde herkesin kişiliği, zaafları kirletir davranışını, ama kalp içerideki sıcak kırmızı ve saf kandır, oranın pınarlarında akan hep sıcak, hep hissedilir, bir sonsuz varsa ancak orada olmalı.
Sahaf bir düşündü, yüzü derin bir kuyuya bakar gibi aşağı eğildi, gözerini çaresizlikle yummadı, neyi çekip çıkaracağını merak ettim.

-seninki, güzel ya da çirkin, soğuk veya sıcak, engin veya kör, bir şehri, bir manzarayı başkasının satırlarından okuyup orayı yaşadığını, hissettiğini, anladığını farz ederek oraya gitmekten vazgeçmeye benziyor. Oysa, o soğuk dağın zirvesinde, o sert rüzgarı yüzünde hissetmeden, o manzarayı kend gözlerinle görmeden, o ufka ulaşmadan, nasıl vazgeçebilirsin ? yaşamadan, yaşamış gibi nasıl emin olabilirsin ? duygulara sığınıyorsun,düşünmenin seni getirdiği uçurumlardan kaçıp, hissin sıcaklığına. Biliyorum bu kendini avutma ya da sarhoş etme yöntemi değil, ama düşünmek senin arızalı bir yönün ve hissetmek asıl gerçeğin değil. Düşün ve bulduğunu hissederek yaşa, elbette bunu şu an sana söylememin hiçbir tesiri yok, olmasını da beklemem, sadece ufukların önündeki birkaç duvarı yıkmak için. Sen ne dersin peki evlat ? sen ne yaparsın ?

- Ben yürümek istiyorum sadece, biraz içimi parçalamam gerek. Vapura yetişsem güzel olacak.
Kalktım, kafamın içindeki arı kovanına yeni sesler katıp, kendimi kim bilir neyin ellerinde olduğunu bilmediğim kukla haliyle başka sahnelere bıraktım.
ihtiras limani
Kendimi kamaradan içeri sızan güneşin sesine bıraktım. Dışarı çıktığımda, ılık denizin yüzünü öpüp uçuşan rüzgarların serinliği vurdu yüzüme. Önümde denize keskince inen yarları, çiçekli tepeleri ve yeşil zirvesiyle onun adası vardı. Burada önce yüzünüze rüzgar değince uyanıyorsunuz. Sonraki uyanış, tabiatı bir kez daha görmekle başlıyor. Ve asıl uyanış denizin serin dünyasına kendinizi bırakmanızla devam ediyor. Henüz bunun için erkendi. Uyanmasını bekledim. Uyanışını izlemek istersem uyandırabilirdim, bu yüzden dalgaların, kuşların ve uzaktan geçen gemilerin seslerinin onu uyandırmasını bekledim. Kısık gözlerle çıktı içeriden. Yüzünde yazın izleri vardı, doğal olarak esmer olan teni bronzun en güzel kıvamına gelmişti. Saçlarında sanki en güzel arplerin malzemesi olarak kullanılan altın teller dökülüyordu ve göz alıcılığını zirveleştiriyordu. Karanlık gözleri, üzerindeki bembeyaz uzunca bir gömleği andıran elbisesi ile birlikte zarif bir uyum içindeydi. Rüzgar göğsü açık bu elbiseden girip oldukça bol yarım kollarından çıkıyor, tüm vücudundan uykunun nemini alıyor gibiydi. Adaya baktı, uzunca bir süre her koyunu izledi uzaktan.

