akşam, geceye bırakacağı mirası tefekkür ederken, ben de güncemin o günkü parçasını yazmak üzere parmaklarıma dair beklentiler taşıyorum. bir nefes puro, karşı kıyıya bir nazar, balıkçıdaki sarhoşların söyleyemediği şarkıya bir kulak kabartma..
bir nefes puro.. ellerim beni, daha sonra ateş kanatlı bir cennet kuşundan "efsunlu" olduklarını öğreneceğim cümlelere sürüklemeye başlıyor. ancak o sırada oturduğum banka doğru ellili yaşlarda bir adam yaklaşıyor. bunu hissettiğim anda yeryüzüne düşüyor ve olası bir diyaloğa hazırlıyorum kendimi. bilgisayarın ekranını kendi içine kapanacak kadar eğip diğer yanıma koymam, adamın ilk cümlelerine rastlıyor. yanımda oturduğu süre zarfında siyasetten bile konuşuyor. sıkılıyorum, fakat sıkıntının doğasındaki keşif harekete geçiyor: adamın bacaklarının, tepelerinde farklı periyotlarla yanıp sönen ışıkların olduğu yan yana iki haberleşme direğini andırırcasına, farklı periyotlarla titrediğini fark ediyorum. sıkıntım bu keşifle birlikte bir an kesintiye uğrarken, adamı onaylamaya devam ediyorum. aynı zamanda kendimi ayıplarken yakalıyorum kendimi: içten içe, yaban hayatıma teklifsizce dahil olan bu adamdan kurtulmak istiyorum.
gece artık sadık bir evlat gibi, akşamdan aldığı mirasın üzerine tamamen oturmuşken, adam sessizleşiyor. gideceğini hissediyorum ve derin bir hüzün çörekleniyor içime. bir anne engereğin yuvasına çöreklendiği zaman etrafında oluşturduğu kasvetli çöküntüye benziyor hüznüm. adam veda cümlelerini mırıldanmaya başlıyor ve şaşırıyorum:
"kusura bakma, seni de işinden ettim ama... buralarda dolaşıyordum, sigarayı bırakmaya çalışıyorum da, hemen şurada büfe var, gidip sigara almayayım diye, o kapanana kadar yanına oturup vakit öldürmek istedim. eyvallah, sağ olasın."
o giderken annem uyanıyor içimde ve kemiklerime kadar, onun o anavari merhametini hissediyorum. gözlerim doluyor, sahil boşalıyor. yapayalnız kaldığımı hissederek, hiç yapmadığım gibi, birkaç saat daha kalmaya karar veriyorum..