kısa öykü denemeleri

ihtiras limani
Kendimi kamaradan içeri sızan güneşin sesine bıraktım. Dışarı çıktığımda, ılık denizin yüzünü öpüp uçuşan rüzgarların serinliği vurdu yüzüme. Önümde denize keskince inen yarları, çiçekli tepeleri ve yeşil zirvesiyle onun adası vardı. Burada önce yüzünüze rüzgar değince uyanıyorsunuz. Sonraki uyanış, tabiatı bir kez daha görmekle başlıyor. Ve asıl uyanış denizin serin dünyasına kendinizi bırakmanızla devam ediyor. Henüz bunun için erkendi. Uyanmasını bekledim. Uyanışını izlemek istersem uyandırabilirdim, bu yüzden dalgaların, kuşların ve uzaktan geçen gemilerin seslerinin onu uyandırmasını bekledim. Kısık gözlerle çıktı içeriden. Yüzünde yazın izleri vardı, doğal olarak esmer olan teni bronzun en güzel kıvamına gelmişti. Saçlarında sanki en güzel arplerin malzemesi olarak kullanılan altın teller dökülüyordu ve göz alıcılığını zirveleştiriyordu. Karanlık gözleri, üzerindeki bembeyaz uzunca bir gömleği andıran elbisesi ile birlikte zarif bir uyum içindeydi. Rüzgar göğsü açık bu elbiseden girip oldukça bol yarım kollarından çıkıyor, tüm vücudundan uykunun nemini alıyor gibiydi. Adaya baktı, uzunca bir süre her koyunu izledi uzaktan.

Yelkenimizi adaya doğru çevirdik ve rüzgarın bizi kucaklayışını hissettik. Adaya vardığımızda, ayak basmadan kahvaltımızı yaptık. Yol üzerinde bulduğumuz biraz taze sebze-meyve, peynir, zeytinyağı kekik ve zeytinden oluşan değişmezi, ve çayımız. Adaya ayak bastığımzda, ilk işimizi bir şekilde su içtiği bütün çeşmelere uğramak oldu. 7 oluklu, oluklarının bazıları aslan başlı bu tarihi çeşmelerin yüzyıllardır kesilmemiş serin suyunu yudumladık. Ayağının kanadığı, dizlerinin soyulduğu, erik dikenlerine bata çıka erik kovaladığı, sincaplarla dostluk ettiği koruları dolaştık. Gizli saklı yabani elma ağacını aradı, buldu. Kaybola kaybol keşfettiği patikalarda dolaştık. Kaybolmaktan zevk almasına şaşırmıyordum ama kaybolmayı bu kadar doğal bulması garipti. Kaybolmadıktan sonra neden gezmeye çıkayım ki diyordu. Korkmadığı zamanlardı, korkuyu uzun zaman tanımamıştı. O zamanlar gözü karaydı, şimdi ise cesur. Adanın küçük agorasında saklambaç oynadığı günleri konuşa konuşa, adanın zeytin ağaçlı zirvesine çıktık. Burada, eski bir gözcü kulesinin harabesi vardı. Burası onun, en zor zamanlarında kaçtığı yerlerden biriydi. Oturdu, adanın güneşin battığı yönüe döndü, ellerini kucağına koydu. Yokmuşum gibi hafif arka çaprazında, ağaca yaslı durup onu izledim. “ burada bekledim gep geceyi “ dedi. Sanki, tüm o zamanlardan damıtılıp ruhunda kalanı hissetmemi ister gibi karanlık karanlık baktı. Kandillerine döktüğü şeyleri, kanıma karıştırmak ister gibiydi. “ burada değiştirdim derimi kaç kez” dedi. Bir farkla, tüm hayvanlar, dışta ölen derilerini bırakıp, dıştan içe yenilenirken, o hep içten dışa yenilenmişti. Kadınlar 18 yaşlarından sonra çok fazla kez deri değiştirir uzun zaman, soğuyup son şeklini almamış gezegenler gibidirler. Çarpışır, parçalanır, ufalır, büyürler. Bazen parçaları kopar bazen terk edilmez parçalar edinirler. Yıldız tozlarıyla süslenir içleri de dışları da. Ve soğurlar gittikçe, gittikçe soğurlar. İçlerinde yanmaya dönmeye devam eden bir çekirdek kalıncaya değin. O da öyleydi. Kabuk bağlayıp deniz tutup gökyüzünü edine değin, hayatla dolana değin çok kez içinden dışında değişmişti. Burada, yıllar boyu geçirdiği değişimi izledim. Dinledim.