Yelkenimizi adaya doğru çevirdik ve rüzgarın bizi kucaklayışını hissettik. Adaya vardığımızda, ayak basmadan kahvaltımızı yaptık. Yol üzerinde bulduğumuz biraz taze sebze-meyve, peynir, zeytinyağı kekik ve zeytinden oluşan değişmezi, ve çayımız. Adaya ayak bastığımzda, ilk işimizi bir şekilde su içtiği bütün çeşmelere uğramak oldu. 7 oluklu, oluklarının bazıları aslan başlı bu tarihi çeşmelerin yüzyıllardır kesilmemiş serin suyunu yudumladık. Ayağının kanadığı, dizlerinin soyulduğu, erik dikenlerine bata çıka erik kovaladığı, sincaplarla dostluk ettiği koruları dolaştık. Gizli saklı yabani elma ağacını aradı, buldu. Kaybola kaybol keşfettiği patikalarda dolaştık. Kaybolmaktan zevk almasına şaşırmıyordum ama kaybolmayı bu kadar doğal bulması garipti. Kaybolmadıktan sonra neden gezmeye çıkayım ki diyordu. Korkmadığı zamanlardı, korkuyu uzun zaman tanımamıştı. O zamanlar gözü karaydı, şimdi ise cesur. Adanın küçük agorasında saklambaç oynadığı günleri konuşa konuşa, adanın zeytin ağaçlı zirvesine çıktık. Burada, eski bir gözcü kulesinin harabesi vardı. Burası onun, en zor zamanlarında kaçtığı yerlerden biriydi. Oturdu, adanın güneşin battığı yönüe döndü, ellerini kucağına koydu. Yokmuşum gibi hafif arka çaprazında, ağaca yaslı durup onu izledim. “ burada bekledim gep geceyi “ dedi. Sanki, tüm o zamanlardan damıtılıp ruhunda kalanı hissetmemi ister gibi karanlık karanlık baktı. Kandillerine döktüğü şeyleri, kanıma karıştırmak ister gibiydi. “ burada değiştirdim derimi kaç kez” dedi. Bir farkla, tüm hayvanlar, dışta ölen derilerini bırakıp, dıştan içe yenilenirken, o hep içten dışa yenilenmişti. Kadınlar 18 yaşlarından sonra çok fazla kez deri değiştirir uzun zaman, soğuyup son şeklini almamış gezegenler gibidirler. Çarpışır, parçalanır, ufalır, büyürler. Bazen parçaları kopar bazen terk edilmez parçalar edinirler. Yıldız tozlarıyla süslenir içleri de dışları da. Ve soğurlar gittikçe, gittikçe soğurlar. İçlerinde yanmaya dönmeye devam eden bir çekirdek kalıncaya değin. O da öyleydi. Kabuk bağlayıp deniz tutup gökyüzünü edine değin, hayatla dolana değin çok kez içinden dışında değişmişti. Burada, yıllar boyu geçirdiği değişimi izledim. Dinledim.

“ deniz kızlarıyla konuştuğun mağara ?” diye sordum. Hadi gidelim dedi ve kulenin önünden geldiğimiz yönün aksine adadan aşağı indik. Burada denize doğru inen kayalıkların arasındaki bir yarığı gösterdi. Önce o girdi, kıvrak vücudunun kayalıkların arasından kendini yaralamadan geçişini izledim, ben de yarıktan geçtikten sonra, mağaranın zeminine doğru indik. Dibindeki su, nereden geldiği belirsiz bir ışıkla parıldıyordu. Mağara duvarlarından kaynak sularının sızdığını fark ediyordum. Ve deniz uğultusu, garip bir halde mağaraya sızıyordu. Eminim dedi, küçükken gündüzleri buraya kaçtığımda, denizkızlarının gelip benimle konuştuğuna, beni denizler altındaki şehirlere çağırdığına, oraları anlattıklarına eminim.. bu adadaki çoğu kişi onların çocuklarıymış biliyor musun ? bazı denizkızları gerçek aşkı bulunca gerçek kız olurlarmış, hatta benim soyumda böyle bir kadından geliyormuş, benim gözlerimde karanlık suların rengi varmış, bazısı mercan rengi olurmuş, bazısı kumsal rengi.. bana renk renk taşlar getirirlerdi. Ben onları evdekilere götürür kolye, küpe yapmalarını isterdim. Gülümseyerek dinledim onu. İnanmıyorsam hemen şu suya girip def olup gidebileceğimi söyledi. Bahsettiği renkli taşların, kristallerin kaynağını aradım mağara duvarlarında. Bu çabamı elbette zekasıyla sezmesi uzun sürmedi. Attığı küçük çakıllardan dikitlerin ardına saklanarak kurtuldum. Gülerek tamam tamam o kadar da deli değilim dedi. Ama küçükken çok hayalperest bir çocuktum, bunların hepsini yüzde yüz gerçeklermiş gibi etrafımdaki insanlara anlattığımı anımsıyorum..
Etrafı taş duvarla kaplı, ince bir yoldan meyve bahçeleri boyunca yürümeye başladık. Bu yol, adanın verimli kısmını dolaşan zirveye çıkışın en ağır ve uzun versiyonuydu. Elbette her meyve bahçesinde saçlarına takaçak taçlar, yakasına ödüller, kulaklarına küpeler buldum. Bazı üzümlerin tadına dudaklarında bakma teklifim kabul görmemiş olsa da inatla cebime atmaya çalıştığım üzümlerin ezilip üzerimi kirlettiğini fark edince bu sevdadan vazgeçtim.

