dufun komşu hikayeleri

dusunmeye usenen filozof
ayşe ile ilgili olduğunu direkt anladım tabii. herhalde biri gördü, duyurdu zaar diye düşündüm. belki de jandarma izini bulmuştu. bilemedim de soramadım da. babam azarlamaya devam ediyor. tabii ben olayın aslını merak ediyorum. babam 5-10 dakika bağırdı çağırdı. yoldan eşekli birilerinin geçtiğini görünce sesi duyulmasın diye biraz kıstı sesini. işte o zaman anlatmaya başladı;

- gençsin dedik, deli dolusun, kanın kaynıyor dedik ellemedik. hulusi'nin hoppa kızını isterim diye tutturdun. gönül dedik yine gidip iki defa istedik. kavga ettin sustuk, büyüğe vurdun görmemezlikten geldik, tarlada iş verenine sövdün oğlumuzdur dedik arkanda durduk. abin öldü, seni bari bir şeyden kısıtlamayalım dedik. illa yularından mı tutalım seni öküz.

kız elinde bebeğiyle köyün ortasında bizim eve geliyor. bu kız 1,5 aydır kayıp. gece kaçıp kaçıp bir yerlere gidiyorsun, ananla dedik ki herhalde bir yavuklu yaptı, bilmemezlikten geldik. bütün köylü ayşe'yi süleyman kaçırmıştır derken biz sana konduramadık ses çıkarmadık. "süleyman beni oyaladı benden faydalandı bana sahip çıkın, yoksa sizi köye rezil ederim" diye bir de çıkıştı bize. olum bu nasıl ahlaktır, bu nasıl terbiyesizliktir.

-seviyorum baba, ben askerdeyken yangından mal kaçırır gibi nikahlamışlar, geçmedi sevdamız.
-lan ben sevmedim mi sanıyorsun, ananı aldılar bana. kaderimiz bu dedik, bu da temiz kız dedik, saygı duyduk, sahiplendik, onu sevdik. yakışır mı delikanlı adama başka türlüsü, evli barklı, bebekli kadın kaçırmak da nedir oğlum?

benim ayşe'ye olan sevdam, herkesin sevdasından büyüktür gibi geliyordu. babam kim ki, ne kadar sevebilmiştir diyordum. benim ki kadar sevseydi vazgeçebilir miydi? ayşe'nin delikanlı bir yanı vardı. hiçbir haksızlığa ses çıkarmayan kadere boyun eğmeyen bir tarafı vardı. hiç bir kızda yoktu bunlar sadece onda vardı. bana baş kaldırıp, haber vermeden anne babama gelip durumu anlatması bile bu yüzden. ama yine kızmadım ayşe'me. onu neden çok sevdiğimi bir defa daha bana ispat etmişti. onsuz olmazdı. başkasını nasıl alırım, nasıl severim, nasıl karım derim?

babam tarladan gider gitmez, eve vardım, babam kahveye gitmişti. anamla yüzleşmemiz daha yumuşak oldu. ayşe baba evine dönüyorum demiş. ayşe kadar cesaretli olmazsam bana erkek mi denir? vardım ayşe'nin baba evine. almamışlar eve. kocanın yanına git demişler. arkasından ömer'in evine vardım. oraya da kabul etmemişler. dövmüşler bir de üstelik. nereye gitti diye soruyorum, bilen yok. yeşilyurt'ta ne kadar ev varsa sordum. hızımı alamadım çevre köylere kadar gittim aradım, yer yarılmış içine girmişti. ayşe'nin ikinci bir kadının ismine bile tahammülü yoktu. tarla tokat var anne baba var, köyden uzaklaşamıyorum da. soruşturdum, her yere sordum. sonunda bir akrabasına gittiğini öğrendim ayaş'ta. aradan 2-3 ay geçmiş belki. geçmiş gün hatırlamıyorum. oraya kadar gittim, 1-2 hafta kalmış, oradan da kaçmış. bir daha da haber almadım yıllarca. müzeyyen ile evlendim.

