günün belli zamanlarında edilecek duaları gösteren hristiyan kitabı.
resim ve heykelde, insanın göğsüyle, göğüsten yukarı olan kısmı.
büstlerde eller yoktur.
büstlerde eller yoktur.
yunanlılarda, kadınların omuzdan bir kopça ile tutturdukları kolsuz ve kumaştan sarma elbise
gerçekten bu müzik grubuna çok üzülüyorum. biliyorum, bana kızacak ve beni seri eksileyeceksiniz lakin içimde kalmasın.
doksan altılı bir bebek sayılırım, benim neslime bakar isek, bir ortamda ot kafasında takılıp, boş beleş "abiiiiii elesdi yhaaaaaaaaaaaa!!" kafasında olan, bilgi birikimi hippi kültürü dışında pek bir şey ile açıklanamayan, ve otu içip aptal aptal işler apan bir topluluk var ise, ve bu topluluk bir şarkı açmış ise, bilin ki doors dinliyordur.
çok genel olacak ama bana mutlaka hak vereceksinizdir. bir gün cesaretimi toplayıp bu tarz insanların ortamına gireceğim, "abi ya kokulu mumlar, abi ya jim morrison karanlık bir şairmiş yha" diyen insanlara usulca yaklaşıp soracağım;
"ağabeyim, düşüyor mu böyle?!"
doksan altılı bir bebek sayılırım, benim neslime bakar isek, bir ortamda ot kafasında takılıp, boş beleş "abiiiiii elesdi yhaaaaaaaaaaaa!!" kafasında olan, bilgi birikimi hippi kültürü dışında pek bir şey ile açıklanamayan, ve otu içip aptal aptal işler apan bir topluluk var ise, ve bu topluluk bir şarkı açmış ise, bilin ki doors dinliyordur.
çok genel olacak ama bana mutlaka hak vereceksinizdir. bir gün cesaretimi toplayıp bu tarz insanların ortamına gireceğim, "abi ya kokulu mumlar, abi ya jim morrison karanlık bir şairmiş yha" diyen insanlara usulca yaklaşıp soracağım;
"ağabeyim, düşüyor mu böyle?!"
bir talk talk şarkısı. mark hollis denilen zatın, gençken aldığı tiyatro eğitimini, klibi izlerken mimiklerinden de anlayacağımız üzere, bu çirkin ve sevimsiz adamın böylesine mutlu edici hareketlerini ancak sihirle açıklayabileceğimizi düşünüyorum.
1984'ün mart ayında piyasaya sürülen it's my life albümünün bir parçası olan bu şarkı, dinleyen insanı mutlu edip dans etme isteği ile boğabilir.
1984'ün mart ayında piyasaya sürülen it's my life albümünün bir parçası olan bu şarkı, dinleyen insanı mutlu edip dans etme isteği ile boğabilir.
- neden onun profiline hala bakıyorsun, neden umursuyorsun bu adamı bu kadar kızım sen?!
- çünkü canımı acıttı! onun da bu hale gelmesini istiyorum! o yüzden hala bakıyorum!
erkeği kadını fark etmiyor, yer edinmek için illa ki canınızı sıkmamız lazım galiba.
- çünkü canımı acıttı! onun da bu hale gelmesini istiyorum! o yüzden hala bakıyorum!
erkeği kadını fark etmiyor, yer edinmek için illa ki canınızı sıkmamız lazım galiba.
1981–1992 arasında aktif olmuş, synthpop ve post punk icra etmiş, ingiliz müzik grubu.
bu grubun en sevdiğim 2 şarkısını da coverlarla tanıdım.
vokali Mark Hollis, morrissey'le birlikte beni en rahatlatan seslerden birisi.
ayrıca, dum dum girls'ün isim babalığını yapmışlardır.
