çocukken ilk dağıtılan masaya gider alırdım. sonra annemlerin yanina gider 1 tane daha alırdım. sonra en son masalardan birine gider bir tane daha alırdım. sonra da babamın pastasını ben yerdim.
ulan ne gözü doymaz bir çocukluk geçirmişim. allah kimseyi fakirlikle sınamasın...
1870'de İstanbul'da doğdu. Eğitimine Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesinde başladı. 1888'de Galatasaray Lisesini bitirdikten sonra Hariciyeci oldu. Konsolos katipliği ve konsolosluk yaptı, mesleğinde Hariciye Müsteşarlığına kadar yükseldi.
Başlangıçta Osmanlıca ile, Türkçülük ve "Yeni Lisan" akımını benimsedikten sonra ise milli konularda ve sade bir dille yazdı. Ahmet Hikmet'in sanat anlayışı ikiye ayrılır 1)SERVET-İ FÜNUN DÖNEMİ Servet-i Fünun ilkelerini benimseyerek yazdığı eserlerdir. 1896 yılında Servet-i Fünun'a katılır. Bu dönemde hikâye türünde yazdığı iki eser vardır Haristan ve Gülistan'dır 2)Türkçülük Akımını Benimsediği Dönemi.
Servet-i fünun şairi. 1869 senesinde Diyarbakır'da doğdu. Babası şair ve tarihçi Said Paşadır. Tahsile 1874'te Maraş'ta başladı. Maraş'tan Diyarbakır'a döndüklerinde, Nazif rüştiye (ortaokul)de tahsiline devam etti. 1879'da Mardin'e babasının yanına döndüğünde, babasından dersler almaya ve bir ermeni papazından Fransızca öğrenmeye başladı. 1892 yılında babasını kaybettikten sonra, Sırrı Paşanın valiliği sırasında Diyarbakır'da bazı görevlerde bulundu ve 1893 yılında Meclis-i Vilayet ikinci katipliği, Vilayet Matbaası Müdürlüğü ve Vilayet Gazetesi başyazarlığına tayin edildi.
1869 senesinde Ermeni meselesini tetkik için Diyarbakır'a gelen Abdullah Paşanın takdirini kazanarak onun yanında terfiyle Musul'a gitti. Burada ve tekrar geldiği Diyarbakır'da fazla kalmayıp İstanbul'a geldi. Fakat Sultan Abdülhamid Han aleyhine yazdığı yazılar sebebiyle, Paris'e kaçtı. Paris'te kaldığı sekiz ay müddetince Meşveret Gazetesi'nde, Sultan Abdülhamid Han aleyhine yazmaya devam etti. Ayrıca 1897 yılında yine Paris'te Malum-i ilan ve Namık Kemal adlı iki risale yazdı.
Süleyman Nazif, tekrar yurda döndüğünde Bursa'da vilayet mektupçuluğu göreviyle, ikamete memur edildi. 1908 yılında İstanbul'a dönüp gazetecilik yapmaya başladı. Bir ara Ebuzziya Tevfik ile, yeni Tasvir-i Efkar Gazetesi'ni çıkardı. Ancak gazete tutunamayıp kısa sürede kapandı. Fakat bu Nazif'in yazar olarak tanınmasına yaradı. Yazılarında ise zaman zaman sert çıkışlar dikkati çekiyordu.
Süleyman Nazif, bundan sonra bir süre çeşitli valiliklerde bulunmuşsa da, bunları hakkıyla başaramadığı için idari hizmetleri tamamen bırakıp yazarlıkta karar kılmıştır.
Sanatı: Süleyman Nazif, nazım kadar nesirde de faaliyet gösterenlerdendir. Fakat nesir dalında ancak 1908'lerden sonra kendini göstermiştir. Küçük yaşından itibaren Namık Kemal'in etkisinde kalmıştır. İlk şiirlerinde ferdi duygulanışların yanında sosyal davalarla da ilgilendiği görülmekteydi.
Servet-i fünuna bağlı olduğu zamanlar, onların görüşü olan “sanat sanat içindir” formülüne uyarak yazdığı şiirlerinde, hüzünlü duygular, mat bir aydınlıktaki hayaller işlendi.