hep bekledim ki geri gelsin, birileri haber getirsin. sonra daha geçen sene mi neydi? köye geri gelmiş dediler. evinin önüne kadar gittim bekledim. kim ne derse desin dedim. konuştuk. eskişehir'de oturuyormuş. kızı büyümüş kocaman olmuş. telefondan resmini gösterdi bana. niye gittin seni çok aradım dedim.

beni alıp yeşilyurt'a evine götürecek bir delikanlı olduğun için sana kaçtım, sen korktun beni gedik'te harabede sakladın. yüreğin benimkinden küçüktü. ben hala sana aşığım, ama babamı, kayınbabamı, ömer'i döven, aramıza giren herkesi deviren süleyman'a aşıktım. bana ulaşınca korkan süleyman'a değil.

ben korkak değilim diyecek oldum "hadi süleyman gel benimle desem, benim gel diyecek cesaretim var, senin evini, ananı babanı bırakıp benimle gelecek casaretin var mı süleyman?" dedi. o an düşünmüşüm öyle. "işte" dedi, "ben düşünmeden gelirim diyecek süleyman'a aşıktım. düşünen süleyman'a değil, haydi kal salıcakla dedi" ve gitti. şimdilerde duyarım, ömer'i almış yanına. hala bana ceza veriyor evlat. gazeteciysen yaz bunu, filimciysen filmini çek. anadolu'da böyle cesur kadın yaşamadı. ben kendime deli derdim, benim bile tozumu dumanıma kattı.

ha evlat bir de şey var dedi, onu diyeyim de gideceksen öyle git, bak en önemlisi de bu...
dusunmeye usenen filozof
Bu kadar önemli şey anlattıktan sonra, “en önemlisi de bu” diyerek vurgulaması beni olduğum yerde heykelleştirdi. Doğruca Süleyman Abi'nin yüzüne baktım ve öylece kalakaldım, söylemek ile söylememek arasında mı kalıyordu yoksa söylemeye mi zorlandı, o an için emin olamadım. Gözü eline gitti, sigarasının bitmek üzere olduğunu fark etti. Aceleyle elindeki sigarayı dudağına götürdü. Sigaranın filitreye yaklaşmış ateşine dikkatle bakarak derince bir nefes çekti. Ağzından ve burnundan saldığı dumanın gözüne kaçmaması için kıstığı gözlerinden gözbebeklerini bir an kaçırdım.
Ayağının dibine usulca bıraktığı izmaritin üzerine basarak topuğunu sağ sol yaptırarak güzelce ezdi. Bana doğru yavaş yavaş yürümeye başladı. Kısa bir süre sonra aramızdaki 6-7 adımlık mesafeyi tüketti. Sağ elini sol omuzuma koydu. Çiftçilikten nasırlaşmış ve büyümüş elleri o kadar sıcaktı ki kısa sürede omuzumu ısıtmayı başardı. Diğer eli ile yüzünü sıvazladı, sonra bıyıklarını düzeltti.
-Aslında bundan çok emin değilim, dedi. Gözüyle sağ omuzumun üstünden uzaklara daldı. Ben ise sigara içmekten sararmış bıyıkların örtmekte olduğu ağzına odaklanmış çıkacak cümleyi sabırsızlıkla bekliyordum.
-Eminim de bir yandan, Ayşe'ye sorsam zaten doğru demez de, ben onun fotoğrafını gördüm. Bebekliğini de bilirim, yıllardır içimde bildiğim ama asla Ayşe'den öğrenemediğim bu şey nedir biliyon mu yiğenim? Dedi. Bu Ayşe'nin gızı var ya Kübra… O gız Ömer'in gızı değil, o gız benim gızım.
Ben ne diyeceğimi bilemedim önce, onu gözlemledim. Gözleri dolu dolu oldu. Buna inanmasının ötesinde kafasının içinde dönen ve kendini buna inandıran ayrıntılar olduğuna emindim. Konuşmaya başlamışken susmamasını sağlamalıydım.
-Abi emin misin? dedim.
-Ayşe senin gızındır demedikçe bir şüphe kalıyor tabi insanın aklında. Gerçi şimdi testi neyim de var demi bunların. Bakılsa kanımıza zaten belli olur. Ama ben bir hesap yaptım. Dinle bak şimdi beni.