*bakmayın siz iggy pop denmesine, dum dum girls'ün ismi konusunda birkaç röportaj dinlemiştim elbette.*
bu grubun en sevdiğim 2 şarkısını da coverlarla tanıdım.
vokali Mark Hollis, morrissey'le birlikte beni en rahatlatan seslerden birisi.
ayrıca, dum dum girls'ün isim babalığını yapmışlardır.
*bakmayın siz iggy pop denmesine, dum dum girls'ün ismi konusunda birkaç röportaj dinlemiştim elbette.*
sigaramı yakmış, karşıdan karşıya geçerken tuhaf bir tabela çarptı gözüme, "ilyada bayii" yazıyordu. bir an durdum, "ne, nasıl ya?!" diye düşünmeye başladım.
sonra fark ettim ki iddiaa bayii imiş.
sonra fark ettim ki iddiaa bayii imiş.
selanik'e bağlı bir yerleşim yeri. atamızın annesinin doğduğu yer burası, dahası da atamızın çocukluğunun geçtiği yer.
bugün bu yeri, annemin annesine kadar hepsinin orada doğduğunu öğrenmemle öğrendim, atatürk ile aynı yıl doğan akrabalarım da mevcut orada, atatürk ile belki de arkadaş olma durumları bile vardır, düşününce mutlu ediyor beni.
bugün bu yeri, annemin annesine kadar hepsinin orada doğduğunu öğrenmemle öğrendim, atatürk ile aynı yıl doğan akrabalarım da mevcut orada, atatürk ile belki de arkadaş olma durumları bile vardır, düşününce mutlu ediyor beni.
doğduğum günün yıllaaar yıllar öncesinde, 1 Nisan 1918'de, birleşik krallık'ı her türlü hava saldırısından korumak adına kurulmuş hava kuvvetlerinin ismi.
bunu diğer hava kuvvetlerinden, en azından benim için ayıran bir noktası var. britanya savaşında, alman hava kuvvetleri olan Luftwaffe'a karşı canla başla savaşıp, vatan millet mençestaaaaaağ! diyerek büyük zaferler kazanmış olması.
bunu diğer hava kuvvetlerinden, en azından benim için ayıran bir noktası var. britanya savaşında, alman hava kuvvetleri olan Luftwaffe'a karşı canla başla savaşıp, vatan millet mençestaaaaaağ! diyerek büyük zaferler kazanmış olması.
Alicante diye bir yerde, 1898 yılında doğmuş agata isminde birine rastladım, şayet ki ispanya yahudisi değil ise ispanyadan satılık arsamız çıktı amksdajnaskj
edit: az önce, çok sevdiğim lakin *evet :((* ülkücü olan bir arkadaşımın soyunun büyük kısmının ermeni olduğunu öğrendik.
edit: az önce, çok sevdiğim lakin *evet :((* ülkücü olan bir arkadaşımın soyunun büyük kısmının ermeni olduğunu öğrendik.
bastille baskını ile başladıktan sonra kadınların saraya yürümesiyle devam eden, sokak çarpımalarıyla şiddetlenen, barikatın arkasıyla daha da yükselen, kral ve kraliçenin idamından sonra, robespierre'in terör dönemini başlatmasıyla korkunç bir hal alan ve nihayet napolyon'un darbesiyle bitmiş olan, milliyetçilik akımını başlatmış, kilisenin reformlarla kafasını ezmiş bir devrimdir bu.
bazen keşke evde kolamı yudumlarken, arkadaşlarıma "kanka boşver o kız sana bakmaz" demek yerine, bastille baskınında yer almış, sokak çatışmalarında, barikatın arkasında saklanırken, trompet sesleriyle geçen kraliyet askerlerinin "kim var orada?!" sorusuna, "fransız devrimi!" cevabını verebilseydim.
ha, bu arada, *-kim var orada? -fransız devrimi!* kısmı elbette sefiller'in enjolrasından.
ve sefillerin de fransız devrimi zamanında değil de 1848 devrimleri zamanında geçtiğini biliyorum, boşuna uyarmanıza gerek yok.