1908'den sonra kullandığı nesir, dil ve üslupça Servet-i fünundan gelen özelliklerin devam ettirilmesi ve geliştirilmesiyle vücuda gelmiştir. Nesrinde fikir ve bilgi kuvvetiyle iradenin mantıki bir düzen içinde seyrini görmek mümkündür. Ancak fikirlerinin kökleri daima hisleri ve heyecanlarıdır. Fikirleri, zamanla ve içinde bulunduğu ruh durumuna göre şekil aldığından, yazılarında, birbirine zıt fikirlere rastlanır.
Nesirlerinde inandırma kabiliyetinin olmasına rağmen tenkitlerinde sık sık hislerinin tesirinde kalmış ve taraflı davranışları görülmüştür.
Şiirlerinde de yaşadığı devirlerin politik düşüncelerinden aldığı ifadeler, Osmanlı devlet adamlarına hissi saldırılar ve heyecanlı hücumlara yer vermiştir. Süleyman Nazif, bir fikir adamı, idareci, devlet adamı değil, his ve heyecanlarına bağlı bir şair ve edebiyatçıydı.
Süleyman Nazif'in taraflı tutumuna bir başka örnek de şudur. Kendisinin Bağdat valiliği sırasında, 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinde Balkanlarda Şıpka Geçidinde seçme Türk birliklerinin mahvına sebep olan Müşir Süleyman Paşaya, bir mezar ve mezarının başına bir hitabe yaptırmak istemişse de bunu gerçekleştirememiştir.
1917 senesinde Batarya ile Ateş ve asitan-ı Tarihte 1918'de Irak'ın İmparatorluktan ayrılmasını anlatan Firak-ı Irak kitaplarını bastırdı. 23 Kasım 1918'de İstanbul'un işgalini kınamak üzere Hadisat Gazetesi'nde Kara Bir Gün adlı makaleyi yazdı. Bu yazı üzerine Fransız işgal kuvvetleri komutanı Süleyman Nazif'in kurşuna dizilmesini emretti, fakat sonra bundan vazgeçildi. Yine 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti'yi anma toplantısında yaptığı konuşma neticesinde, İngilizler tarafından Malta'ya sürgün edildi. Burada iki yıla yakın bir süre kalmış ve bu sırada 1921'de Çal ÇobanÇal'ı yazmıştır.
1922 başlarında Milli Mücadelenin başarılı olması üzerine, İstanbul'a döndü ve yazı faaliyetlerine yeniden başladı. Aynı yıl İstanbul Öğretmen Okulunda, Namık Kemal hakkında verdiği konferansı aynı isimle; son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin Hana şiddetle hücum ettiği mektuplar ve makalelerini Tarihin Yılan Hikayesi adıyla bastırdı. Malta Geceleri, Çalınmış Ülke'yi 1924'te bastırdı. 1925'te ZiyaPaşa ve Namık Kemal'i anlatan İki Dost'u, şapka kanunu çıkmadan, şapka giyilmesini destekleyen imana Tasallut-Şapka Meselesi'ni; 1926'da Fuzuli adlı incelemesi ve Pierre Benort'ın Lübnan Kyüzyılının Sahibesi adlı tercümeyi bastırdı.
4 Ocak 1927'de geçirdiği Zaturre hastalığı sebebiyle öldü.
Halit Ziya'nın ailesi, Uşak'ta helvacılıkla uğraşırken, İzmir'e göçerek "Uşşakizadeler" diye anılmaya başlayan zengin bir ailedir. Bu aile, işleri çok gelişince İstanbul'a da bir şube açtı ve bu şubeyi sermayesiyle birlikte oğul Hacı Halil Efendi'ye verdi. Halit Ziya, Hacı Halil Efendi'nin üçüncü çocuğu olarak 1866'da İstanbul'da doğdu.
İstanbul'da Askeri Rüştiye'ye giden Halit Ziya, babasının işleri kötü gitmeye başlayınca, annesiyle birlikte İzmir'e dedesinin yanına gönderildi. Öğrenimini İzmir Rüşdiyesi'nde sürdürdü (1878). Bu arada babasının işlerini düzene koyup İzmir'e gelişi ve yeni bir işyeri açışıyla sığıntı olma düşüncesini de zihninden atan Halit Ziya, ikinci bir okula hazırlık için Frenk Mahallesi'nin Alioti bölümündeki Auguste de Jaba adlı avukatın emrine verildi.