Askerlik 18 aydı o zamanlar. 4 ay acemilik sürerdi. Benim Ayşe ile münasebetim bundan sonra. 15 Günde dağıtım izni olsa dört buçuk ay değil mi yeğenim? Geri kaldı 13,5 ay benim dönmeme. 1 ay da izin kullanmadım erken döndüm. 12,5 ay. Bunlar düğünü kurana kadar 3 ay geçmiş. Kaldı 9,5 ay. Bu bebe ben geldiğimde 15 günlük bilemedin 1 aylık olmalıydı. Ama 3 aylıktı. Ebesiyle de konuştum. Doğum normal olmuş. Bebek 3,5 kilo sağlıklıymış. Doktora da sordum. “7. Ayda normal sağlıklı doğum sayısı yok denecek kadar azdır” dedi. Ayşe bana kızın fotoğrafını gösterdi dedim ya, kızın gözleri aynı abimin gözleri. Amcasına çekmiş. Bebekkenden bilirim ben onun kokusunu. Bizim kokumuzdan. Allah biliyor ya içime doğuyordu kızım olduğu. Kanıtın var mı dersen bu anlattıklarım yeğenim. Ama bana sorarsan o kız benim kızım. Bak Ömer'in başka çocuğu oldu mu, olmadı. İkinci karısı hasta dediler ama, ben biliyorum sorun Ömer'deydi. Ankara'da gençken bir pavyon karısına tutulmuş Ömer. Karının kapısından ayrılmazmış. Karı söylermiş, erkekliği yok ama kapımdan ayrılmıyor manyak diye. Ara sıra dedikodusu çıktığı da oldu. Ama Ömer'in tek ispatı bu bebe. O yüzden kendi kızı olsa bu kadar sahip çıkmaz. O kızının derdinde değil, erkekliğinin ispatının peşinde.
Sanki ben Aile mahkemesi hakimiydim ve velayeti alıp Süleyman Abi'ye verecektim, öylece kanıtlanırını sıralıyordu bana. İşin garibi beni ikna da etti. Bir Ömer Abi'ye bakıyordum bir Süleyman Abi'ye, bir de Kübra'ya. Yani Ömer Abi ile alakası yoktu. Aslen Ayşe Abla'ya da çok benzemiyordu. Ama Süleyman Abi'ye ikisinden de çok benziyordu. Sadece dış görünüşü değil, sanki ruhundan da izler vardı. Hırçındı Kübra, ama onu anladığınız zaman bir kadar uysal ve sevecen.
Hakim olarak kararımı vermiştim.
Velayetin Süleyman Abi'ye verilmesine…
Benim de çok şüphem yoktu. Kübra Süleyman'ın kızıydı.
dusunmeye usenen filozof
"ne diyeceğimi bilemiyorum süleyman abi" dedim.

beni asker arkadaşı ali'nin kardeşi olarak bilmese hani allah biliyor "abi kübra'yı iyi tanıyorum, o bence de senin kızın" demek istedim. ama olmazdı. baştan bu kadar ısınacağımı bilmiyordum. süleyman abi'nin karakterini bilip gelseydim, baştaki yalanlara yine sığınır mıydım bilmiyorum. ama dedim ya, güzel bir hikaye yakalamıştım ve bir edebiyat aşığı olarak bu hikayeyi deşeleme ihtiyacı duyuyordum, olayın kendi akışına dokunmak, zedelememe neden olabilirdi. şimdi tanıyorum komşularıyım desem, "çıkıp geliyorum yeğenim seninle" dese ne diyecektim?

atakan ile ömer'in aynı evin etrafında dolaştığı şu günlerde süleyman'ı da bizim apartmana sığdıramadım. süleyman'ın ayşe ile kübra'nın yerini öğrenmesinin, atakan ile karşılaşma olasılığının ne sonuçlar doğuracağını kestirmek güçtü. çok hayırlı sonuçlar doğurmayacağını düşünüyordum. asker arkadaşı ali'nin kardeşi olarak kalmaya devam etmeliydim.