bazen keşke evde kolamı yudumlarken, arkadaşlarıma "kanka boşver o kız sana bakmaz" demek yerine, bastille baskınında yer almış, sokak çatışmalarında, barikatın arkasında saklanırken, trompet sesleriyle geçen kraliyet askerlerinin "kim var orada?!" sorusuna, "fransız devrimi!" cevabını verebilseydim.
ha, bu arada, *-kim var orada? -fransız devrimi!* kısmı elbette sefiller'in enjolrasından.
ve sefillerin de fransız devrimi zamanında değil de 1848 devrimleri zamanında geçtiğini biliyorum, boşuna uyarmanıza gerek yok.
leonidass: eskiçağ dilleri ve kültürleri bölümünden mezun olduktan sonra iş bulamayıp iş arayan işsiz.
ileride whatsapp'ın engellenmesinin nedeni olacak program.
şener şen'in başrolde olduğu 1985 yapımı bu harika filmin, öyle müthiş bir müziği bulunur ki, bunu anlatmaya gerçekten kelimeler yeter mi bilmiyorum.
abarttığımı düşüneceksiniz lakin ne hans zimmer, ne de vince dicola dinlerken bu kadar ürperiyorum ben, youtube yorumlarından birinde yazıldığı gibi, yemin ediyorum intihar müziği bu!
ellerine sağlık melih kibar.
ayrıca, bu da olmuş sanki
abarttığımı düşüneceksiniz lakin ne hans zimmer, ne de vince dicola dinlerken bu kadar ürperiyorum ben, youtube yorumlarından birinde yazıldığı gibi, yemin ediyorum intihar müziği bu!
ellerine sağlık melih kibar.
ayrıca, bu da olmuş sanki
ÖRÜMCEK!
andrew davidson ağabeyimin yazdığı bu roman, okuduğum en güzel kitaplardan birisiydi.
Öncelikle, bu roman hakkında bilgi vermeden önce, kitaba başladığım zamanı da anlatmak istiyorum ben.
Geçen yılın 15 Ocak civarı, Biletimi aylar öncesinden aldım, Antalya'dan İstanbul'a dönmek için tek başıma havalimanına girdim, x-ray'den geçtim ve oturup telefonda facebook'ta takılıyorum.
Bu arada, sabah 3 uçağı benimkisi ve ben 10 gibi oradayım, yani "erken gideyim de oturur beklerim" insanıyım kısacası ben. Saatler var daha...
Neyse, saat 11 oldu, 12 oldu, 1 oldu falan derken gittim check in yaptırdım, sonra tekrar oturdum, hem şarjım bitmeye başladı,hem de canım sıkıldı. Eco ağabeyimizin Orta Çağ serisinden şövalyeler, şehirler ve katedraller isimli kitabından biraz katedral mimarisi öğreniyorum. O sırada check-in yaptırılırken türk hava yollarının bulunduğu check-in standı karıştı.
Malatya'dan gelmiş olan bir kafile, "daha ne kadar rötar yapabilir bir uçak! allah sizi kahretsin, 5 saattir buradayız!" diye bağırmaya başladı, ortalık daha da karıştı ve ellerinde ne varsa, su, ekmek, kalem, defter falan hepsini türk hava yolları çalışanı garibanlara fırlatıyorlar. hatta o kadar büyüdü ki kavga, artık millet siper almaya başladı korkudan, biliyorsunuz dış ve iç hatlar terminali antalya'nın birleşik, ayrı binalar değil. alamanlar, ingilizler, baya siper alıp "öööğ may gaaaaaaaağ! deetz söğ bılödeey!" falan diyorlar, ruslara bakıyorum onlar artık tamamen biz olmuşlar sanki, gülüyorlar kavgaya "da pıretza pıreje" falan bir şeyler söylüyorlar. Ben de yerimden kalktım, olayları video almaya başladım. güvenlikler koşuşturuyor, dış hatların oralardan "nöööööööööööğ!" nidaları yükseliyor, malatya kafilesi "*mına kodugum çocugu!" diye bağırıp su fırlatıyor, thy standı çalışanları korkudan içeriye kaçmışlar falan.