Halit Ziya, babasının kâtibi olarak işe başladı, bu iş edebiyat merakıyla pek bağdaşmadığından yeni iş tavsiyelerini dikkate aldı, ancak İstanbul'da hariciyeci olmak için yaptığı başvuru sonuçsuz kaldı.
İzmir'e dönüşünde rüştiye öğretmenliğine başladı ve akabinde Osmanlı Bankası'na girdi. İstanbul'da Reji Genel Müdürlüğü'nün başkâtiplik teklifini kabul ederek İzmir'den ayrıldı (1893). Reji'deki çalışma günlerinde Servet-i Fünun'a da katılarak edebi faaliyetlerini yoğunlaştıran Halit Ziya, Meşrutiyet'ten sonra bir süre Darülfünun Edebiyat Fakültesi'nde Batı Edebiyatı okuttu. Sonra Mabeyn Başkâtibi oldu (1909).
Buradan ayrıldıktan sonra memuriyete dönmeyen ve tüm zamanlarını edebiyata veren Halit Ziya, 23 Mayıs 1945 tarihinde İstanbul'da öldü.
1870'te Manastır'da doğdu. 12 Şubat 1934'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Babasının Plevne'de şehit düşmesinden sonra ailesiyle İstanbul'a geldi. İlköğrenimini Tophane'deki Fevziye Mektebi'nde yaptı. Gülhane Askeri Rüşdiyesi'ni bitirdi. Tıbbiye İdadisi'nden sonra Askeri Tıbbiye'den mezun oldu. Hekim yüzbaşı oldu.
Paris'te 4 yıl cilt hastalıkları ihtisası yaptı. Yurda döndükten sonra Mersin, Rodos, Cidde'de karantina hekimliği, sıhhiye müfettişliği yaptı. 1914'te emekliye ayrıldı. Darülfünûn'da Türk Edebiyatı Tarihi dersleri okuttu. Kurtuluş Savaşı sırasında Kuva-yı Milliye'ye karşı olumsuz tutumu nedeniyle öğrencileri tarafından istifaya zorlandı. Daha sonra cumhuriyeti destekledi ama yalnızlıktan kurtulamadı.
İlk şiiri 1885'te daha öğrencilik yıllarında Saadet gazetesinde yayımlandı. Önceleri Muallim Naci'nin etkisiyle divan türü şiirle uğraştı. Daha sonra Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit Tarhan'dan etkilenerek Batı tarzı şiire yöneldi. Servet-i Fünun dergisinde şiirleri yayımlandı.
Tevfik Fikret ve Halit Ziya Uşaklıgil'le birlikte Servet-i Fünun edebiyatının 3 önemli isminden biri oldu. Gelenekçi şairlerin en çok saldırdığı yenilikçi şairdi. Diğer Servet-i Fünun'cuların tersine bireysel şiiri tercih etti. Edebiyat-ı Cedide'nin en aşırı örneklerini verdi.
Şiire "nesir-musikisi" dedi. Şiirlerinde kullandığı "Sâât-i semenfâm", "çeng-i müzehhep", "nay-i zümürrüt" gibi deyimler, imgeler döneminin sanat dünyasında önemli tartışmalar yarattı. Heceleri müzik düzeyinde uyumlu kullanmayı savundu. Bu tarzda yazdığı en iyi iki örnek "Yakazat-ı Leyliye" ve "Elhan-ı Şita" şiirleridir.
24 Aralık 1867'de İstanbul'da doğan Tevfik Fikret'in asıl adı Mehmet Tevfik'tir. Çocuk yaşta annesinin ölümü, onu hayatı boyunca etkiledi. Ortaöğrenimini önce Mahmudiye Rüştiyesi'nde, sonra da Galatasaray Sultanisinde yaptı. Burada Recaizade Ekrem'in öğrencisi oldu. Duygulu kişiliği onu genç yaşlarda şiire yöneltti. 1888'de Galatasaray'ı bitirdikten sonra Hariciye Nezareti İstişare Odası'nda (Dışişleri Bakanlığı Enformasyon Dairesi), kâtip olarak göreve başladı. Yeterince çalışmadan para aldığı gerekçesiyle buradan ayrıldı.