"peki abi, kızın olduğunu düşünüyorsan, bunun doğrusunu bilmeden mi ölüp gideceksin?" diye sordum. İçimde bir duygu, bu deli adam işin peşine düşsün bunu ispatlasın da istiyordum. açıkçası kübra'nın ihtiyacı olan böyle bir babaydı. belki ayşe-süleyman aşkı tekrar alevlenmeyecekti bunu bilemem, ama kübra ömer'e yaptığını süleyman'a yapmazdı. bana annesinin hikayesini anlatırken, annesinin fevriliğinden şikayet etmişti. kübra bir içgüdüyle mi öyle konuşuyordu bilmem zordu, ancak süleyman'a içten bir hayranlık beslediği de kesindi.

"bu köyde bir pranga var yeğenim beni tutan" dedi. bir türlü kıramadım. izmire, ankara'ya hatta eskişehir'e gitmeyi kaç defa istedim. yaş geçiyor. böyle bırakmayacağım, o işin peşine düşeceğim. hep bugün yarın diye erteledim, ama zamanı geldi" dedi.

bu hikaye daha çok aksiyon barındıracaktı.

"ben artık döneyim süleyman abi, her şey için teşekkür ederim" dedim. geldi bana içtenlikle sarıldı. öyle içten öyle sıcak sarıldı ki, ben de ona gerçek abime sarılıyormuş gibi sarıldım.

"güzel şeyler olacak abi" dedim. "ben hissediyorum."

"inşallah yeğenim" dedi. ağlıyordu. "çok sevdim nevzat'ım çok sevdim, ne sevdaymış, söndüremedim, allah sizi sevdiklerinizden ayrı koymasın" dedi. aklıma oğlum egedeniz geldi. inancım olmasa da içten bir "amin" çektim.

arabaya bindim ve yavaş yavaş hareket ettim. ankara ovalarının yiğit adamı süleyman arkadamdan yaşlı gözlerle el sallıyordu.

birkaç saat sonra eskişehir'e geldim. arabayı evin yakınındaki boş araziye park edip apartmana girdim, kata çıktım. her şey normal gözüküyordu. buna şaşırıyordum. ne yani ayşe ablanın ömer ile yeni bir hayata başlamasına atakan sesiz mi kalacaktı? ayşe abla biricik kızının psikopat atakan ile dalgalı bir hayata yelken açmasına hiç bir tepkisi olmayacak mıydı? kübra hiç sevmediği ömer'e annesini teslim edip başka bir hayata bu kadar kolay mı uçup gidecekti?

eve girdim. yan taraftan sadece televizyon sesi geliyordu. evde tek kişi olmalıydı. çünkü birden fazla kişi olunca konuşma eksik olmazdı. tahmin ediyorum ayşe abla evde yalnızdı, çünkü kübra evde yalnız olsa yarım saatten fazla konuşmadan yapamaz mutlaka birileriyle telefonda konuşurdu. kısa süre içinde yan komşu profesörü olup çıkmıştım. gitmeden önce evden çıkarmayı unuttuğum çöpleri çıkarırken ayşe abla da evinden çıktı, selamlaştık ve asansöre birlikte bindik. nasıl olduğunu sordum, iyi olduğunu söyledi. apartmandan tam çıktığımız zaman ikimiz farklı yönlere doğru hareket edince ayşe abla;

"nevzat bir baksana" dedi. "buyur abla" dedim. "seninle müsait olduğunda konuşalım mı ablam?" dedi. "olur abla çöpü bırakıp, yemek yiyip geleceğim, istersen döndüğümde haberdar edeyim" dedim. "yok ablam ben seni ararım" dedi. onlarda telefonum vardı ama bugüne kadar hiç aramamışlardı. konu neyse bilmiyorum ama yine bana sorunlar yaratacağı kesindi.

2 gün ayşe ablanın yine evde seslerini duyuyordum, ancak kübra hiç ortalıkta gözükmüyordu. İşin garibi ne ömer abi, ne de atakan da ortalıkta yoklardı. ayşe abla benimle konuşmak istiyorsa tam sırası değil miydi? neyse başıma iş almak için bu kadar hevesli olmanın manası yoktu. aramıyorsa aramıyordu. bu düşünceler içinde gece yatmaya hazırlanırken kapım çaldı. gelen ayşe ablaydı.