o sırada baktım olaylar yatıştı, yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladım, biletimi gösterip bir sonraki x-ray geçmek üzereyken, kavganın daha da büyüdüğünü gördüm.
oranın çalışanları merdivenin ucundan olayı öyle bir izliyorlar ki, bir çekirdek çıtlamadıkları kalmış. o sırada bir amcanın yanına yaklaştım, "özür dilerim, ben de izleyebilir miyim?" diye sordum. adamcağız "tabii tabii." dedi, baktım hakikaten ortalık fena.
her neyse, hikayenin ilginç kısmı bundan sonra, orada çalışanların konuşmalarına denk geliyorum, birisi diyor ki "ya bi çocuk da kamera kaydı almış, polis onu arıyor, yasak biliyorsun, onu daha fena yapacaklar." falan.
bir an olduğum yerde kaldım. kıyafetlerimi değiştirmem imkansızdı, zira bildiğiniz üzere check in yaptırırken bagajımı da vermiştim. hemen x-ray'den geçirdim bilgisayarımı ve çantamı, uçağın kalkacağı 8 numaralı perona ilerlemeye başladım. tabii bu sırada çoktan sildim o kayıtları ve skype indirdim telefonuma.
planımı yapmıştım, d&r'a girecek ve orada bir tabureye oturup kitap okuyacak, bu sırada yüzümü gizleyecek ve uçağın kalmasına son 30 dakika kala perona koşacaktım...
ama olmadı, zira gecenin ikisinde d&r kapalıydı. tuvaletlere gitmek de istemiyordum, zira öyle bir durumda polislerin de güvenliğin de gideceği tek yer tuvaletlerdi.
derin derin bir nefes aldım. bu durumda yapılacak en harika şeyin, en az şüpheli gösterecek olanı yapmak olduğuna karar verdim ve polislerin oldugu yöne doğru ilerlemeye başladım.
2 güvenlik ve 2 polis kendi aralarında konuşuyorlardı. ben de onlar yakınlaştıklarında, ön kamerayı açtım, kendime çevirdim telefonu, biriyle konuşuyormuş gibi yapmaya başladım, gülümsedim, "tamam kapatalım hadi, ya kapatsana kızım uçak kalkacak birazdan, gerek yok karşılamana, tamam hadi babama selam söyle." dedim. kameraya doğru el salladım ve kamerayı kapattım, sonra da skype'a girdim. o sırada polisler tam önümdeydi, benim çektigimi anlamışlardı. yanıma doğru geldiler, "telefonunuzla havalimanında izinsiz kayıt almışsınız sanıyorum ki" dedi bir tanesi. diğeri sert sert bana bakıyordu, 2 güvenlik görevlisi de nefesini tutmuş bizi izliyorlardı.
"ne? ben skype'ta kardeşimle konuşuyordum, dilerseniz arama izniniz olmadığı halde size telefonumu vereyim, bakın konuşmalara. isterseniz alın gbt'ye de bakın..." diyerek kimliğimi uzattım, polislerden birisi gözlerimin içine baktı. "kayıt mayıt yok yani şimdi? aman diyim kardeşim, bizim de başımızı ağrıtırlar sonra." dedi, "yoo abicim, benden çok ingilizlere falan baksaydınız keşke." dedim. sonrası politik kısa birkaç sohbet, gülümsemeler ve "iyi sabahlar dilerim, uçağım kalkacak" diyerek perona ilerleme...
işte o gün, uçağa bindiğim ilk an, oturup çantamı açtıktan sonra içinde bana gülümseyen zebani kitabını okumaya başladım.
kitabımızın konusu şöyle: porno yıldızı bir ağabeyimiz var, bu ağabeyimiz, bir gün eğlenip kokain partisi yaptıktan sonra, viskisini pantolonunun üzerine döküyor.