Daha sonra tekrar çeşitli memurluklarda bulundu. Ek iş olarak Ticaret Mekteb-i Alisi'nde hat ve Fransızca öğretmenliği yaptı. 1891'de Mirsad Dergisi'nin açtığı şiir yarışmasında birinciliği kazanınca, edebiyat çevrelerinin dikkatini üstüne çekti. 1892'de Galatasaray Sultanisi'nin ilk bölümüne Türkçe öğretmeni atandı. 1894'te Hüseyin Kâzım Kadri ve Ali Ekrem Bolayır'la birlikte Malûmat Dergisi'ni çıkartmaya başladı. 1895'te hükümetin bütçede kısıntı yapma gerekçesiyle memur maaşlarının yüzde onunu kesmesine tepki olarak Galatasaray'daki görevinden istifa etti ve inzivaya çekildi.
1896'da, eski öğretmeni Recaizade Ekrem'in aracılığıyla Servet-i Fünun Dergisi'nin yazı işleri yönetmenliğine getirildi. Aynı yıl Robert Koleji'ne Türkçe öğretmeni olarak tayin edildi. Sultan Abdülhamid yönetimine muhalif olan Batıcılar, muhalefetlerinde uzun süre başarı sağlayamayınca bu durum onları toplumdan kaçış düşüncelerine sürükledi ve Tevfik Fikret'teki "inziva" düşüncesini daha da derinleşti. Bu düşünce, Servet-i Fünun yazarlarınca da benimseniyordu.
Bir ara hepsi birlikte Yeni Zelanda'ya gitmeyi, daha sonra Hüseyin Kâzım'ın Manisa'nın bir köyündeki çiftliğine yerleşmeyi düşündüler. Ama Fikret'in "Yeşil Yurt" şiirinde de açıkça görülen bu sıla ütopyası ve birlikte yaşama özlemi bir türlü gerçekleşmedi. Servet-i Fünuncular arasında görüş ayrılıkları başlamıştı. Bazıları dergiden ayrıldılar. Bir süre sonra Fikret de derginin sahibi ile anlaşamayarak yazı işleri yönetmeliğini bıraktı. Bütün zamanını Robert Koleji'nde geçirmeye başladı. 1901'de "inziva" düşüncesini gerçekleştirmek amacıyla Rumelihisarı'nda Robert Koleji'nin yanında, planlarını kendisinin çizdiği Aşiyan adlı evi yaptırmaya başladı.
Bugün Tevfik Fikret Müzesi olan Aşiyan, 1905'de tamamlandı. Fikret, eşi ve oğlu Haluk'la birlikte buraya yerleşti. Çok az insanla görüşüyordu. "Sis", "Sabah Olursa", "Bir Lahza-i Taahhur" bu dönemin ürünleridir. Bu arada babasının, arkasından da, kızkardeşinin hayatlarını kaybetmesi onu çok etkiledi. Bu döneminde, özgürlük getireceğine inandığı İttihat ve Terakki'yi destekliyordu. 1908'de de, II.Meşrutiyet'in ateşli savunucuları arasına katıldı. Meşrutiyet'ten sonra "inziva"sından çıktı, eski arkadaşlarıyla barışarak, Hüseyin Kâzım ve Hüseyin Cahid'le birlikte Tanin Gazetesi'ni kurdu. Ama, gazete İttihat ve Terakki'nin yayın organı durumuna getirilmek istenince buna karşı çıkıp, Hüseyin Cahid'le kavga ederek oradan da ayrıldı.