"geç oldu ama günlerden cuma erken yatmazsın diye düşündüm. bir kahve yaparsan içeriz" dedi. "gir abla lafı mı olur" dedim.

girdi. klasik koltukta eğilmeli oturuş pozisyonunu aldı. her zaman ki göğüs çatalı görüntümüz de hazırdı. artık konuya geçebilirdik.

"benim sana yine işim düştü ablam" dedi. ben dikkatimi ona verdim, o da kesmeden devam etti...



dusunmeye usenen filozof
-nevzat biz kredi çekmek istiyoruz, ama bir devlet memurunun kefilliği gerekiyormuş bize kefil olur musun? dedi ve sonra da sebebini söyledi. "kübra'yı evlendireceğiz para gerekiyor."

kredi için kefillik meselesi bir kaç saniye hiç bir anlam ifade etmedi. zaten o konuda düşünecek bir şey yoktu. cevabım belliydi. ama "kübra'yı evlendireceğiz para gerekiyor" cümlesi kafamın içinde çınlamaya devam etti.

ayşe abla, kredi konusunda cevap beklerken, ben ona "kiminle evleniyor" diye sordum.

-atakan ile evleniyor, dedi. ne kolay söyledi. kimdi bu ayşe abla, neydi? nasıl bir insandı? neler yaşamış, nelerle yoğrulmuştu? daha kaç oldu atakan ile sevişmesi? kübra'nın onu o halde terslemesi? empati yapamıyordum. 1,5 ay önce atakan'dan kaçıp giden, başka hayat kurmak isteyen kadın şimdi onu damat alacaktı.

artık beni ilgilendiren bir konu yoktu, kendime geldim, ayağa kalktım.

-abla bir sürü ihtiyacım var, kendim için kredi çekeceğim. daha doğru dürüst eşyam yok görüyorsun, projelerim var, yatırımlar yapacağım, para riske edebilecek dönemde değilim. size de kredi çekmeyi önermem. ama illa çekecekseniz, atakan'ı da kefil gösterebilirsiniz, siz artık bir ailesiniz. başka söyleyeceğiniz bir şey yoksa ben yatmak istiyorum, dedim.

-yine de sağol ablam, kusura bakma gece gece rahatsız ettim dedi. çıktı.

niye bu kadar atarlı davrandım bilmiyordum. kübra'nın evleneceğine mi bozulmuştum? "yok artık dedim" kendime, uykum vardı ve saçmalıyordum, yatıp uyudum.

sonraki gün kapım çalındı. açtım, kübraydı.

-iyi kötü arkadaşlığımız oldu. biliyorsun senin fikirlerine çok değer veriyorum. annem sana söylemiş. ben atakan ile evleniyorum. sence mutlu olur muyum dedi?

-kader, dedim. kadere inanıyormuş gibi. "mutluluklar dilerim".

ama o annesi gibi hemen gitmedi, konuşmaya devam ettik.

bir ara "baban ne diyor bu işe?" diye sordum.

-bak sana bir sır vereyim, ömer benim babam değil, dedi. "benim babam süleyman."

o bunu bana söyledikten sonra şaşırmamı bekledi. o bana açıldıysa benim de kimseden gizleyecek bir şeyim yoktu. "biliyorum" dedim.

şaşırmamı beklerken o şaşırdı. "annem mi söyledi" diye sordu.

-Hayır baban söyledi.
-Ömer bilmiyor ki
-Süleyman'dan bahsediyorum, bana o söyledi.

Kübra sessiz kaldı bir süre. Sonra "Onu gördün mü" dedi.

-Evet
-Nerede
-Haymana'da, Yeşilyurt'a gittim, onunla konuştum.
-Neden?
-Sen anlattın ben de merak ettim.
-Ciddi misin, şaka yapıyorsun.
-Hayır şaka değil.

Cebimden telefonumu çıkardım. Galeri'ye girdim, Kamera fotoğraflarını açtım. Sadece 4-5 fotoğraf ilerideki Süleyman Abi ile olan özçekimimizi açtım. Telefonu ona uzattım.