kafası güzelken atlıyor arabasına, eve dönmek üzere gaza basıyor, ama gördüğü halüsinasyonlar yüzünden kaza yapıyor, arabası alev alıyor ve vücudu yanıyor, tabi viskinin etkisinden dolayı da en çok hasar alan yeri kesinlikle erkeklik organı oluyor.
ağabeyimiz yanık ünitesinde gözünü açıyor, öyle kötü ki, onu zengin eden erkeklik organı artık yok, saçları yok, yüzünün büyük bölümü yanmış, vücudu da öyle.
ağabeyimiz burada ayağa kalkmak için çırpnıırken, bir o kadar da depresyona giriyor ve ölmeyi düşlüyor. 1 hafta öncesinde yanında olan herkes, bir anda hiç kimseye dönüşüyor ve yalnız kalıyor. yanık ünitesinden taburcu oluyor, ama fizik tedavi şart bu ağabeye, yürüyemiyor, o sırada bir gün, uyandığı zaman hemen yanında, karanlıkta oturan birine denk geliyor.
bir kadın sesi duyuyor, kadın sesi ona "senin için bu son gelişim, bu kez ikinci ve son, çok güzel şeyler olacak..." diye fısıldıyor ona ve kalkıp gidiyor.
ikinci kez geldiğinde, adının marianne engel olduğundan bahsediyor, ruh ve sinir hastalıklarının olduğu bölümden kaçıp geldiğinden bahsediyor ve kendisini önceki yaşamında tanıdığından bahsediyor.
sonrası mı? orta çağın en tuhaf hikayeleri, bol bol dante ve bir o kadar da hoş bilgi elbette.
Öncelikle, bu roman hakkında bilgi vermeden önce, kitaba başladığım zamanı da anlatmak istiyorum ben.
Geçen yılın 15 Ocak civarı, Biletimi aylar öncesinden aldım, Antalya'dan İstanbul'a dönmek için tek başıma havalimanına girdim, x-ray'den geçtim ve oturup telefonda facebook'ta takılıyorum.
Bu arada, sabah 3 uçağı benimkisi ve ben 10 gibi oradayım, yani "erken gideyim de oturur beklerim" insanıyım kısacası ben. Saatler var daha...
Neyse, saat 11 oldu, 12 oldu, 1 oldu falan derken gittim check in yaptırdım, sonra tekrar oturdum, hem şarjım bitmeye başladı,hem de canım sıkıldı. Eco ağabeyimizin Orta Çağ serisinden şövalyeler, şehirler ve katedraller isimli kitabından biraz katedral mimarisi öğreniyorum. O sırada check-in yaptırılırken türk hava yollarının bulunduğu check-in standı karıştı.
Malatya'dan gelmiş olan bir kafile, "daha ne kadar rötar yapabilir bir uçak! allah sizi kahretsin, 5 saattir buradayız!" diye bağırmaya başladı, ortalık daha da karıştı ve ellerinde ne varsa, su, ekmek, kalem, defter falan hepsini türk hava yolları çalışanı garibanlara fırlatıyorlar. hatta o kadar büyüdü ki kavga, artık millet siper almaya başladı korkudan, biliyorsunuz dış ve iç hatlar terminali antalya'nın birleşik, ayrı binalar değil. alamanlar, ingilizler, baya siper alıp "öööğ may gaaaaaaaağ! deetz söğ bılödeey!" falan diyorlar, ruslara bakıyorum onlar artık tamamen biz olmuşlar sanki, gülüyorlar kavgaya "da pıretza pıreje" falan bir şeyler söylüyorlar. Ben de yerimden kalktım, olayları video almaya başladım. güvenlikler koşuşturuyor, dış hatların oralardan "nöööööööööööğ!" nidaları yükseliyor, malatya kafilesi "*mına kodugum çocugu!" diye bağırıp su fırlatıyor, thy standı çalışanları korkudan içeriye kaçmışlar falan.
