''ıslığı bu, gürleyen göğün
--bestecisi doğanın
şekilsiz, elleri de ayakları gibi
-biçimsiz,
zaman nehri aşınmış
birkaç yılgın grilik,
grilikte besteci, mekan gibi tekinsiz.''
**
tüm dinlerin ortak vaadi bir hülya.
(bkz:
ölünce bilinç nereye gidiyor sorunsalı)
*
insan öldükten sonra, ruhun* varlığına devam edip etmediği meselesi yüzyıllardan beri
dinsel inanç ve
metafizik düşünceler arasında önemli bir yer tutmuştur. yalnız
ahlak ve
poetika değil, aynı zamanda zihnin kendi kaynak ve alın yazısı hakkındaki merakının da bir eseri olan bu mesele, bugün, hatta ruhbilim alanından da çıkarak sadece insanların kişisel din ve imanlarına bağlı kalmış, fakat felsefenin en eski ve derin konularından biri olarak önemini muhafaza etmiştir. ruhun ölmezliği meselesi, ruhun mahiyeti meselesiyle ve bu meseleye bağlı bulunan diğer bir takım meselelerle ilgilidir. fakat biz burada yalnız sunduğumuz konuyu incelemeyi yeter bulmaktayız.
doğmak,
Dante Alighieri'nin deyimiyle,
ölüm koşusuna katılmak demektir.
ölmek, organsal enerjinin dönüşmesi
demektir.
ruhun ölmezliğini kabul etmek için, kırılan zembereği onaran veya saati yeniden kuran bir sanatçıya ihtiyaç vardır. insan imgelemi
bu sanatçıyı yaratmakta güçlük çekmemiştir. çünkü -tek başına- fanilik, düşünen ve duygulanan, bilen ve isteyen bir varlığın mahiyet ve tutkularına aykırı olaydır. organsal enerji ise, tabiatın evrensel enerjisi içine ışın olarak, ısı olarak, ses, renk, hareket ve kuvvet olarak karışacaktır. bunu bildiğimiz halde, bu kuvvetin, bilincini, irade ve hürriyetini bu dünyadaki niteliklerle bozulmamış bir benlikte devam ettirip ettirmeyeceğini belirtecek hiçbir müspet işarete malik değiliz. esasen o kadar çok özlediğimiz ölmezliğin insan için bir saadet mi yoksa bir felaket mi olduğu meselesi de ayrıca düşünülebilir. bir saadet ise, bunun bir takım şartlara bağlı olması gerektir. bu alemde kavuşamadığımız nimetleri tatmak gibi, bedenin her çeşit zevk ve lezzetleri kendisi ile beraber diğer bir takım isteklerimiz gerçekleşmedikçe bu ölmezliğin bir değeri yoktur. ölmezliği, ruhun ve bedenin gittikçe sağlık ve kuvveti azalmış olan uzun bir ömür gibi tasarlamakta ise, hiçbir saadet yoktur. böyle bir ölmezlik, cezadır. işkencedir. ölmezliğin lehinde olanlar, bu ebediliği, dünyada kandırılmamış istek ve tutkuları kandıran ve bu alemde uğradığımız haksızlıkların ve mahrumiyetlerin acısını çıkaracak olan bir aleme kavuşma vaadi ile süslerler.
denebilir ki, böyle anlaşılmış olan bir ölmezliğin ahlak bakımından yüceltilecek bir değeri yoktur. bu adeta açlıklarımızı, öç alma arzularımızı, kinlerimizi ölümden sonraki bir aleme, bir zaman sonsuzluğuna kadar götürmek demektir. dünyada kazandığımız mükafatların daha zenginine, dünyadaki nefretlerimizin, düşmanlıklarımızın daha şiddetlisine kavuşmak için böyle bir alemini, zalim olduğu kadar da affetmeyen cömert adaletine sığınmak demektir. bu inanç, biraz da insanın kendisini, diğer bütün insanlardan ve yaratıklardan üstün ve her çeşit nimetlere olduğu kadar tanrı katına layık bir varlık zannetmesinden doğmaktadır. diğerlerinin kendimizden daha az insanlığa sahip olduğunu görme eğilimi evrenseldir. bu bencillik, dünyaya sığmayan insan oğlunun dünya ötesi bir alemde yayılmak için duyduğu sonsuz tutkusunun işaretidir. bu tutkuda tanrıyı da kendi amaçlarına hizmet ettirmek isteği gibi küstah bir dava da saklıdır.
anlaşılıyor ki, ölmezlik inancında, sonsuz bir surette hayatı sevmek, yaşamaya kanamamak gibi insanın acizliğini olduğu kadar kuvvetini de yaratan duygular vardır. öyle zannediyoruz ki, bu inancın en değerli ve verimli tarafı da budur. bu duygu sayesindedir ki insan, kendisini ebedileştirecek olan büyük işleri başarmak, büyük ve yüce ülküleri gerçekleştirmek gücünü kazanabilir, kendisini düşünerek veya küçültecek olan adiliklerden korunabilir. bilebildiğimiz kadarıyla bu alemden kendimizle beraber götürebileceğimiz hiçbir servet ve nimet yoktur. fakat bu aleme bırakabileceğimiz şeyler çoktur. üstelik, bizi insanlar olarak da şekillendiren en etkili güçlerden biri de bir miras bırakma isteğidir. biz ancak insanlığa miras bırakabileceğimiz eserlerin, işlerin, fikirlerin ve hizmetlerin büyüklüğüyle övünebilir ve bunlara verdirebildiğimiz değerlerin unutulmazlığı nispetinde ebedi oluruz. hayat sevincini tadabilmek, hayatı sevebilmek ve sevdirebilmek için, ölümün ötesinde ne korkulacak, ne de özlenecek bir şeylerin var olup olmadığını düşünmemek lazımdır. yoksa din ve geleneğin yarattığı ölmezlik inancının boşluğu hakkındaki en kuvvetli delil,
anaksimenes'in deyimiyle ölümdür. ölüm olmasaydı kaybolurduk, bizi yüceliğe ulaşmaya sevk eden de ölümün varlığı ve yaşanma ihtimalidir.
yaşadığımız dünyadan daha yetkin(mükemmel) ve daha iyi bir alemi, ölümden sonraki bir karanlıkta araştırıp durmaktansa, her türlü haz ve elemlerimizin kaynağı olan bu dünyayı, o aradığımız ve rüyasını gördüğümüz alem haline getirmek için çalışmaktan daha doğru ve yüce bir ödevimiz yoktur. umutsuzluğa kapılmadan, bu dünyaya istemek için değil, vermek için gelmediğimizi anlayarak elimizden geleni esirgememek, ölmezliğin birinci şartıdır. ancak insanlığa yaptığımız hizmet nispetinde ebedileşiriz. fazilet sevgi, bilgi ve şefkatle süslü bir kalbin insan hayatını kolaylaştıran ve ıstıraplarını azaltan fikir ve eser yaratıcılarının ölmezliğine inanmalı. bir faninin en büyük mükafatı, ölümden sonraki bir aleme değil, şu içinde doğup büyüdüğümüz, yaşayıp öldüğümüz alemde saklıdır.
seviniz, acıyınız, öğrenin ve öğretiniz. insanlığı kendilerine minnettar eden ebedilerin yolunu tutunuz.