Yeni yönetimin önerdiği maarif nazırlığı görevini de geri çevirdi. Bu göreve getirilen Abdurrahman Şeref'in çağrısıyla, Galatasaray Sultanisi'nin müdürü oldu ve bir süre önce yanmış olan okulun onarımını üstlendi. Bu arada, toplantı salonunu mescitin üstüne yaptırdığı gerekçesiyle ağır eleştirilere uğradı. O günlerde 31 Mart Olayı patlak verdi. Fikret, olayı protesto amacıyla önce kendini okulun kapısına zincirle bağlattı, ertesi gün de istifa etti. Ancak öğrencilerin ve maarif nazırı Nail Bey'in ısrarlarıyla tam yetkili olarak göreve döndü. Ama sekiz ay sonra, yeni maarif nazırı Emrullah Efendi'yle anlaşamayarak bir daha dönmemek üzere Galatasaray'dan ayrıldı.
Darülmuallim ve Darülfünun'daki görevlerinden de istifa etti ve yeniden Aşiyan'a çekildi. Artık, İttihat ve Terakki İktidarı'na da muhalif olmuştu. 1912'de Meclis'in kapatılması üzerine, bu olayı Meclis'in 1878'de kapatılmasına benzeterek "Doksan Beşe Doğru" şiirini yazdı. Bunu "Han-ı Yağma", "Sancak- Şerif Huzurunda" gibi şiirler izledi. İttihat ve Terakki'nin fedailerince izlenmeye başlandı. Modern pedagoji ilkelerine uygun bir okul açmak, yeni bir edebiyat dergisi çıkartmak gibi tasarıları olduysa da bunları gerçekleştiremedi.
O günlerde, ağır şeker hastalığına yakalanmış olduğu anlaşıldı. 1914'te kolu şiştiği için bir ameliyat geçirdi. Tedaviye yanaşmaması sonucunda hastalığı iyice artarak ölümüne neden oldu. 19 Ağustos 1915'te İstanbul'da öldü.
Gazeteci, siyaset adamı, eleştirmen, çevirmen. 1874 yılında Balıkesir'de doğdu. Yüksek öğrenimini Mekteb-i Mülkiye'de tamamladı. 1897 yılından sonra Vefa ve Mercan İdadilerinde Türkçe ve Fransızca öğretmenliğinin yanı sıra müdür yardımcılığı ve müdürlük görevlerinde bulundu.
1900 yılında Tevfik Fikret Servet-i Fünun Dergisi'nden ayrılınca bu derginin yönetimini üstlendi. II. Meşrutiyet'in ilanından sora memurluktan ayrıldı. Tanin'i çıkardı. Daha sonra İttihat ve Terakki Partisine girdi. Milletvekili seçilerek Meclis-i Mebusan başvekilliğine getirildi. Düyun-ı Umumiye'de dayinler vekilliği yaptı. İstanbul'un işgal edilmesi üzerine İngilizlerce tutuklanıp Malta Adasına sürgüne yollandı (1919). Dönüşünde yeniden Tanin'i çıkardı. Cumhuriyet Savaşı sonrasında gerçekleştirilen yeniliklere ve bazı yasalara karşı çıktığı için İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Aklandıktan sonra ikinci kez yargılanarak 1925'de Çorum'a sürgüne gönderildi.
Sürgünden döndükten sonra Sanayi ve Maadin Bankası İdare Meclisi Başkanlığına atandı. 1933 yılında Fikir Hareketleri Dergisi'ni çıkardı. 1938'de yeniden politikaya ve gazetecilik yaşamına başladı. 1939'da İstanbul, 1950'de de Kars'tan milletvekili seçilerek Meclis'e girdi. 1948 yılında Ulus Gazetesi'nde başyazarlık yaptı.
Demokrat Parti yönetimine karşı bir yazısından dolayı mahkum oldu. Bir süre cezaevinde yattıktan sonra Cumhurbaşkanı tarafından bağışlandı. 1957 yılında İstanbul'da öldü.
ah o gemide ben de olsaydım eğer mızrağı sallardım aştot'a kadar belki gider çirkin bir faşiste değer belki de bir masumun tam kafasına. ama savaş böyleymiş bazen siviller ölebilirlermiş devlet uğruna. 90'lar bitti artık onlar var ve hey siz devlete inanan bütün reziller cehennemde karşıma çıktığınızda öyle bir yumruk patlatacağım ki tam burnunuza hayatınız gazze şeridi gibi geçerken gözünüzden anlayacaksınız allah ne demek ahlak ne demek ve rüya… bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim: devletin bekasının da allah belasını versin malboranın da!