o sırada baktım olaylar yatıştı, yavaş yavaş merdivenleri çıkmaya başladım, biletimi gösterip bir sonraki x-ray geçmek üzereyken, kavganın daha da büyüdüğünü gördüm.
oranın çalışanları merdivenin ucundan olayı öyle bir izliyorlar ki, bir çekirdek çıtlamadıkları kalmış. o sırada bir amcanın yanına yaklaştım, "özür dilerim, ben de izleyebilir miyim?" diye sordum. adamcağız "tabii tabii." dedi, baktım hakikaten ortalık fena.
her neyse, hikayenin ilginç kısmı bundan sonra, orada çalışanların konuşmalarına denk geliyorum, birisi diyor ki "ya bi çocuk da kamera kaydı almış, polis onu arıyor, yasak biliyorsun, onu daha fena yapacaklar." falan.
bir an olduğum yerde kaldım. kıyafetlerimi değiştirmem imkansızdı, zira bildiğiniz üzere check in yaptırırken bagajımı da vermiştim. hemen x-ray'den geçirdim bilgisayarımı ve çantamı, uçağın kalkacağı 8 numaralı perona ilerlemeye başladım. tabii bu sırada çoktan sildim o kayıtları ve skype indirdim telefonuma.
planımı yapmıştım, d&r'a girecek ve orada bir tabureye oturup kitap okuyacak, bu sırada yüzümü gizleyecek ve uçağın kalmasına son 30 dakika kala perona koşacaktım...
ama olmadı, zira gecenin ikisinde d&r kapalıydı. tuvaletlere gitmek de istemiyordum, zira öyle bir durumda polislerin de güvenliğin de gideceği tek yer tuvaletlerdi.
derin derin bir nefes aldım. bu durumda yapılacak en harika şeyin, en az şüpheli gösterecek olanı yapmak olduğuna karar verdim ve polislerin oldugu yöne doğru ilerlemeye başladım.
2 güvenlik ve 2 polis kendi aralarında konuşuyorlardı. ben de onlar yakınlaştıklarında, ön kamerayı açtım, kendime çevirdim telefonu, biriyle konuşuyormuş gibi yapmaya başladım, gülümsedim, "tamam kapatalım hadi, ya kapatsana kızım uçak kalkacak birazdan, gerek yok karşılamana, tamam hadi babama selam söyle." dedim. kameraya doğru el salladım ve kamerayı kapattım, sonra da skype'a girdim. o sırada polisler tam önümdeydi, benim çektigimi anlamışlardı. yanıma doğru geldiler, "telefonunuzla havalimanında izinsiz kayıt almışsınız sanıyorum ki" dedi bir tanesi. diğeri sert sert bana bakıyordu, 2 güvenlik görevlisi de nefesini tutmuş bizi izliyorlardı.
"ne? ben skype'ta kardeşimle konuşuyordum, dilerseniz arama izniniz olmadığı halde size telefonumu vereyim, bakın konuşmalara. isterseniz alın gbt'ye de bakın..." diyerek kimliğimi uzattım, polislerden birisi gözlerimin içine baktı. "kayıt mayıt yok yani şimdi? aman diyim kardeşim, bizim de başımızı ağrıtırlar sonra." dedi, "yoo abicim, benden çok ingilizlere falan baksaydınız keşke." dedim. sonrası politik kısa birkaç sohbet, gülümsemeler ve "iyi sabahlar dilerim, uçağım kalkacak" diyerek perona ilerleme...
işte o gün, uçağa bindiğim ilk an, oturup çantamı açtıktan sonra içinde bana gülümseyen zebani kitabını okumaya başladım.
kitabımızın konusu şöyle: porno yıldızı bir ağabeyimiz var, bu ağabeyimiz, bir gün eğlenip kokain partisi yaptıktan sonra, viskisini pantolonunun üzerine döküyor.