-Benim babam Süleyman bu mu dedi.
-Evet dedim işte senin baban o. Muhteşem bir adam. Harika biri. Ve hiç bir suçu yok. Bütün suç annende. Evlenmeden önce bulur onayını alır mısın, yoksa umursamaz mısın bilmiyorum. Yerinde olsam onu ezip geçmezdim. dedim.

Sessiz kaldı.

-Kübra hiç güvenilir biri olmayı denedin mi?, dedim.
-Güvenilir bulmuyor musun beni?, dedi.
-Hayır, dedim.
-Sen öyle diyorsan peki, dedi bozularak.
-O zaman sana güvenmemi sağla. Bu olay ikimizin arasında kalsın. Atakan, annen ve Ömer bilmesin olur mu, dedim.
-Olur, bana güvenebilirsin, gerçekten, bu yaptığın şeyi hayatım boyunca unutmayacağım. Onunla görüşmek istesem bana yardımcı olur musun?, dedi.
-Eğer benim dediğim gibi kimseye söylemezsen, evet görüşmenizi sağlayacağım, dedim.

Gelip bana sarıldı. Yanağımdan öptü.

-Son bir şey isteyebilir miyim Nevzat?
-Nedir?
-Beni dudağımdan öp. Bir kez.

Dudağına kısa bir öpücük kondurdum.

-Artık git...

kübra benim için özel bir anlam ifade etmemeliydi. etmemişti.

ama sanki biraz etmişti. kalbim neden sızlamıştı bilmiyordum, belki de ben fazla duygusaldım.
saçma sapan düşüncelere gerek yok diyordum kendime.

-peki süleyman abi'yi evlenmesini belki engeller diye ortaya sürmemiş miydim? kendimi suçluyordum, ve bana verebileceğim cevaplarım yoktu. bir hiç uğruna kendimi riske atıyordum. düşünceli, mahçup, kendime sinirli ama huzurluydum.

karmakarışıktım..

ertesi gün biraz daha kendimde uyandım. uzun uzun düşündüm. beni etkileyen kübra falan değildi. ben süleyman abinin etkisindeydim. bir baba olarak kızının hayatı üzerinde özellikle bu konuda söz hakkı olmalı diye düşünüyordum. mantıksız hareket etmiştim. ama pişman değildim. kübra bu kez beni satmayacaktı. optimistlik değildi. garip şekilde bunu hissediyordum.

ertesi gün rehberime girdim, ismini buldum, ara tuşuna bastım, bir süre telefon çaldı ve açıldı.

-alo, dedi.


dusunmeye usenen filozof
-Süleyman Abi, ben Nevzat hatırladın mı, diye sordum.
-Ali'nin kardeşi?
-Hem evet hem hayır abi.
-Anlamadım
-Ben sana yalan söyledim abi, yani başka türlü anlatmazsın diye korktum. Ali'yi de, Gökçe Köyü'nü de senin ağzından aldım. Muğlalıyım ama asker arkadaşın Ali'yi tanımam. Büyük ihtimalle yaşıyordur.
-Peki sen kimsin Nevzat Efendi?
-Ben kızın Kübra'nın ve Ayşe Abla'nın Eskişehir'den komşusuyum, benim yan dairemde otururlar. Bana hikayenizi Kübra anlattı, bende merak ettim geldim. Bundan sonra sana başka yalan yok abi, izin verirsen ben bu hikayenin romanını yazacağım. Ve tabi yine istersen seni yıllar sonra kızınla buluşturacağım.
-Kübra'mla mı buluşturacaksın beni? Kızın dedin? Bir şey mi biliyorsun? Gurbanın olam de
-Ayşe Abla, Kübra'ya "senin baban Süleyman" demiş abi. Kübra bunu zaten biliyormuş.

en az 10-15 saniye telefondan hiç bir ses gelmedi. bir müddet bekledim. telefonun arka planından başka sesler geliyor olması hala açık olduğu gösteriyordu. sonra bir anda adam "gızııımm" diye bağırıp hıçkırarak ağlamaya başladı. ben de bir babaydım ve yirmi yıl kızını görmeden yaşamak, hatta bunu içini her daim kemiren bir soruyla geçirmenin ne demek olduğunu az çok anlayabiliyordum. ağladığı için zaten zorlandığım şivesi de iyice bozulan süleyman abi'nin ne dediğini anlamadığım cümlelerine anlam katmaya çalışırken, onun duygularına ortak olmaya çalışıyordum.