Güneşin batışını birlikte izledik. Uzunca bir taşa yaslanmıştım ve başı göğsümdeydi. Şu an, kalkıp, göğsümde uzanışını tam karşısından, gözlerinde batan güneş, karanlığa karışır gibi kaybolurken izlemek isterdim. Bunun yerine, nefes aldıkça kalkıp inen bedenini hissetmeyi seçtim. Ellerim pürüzsüz teninde dolaştı. Onun bir eli koluma dolanıktı, diğerinde bulup buluşturduğu çiçekler, otlar vardı. Bakışlarımızı gece ilerleyince gökyüzüne çevirdik. Çok yüzeysel bildiğim tüm burçları gösterdi bana, ve fazlasını. Galaksileri, gezegenleri.. çok sevdiği filozofların gökyüzü hakkındaki sözlerini tekrarladı. Eliyle gökyüzünü işaret ederken, her an sihrli bir şekilde parmaklarının dolaştığı yerler mor bir izle belirlenecekmiş gibi gelirdi. Hava serinledikçe bana sokuldu. Gemiye dönsek mi bilemedik. Sabah serinliğinden korksak da burası onun evi gibiydi. Ne kadar kendisini karanlıklara kapatırsa kapatsın, biliyordum o mavi gökyüzü, zeytin ağaçları ve beyaz elbiseler içinde bir bilgeliğin dişi bir izdüşümüydü. Ruhunu bu antik tiyatrolardan, agoralardan, kütüphanelerden yükselen sesten aldığını biliyordum.

Gece koyulaştıkça, doğa karanlığa çekildi, yıldızlar lambalarımız oldu, ve onun, tarihle uyumlu karakterinin yerini karanlık gözleri, sıcak teni ve altın izli saçları aldı. Dudaklarının kenarında kiraz izleri arıyordum. Üzümler dökmek istiyordum göğsüne. “ bu gece şarap içeceğiz “ dedim.. “ ama biz içmeyiz” dedi. “ dudaklarındakii kırmızılıktan ben çıkarırım onu” dedim. Bir kadını öptüğünüzde onu tüketirsiniz gibi gelir. Sevdiğiniz kadını öpmek ise onu çoğaltmak gibiymiş, bildim.
cisi gelen sanat tarihcisi
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...

Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.

Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...

Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.

Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.

Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.

Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.


Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...

İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.

Onu koruyacaktım!

Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.


Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.

Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.

Bir fotoğrafta 2 Sophia...

Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.

Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!

Ben Yemenja'ydım.

Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!

Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.

Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!

Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.

"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!


Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.

Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.


"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.

Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!

Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.

Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?


Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.

Ama gerçek çok farklıydı.

Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.

Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?

Silahı başıma götürüyorum.

Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.

Ben Doğa ananın kızıyım.

Ben modern Simyacıyım.

Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!

Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
Sonrası mı? Kulak çınlaması ve karanlık.

ihtiras limani
Bütün yolculuk onları izledim. Bir trenin aynı kompartmanını paylaştığım iki kişiyi. Ayrı ayrı saatlerde geldiler. Erkek olan gelip oturduktan sonra, önce hiçbir yere bakmadı. Biletine baktı, saate. Kaşları çatık, hareketleri kesin ve keskin, tereddütsüz. Zaman ilerleyip, tren dolup hareket saati yaklaştıkça gözü camdan dışarı doğru uzandı. Kaçtı adeta trenin içinden bakışları. Önce heyecanla, merakla, tedirgin mi heyecanlı mı bilemediğim bir halde istasyonu taradı. Her yüzün her kıpırtının her hareketliliğin üzerinde bir müddet durdu, aradı, bulamadıkça beklemeye devam etti. Annesini kaybetmiş bir hayvan yavrusunu andıran bu bakışlar, zamanla yerini kederli bir donukluğa bıraktı. İstasyonun girişine bakıyordu fakat o an gördüğü şeyin başka olduğuna eminim. Başka zaman dilimlerinde olduğuna da. Üzerine sinen, yaşlı, ümitsiz fakat yine de gözü yolda insanların, ölümle beraber ümidi de arayan bakışlardı.