“ deniz kızlarıyla konuştuğun mağara ?” diye sordum. Hadi gidelim dedi ve kulenin önünden geldiğimiz yönün aksine adadan aşağı indik. Burada denize doğru inen kayalıkların arasındaki bir yarığı gösterdi. Önce o girdi, kıvrak vücudunun kayalıkların arasından kendini yaralamadan geçişini izledim, ben de yarıktan geçtikten sonra, mağaranın zeminine doğru indik. Dibindeki su, nereden geldiği belirsiz bir ışıkla parıldıyordu. Mağara duvarlarından kaynak sularının sızdığını fark ediyordum. Ve deniz uğultusu, garip bir halde mağaraya sızıyordu. Eminim dedi, küçükken gündüzleri buraya kaçtığımda, denizkızlarının gelip benimle konuştuğuna, beni denizler altındaki şehirlere çağırdığına, oraları anlattıklarına eminim.. bu adadaki çoğu kişi onların çocuklarıymış biliyor musun ? bazı denizkızları gerçek aşkı bulunca gerçek kız olurlarmış, hatta benim soyumda böyle bir kadından geliyormuş, benim gözlerimde karanlık suların rengi varmış, bazısı mercan rengi olurmuş, bazısı kumsal rengi.. bana renk renk taşlar getirirlerdi. Ben onları evdekilere götürür kolye, küpe yapmalarını isterdim. Gülümseyerek dinledim onu. İnanmıyorsam hemen şu suya girip def olup gidebileceğimi söyledi. Bahsettiği renkli taşların, kristallerin kaynağını aradım mağara duvarlarında. Bu çabamı elbette zekasıyla sezmesi uzun sürmedi. Attığı küçük çakıllardan dikitlerin ardına saklanarak kurtuldum. Gülerek tamam tamam o kadar da deli değilim dedi. Ama küçükken çok hayalperest bir çocuktum, bunların hepsini yüzde yüz gerçeklermiş gibi etrafımdaki insanlara anlattığımı anımsıyorum..
Etrafı taş duvarla kaplı, ince bir yoldan meyve bahçeleri boyunca yürümeye başladık. Bu yol, adanın verimli kısmını dolaşan zirveye çıkışın en ağır ve uzun versiyonuydu. Elbette her meyve bahçesinde saçlarına takaçak taçlar, yakasına ödüller, kulaklarına küpeler buldum. Bazı üzümlerin tadına dudaklarında bakma teklifim kabul görmemiş olsa da inatla cebime atmaya çalıştığım üzümlerin ezilip üzerimi kirlettiğini fark edince bu sevdadan vazgeçtim.

Güneşin batışını birlikte izledik. Uzunca bir taşa yaslanmıştım ve başı göğsümdeydi. Şu an, kalkıp, göğsümde uzanışını tam karşısından, gözlerinde batan güneş, karanlığa karışır gibi kaybolurken izlemek isterdim. Bunun yerine, nefes aldıkça kalkıp inen bedenini hissetmeyi seçtim. Ellerim pürüzsüz teninde dolaştı. Onun bir eli koluma dolanıktı, diğerinde bulup buluşturduğu çiçekler, otlar vardı. Bakışlarımızı gece ilerleyince gökyüzüne çevirdik. Çok yüzeysel bildiğim tüm burçları gösterdi bana, ve fazlasını. Galaksileri, gezegenleri.. çok sevdiği filozofların gökyüzü hakkındaki sözlerini tekrarladı. Eliyle gökyüzünü işaret ederken, her an sihrli bir şekilde parmaklarının dolaştığı yerler mor bir izle belirlenecekmiş gibi gelirdi. Hava serinledikçe bana sokuldu. Gemiye dönsek mi bilemedik. Sabah serinliğinden korksak da burası onun evi gibiydi. Ne kadar kendisini karanlıklara kapatırsa kapatsın, biliyordum o mavi gökyüzü, zeytin ağaçları ve beyaz elbiseler içinde bir bilgeliğin dişi bir izdüşümüydü. Ruhunu bu antik tiyatrolardan, agoralardan, kütüphanelerden yükselen sesten aldığını biliyordum.

Gece koyulaştıkça, doğa karanlığa çekildi, yıldızlar lambalarımız oldu, ve onun, tarihle uyumlu karakterinin yerini karanlık gözleri, sıcak teni ve altın izli saçları aldı. Dudaklarının kenarında kiraz izleri arıyordum. Üzümler dökmek istiyordum göğsüne. “ bu gece şarap içeceğiz “ dedim.. “ ama biz içmeyiz” dedi. “ dudaklarındakii kırmızılıktan ben çıkarırım onu” dedim. Bir kadını öptüğünüzde onu tüketirsiniz gibi gelir. Sevdiğiniz kadını öpmek ise onu çoğaltmak gibiymiş, bildim.
bu başlıktaki tüm entryleri gör