sonra birazcık sakinleşti. "ankaya geliyom ben, hemen geliyom" dedi. artık onu durduramazdım, kübrayı aradım ve babasının geleceğini söyledim. kübra, pazar çok erken saatte kapımı çalmıştı. benim en sevdiğim ve şirine adını taktığım kombinini yapmıştı, bu saç tarzı, bu makyaj ve bu giyim tarzı ona en çok yakışanıydı.

birlikte çıktık ve monkey's isminde bir kahvaltı salonuna gittik. süleyman abi'nin trene bindiği saatler olmalıydı. hızlı tren ile ankara'dan eskişehir'e gelmek 85 dakika sürüyordu.

kübra ne yapması gerektiğini bilemiyor, benden kopyalar almaya çalışıyor, iki de bir çantasından çıkarttığı küçük aynayla kaşını gözünü kontrol ediyordu. ne ben ne de o heyecandan doğru dürüst bir şey yemedik.

zaman en yavaş haliyle aktı gitti. bir saati zorlukla devirmiştik. artık tren garına doğru yürüme zamanı gelmişti. tcdd parkının içinden ağır ağır yürüyerek merkez kavşağa ulaşıp oradan da istasyon caddesine girdik. kübra sürekli cep telefonun saatine bakıyor, bir önceki bakışından beri sadece 1-2 dakika geçtiğini görünce ergen püflemesi yapıyordu.

istasyona girdik. ona neden hiç babasını aramadığını, köyünü bildiği halde gitmediğini sordum. annesi ile ilgili bahaneler sıraladı. emin olduğum tek şey vardı, gerçek babasının ömer olmaması onu mutlu etmeye yetiyordu. garda girmeye izin verilen son noktaya kadar geldik. on dakikadan fazla zaman vardı.

atakan ile evlenmeye karar vermeleri üzerinde konuştuk. "başkasıyla evlensem beni rahat bırakmaz zaten, hem başka kim var ki, sen bile istemedin beni" dedi gülerek. ben de "geldiğimden beri atakan'ın sevgilisisin, seni hiç boş yakalayamadım ki" dedim. bu iltifat bile yüzünde güller açmasına yetmişti. ona ne kadar az güzel şey söylediğimi fark ettim. dengeleri koruyabilmek için onu zaman zaman ne kadar kırdığımı da fark etmiş oldum.

biz garın alt geçide benzer bekleme alanında olduğumuzdan trenin gelip gelmediğini göremiyorduk, ancak bir trenin perona yanaştığının sesini duyabilmiştik. gözümüz merdivende öylece bekliyorduk. sonra bir kız merdivenden koşarak indi. bizim beklediğimiz alanda bekleyen genç sevgilisine sarıldı. uzaklaştılar. sonra trenden inenlerin geri kalanları da birer ikişer gözükmeye başladılar. hepsinin yüzlerine bakıp süleyman abiyi aralarından seçmeye çalışıyordum. kübra ise görüyor musun diye birkaç kez sordu. trene binmemiş olacağına pek ihtimal vermiyordum.

tam yoğunluk azaldığı sırada merdivenden inerken gördüm onu, ilk kez gelmiş olmanın çekingenliği ile etrafına bakıyor, doğru yere doğru yürüyüp yürümediği anlamaya çalışıyordu. bizi görmesi biraz süre aldı, göz ucuyla kübra'ya baktım. put gibi kalmış, ne yapacağını bilemez halde bekliyordu.

kapıdan çıktı, elindeki küçük çantayı aldım, tokalaşıp, öpüştük. "süleyman abi bu kübra" dedim. kübra'yı babasının elini öpmesi konusunda tembihlemiştim. dediğimi yaptı. süleyman abi kübra'nın yüzünü iki eli arasına aldı. iki yanağından öptü ve ardından sımsıkı bağrına bastı. kübra'nın duygusal olmamasına zaten alışıktım. süleyman abi ise gözlerinden akan yaşlar kübra'nın omuzuna düşmesin diye bir an önce silmeye çalışıyordu.
2 /