Derken kompartmandan içeri bir kız girdi. İlk göz göze gelişlerinde ürkek bir şaşkınlık, çarpılıp kalma hali, artık ikisinin de orada olduğu fikri kafalarına yerleşince yerini kafaları başka yöne çevirip kaşları çatmaya bıraktı. Kız beresini çıkardı, üstündeki erimeden kalan son kar parçalarını silkeledi, bavulunu koyup çocuğun karşısına oturdu.

Dikkatimi en baştan beri çektikleri için artık kitap okuyor, camdan dışarıyı izliyor gibi olsam da onları takip ediyordum. her nereye gidiyorlarsa beraber gitmek için bilet almışlar, planlamışlar ama anladığım kadarıyla sonra darılmışlardı. Fakat ikisi de gitmekten vazgeçmemişti. Nedeninin izlerini yüzlerinde aradım durdum. Çocuk kızı görmek istiyordu, bu gelmeyeceğini düşündüğünde yüzündeki halden belliydi. Ama kızgındı, çatık kaşları ve suskunluğu bunu söylüyordu. Kız da geldiğine göre, en azından planlanan şeye sadık kalmış veya onu görmek istemişti. Gittikleri yer belki ikisinin de hislerinden üstteydi. Sevgililer miydi, arkadaşlar mıydı bunu çözemedim. Ama kızgın ve yakınlardı.
Ne zaman birinin bakışı koridordan geçen birine dönse, ne zaman biri elini çantasına atsa, diğerinin tetikte olan bakışları harekete geçiyor, karşısındakinin hareketinin nesnesini yakalamaya çalışıyordu. göz ucuyla izliyorlardı birbirlerini. Ufak tefek bunu belli eden şeyler olmaya başladı tabi. Çocuk kızın düşen kalemini aldı, kız güneşten kitabına bakamadığını anlayınca çocuğun, perdeyi çekti.
-otel değiştirilmiş, herkes önceden adı geçen otelde kalacakmış. Dedi çocuk.

Kız bir kaşını kaldırdı, onun sesiyle irkilmiş, gözlerini tam olarak gözlerine dikmiş, alnında dalgaları andıran çizgilerle rahatsız, katı bir halde çocuğa bakıyordu. Bu şok, dalga dalga bir iç yumuşaklığına döner gibi karşılıklı kesik özet cümlelerle yayıldı içlerine. Sonra kafalarını tekrar indirdiler, biri kitabına, biri müziğine ve camdan görünen manzaraya gömüldü. İç dünyaları iki denizin ilk kez karşılaşması gibi dalgalarla birbirine hakim olmaya çalışıyordu adeta. Bu halleriyle, yapay duvarların ardında, bekliyorlardı aslında duvarın yıkılmasını.
Öğlen çocuk yemeğe gitmek için kalktı, durdu, pek kıza bakmadan
- Yemek yiyecek misin ? diye sordu
- olur geleyim, Oldu kızın cevabı.
Bu garip mecburiyet halini anlamadım. Hiçbiri yemek yemek için birbirine ihtiyaç duymadığı halde gizli bir şeye sadık kalır gibi, hislerinin üstünde bir bağla birbirlerini sürüklüyorlardı. Yemekten döndüklerinde, ellerinde sıcak çay vardı, gülümsediler birbirlerine, kız sonra neşeyle elindeki kitaptan bir şeyler anlatmaya başladı. Çocuk gözleri parlayarak dinledi. Her şeylerine dokunuyor gibi bir halleri vardı. Manevi bir sarılma hali. Son istasyona varıp herkes dağıldığında, istasyondan çıkarken gördüm onları son kez. Tek bir kişi yürüyormuş gibi yürüyorlardı. Bir bedenin iki bacağı gibiydiler.
john overmars
ne tarih yazabildim ne tarih olabildim.hiçlik ovasında buharlaşan bir su damlasıyım başka bir şey değil.sonra belki bulut olurum.belki açan bir çiçek.belki uzaya karışırım.belki uzak galaksilerde bir genin atom altı parçağında var olurum.bilmiyorum.hikayeler yazardım eskiden çünkü hayal etmekten korkmazdım o zaman.bilmiyordum bedelin olduğunu her şeyin toyluk işte.büyüdüm ve duygularım duygusuzlaşma haddini anladı.

hiçlik bile beni kabul etmiyor artık.ilham da gelmiyor zaten.kaotik şartlarda var olmak artık benim için mütevazi ve çekingen bir bakış nazarında olabilir artık.ne hikayeler gerçek oluyor.ne gerçekler hikaye gibi kenara atılabiliyor.