kafası güzelken atlıyor arabasına, eve dönmek üzere gaza basıyor, ama gördüğü halüsinasyonlar yüzünden kaza yapıyor, arabası alev alıyor ve vücudu yanıyor, tabi viskinin etkisinden dolayı da en çok hasar alan yeri kesinlikle erkeklik organı oluyor.
ağabeyimiz yanık ünitesinde gözünü açıyor, öyle kötü ki, onu zengin eden erkeklik organı artık yok, saçları yok, yüzünün büyük bölümü yanmış, vücudu da öyle.
ağabeyimiz burada ayağa kalkmak için çırpnıırken, bir o kadar da depresyona giriyor ve ölmeyi düşlüyor. 1 hafta öncesinde yanında olan herkes, bir anda hiç kimseye dönüşüyor ve yalnız kalıyor. yanık ünitesinden taburcu oluyor, ama fizik tedavi şart bu ağabeye, yürüyemiyor, o sırada bir gün, uyandığı zaman hemen yanında, karanlıkta oturan birine denk geliyor.
bir kadın sesi duyuyor, kadın sesi ona "senin için bu son gelişim, bu kez ikinci ve son, çok güzel şeyler olacak..." diye fısıldıyor ona ve kalkıp gidiyor.
ikinci kez geldiğinde, adının marianne engel olduğundan bahsediyor, ruh ve sinir hastalıklarının olduğu bölümden kaçıp geldiğinden bahsediyor ve kendisini önceki yaşamında tanıdığından bahsediyor.
sonrası mı? orta çağın en tuhaf hikayeleri, bol bol dante ve bir o kadar da hoş bilgi elbette.
bir efsaneye göre, ona ateş eden askerlerin biri dışında hepsi bilerek hedefi ıskalamışlardı.
electronica ve dream pop konusunda çığır açmış olan air isimli müzik grubunun, 2011 yılında çıkan Le voyage dans la lune albümünün bir şarkısı.
bu şarkıyı diğerlerinden ayrı kılan şey ise beach house isimli müzik grubundan tanıdığımız, müzikle arası iyi olanların tanıyacağı Michel Legrand ağabeyimizin yeğeni victoria legrand'ın sesi...
düşük bütçeli uzay seyahati için:
bu şarkıyı diğerlerinden ayrı kılan şey ise beach house isimli müzik grubundan tanıdığımız, müzikle arası iyi olanların tanıyacağı Michel Legrand ağabeyimizin yeğeni victoria legrand'ın sesi...
düşük bütçeli uzay seyahati için:
bunlardan biri de benim, benim gibi onlarca arkadaşımın, bir şarkı adına girilen entryleri gecenin bir yarısında sigara eşligine okudugunu biliyorum. dahası da, bana hissettiklerini ve o şarkıyı söylene grubu ve o grubun albümü hakkında bilgi vermek de bana iyi hissettirdigi kadar, 1-2 kişiye de olsa bir şeyler kattıgını düşünüyorum.
elbette ki ben o başlığı açmaz isem, kesinlikle eminim ki tarihin tozlu sayfalarına karışacak değil. ben yine şarkılar adına başlıklar açmaya devam edeceğim, açıkçası rahatsız olan var ise, beni engelleyip geçer ve gecenin bir yarısı sebepsiz yere bana dalmak, ve yahut bir şeyleri eleştirmek yerine pyramus adına entry girer de bir şeyler öğreniriz.
elbette ki ben o başlığı açmaz isem, kesinlikle eminim ki tarihin tozlu sayfalarına karışacak değil. ben yine şarkılar adına başlıklar açmaya devam edeceğim, açıkçası rahatsız olan var ise, beni engelleyip geçer ve gecenin bir yarısı sebepsiz yere bana dalmak, ve yahut bir şeyleri eleştirmek yerine pyramus adına entry girer de bir şeyler öğreniriz.
bana ölümü hatırlatan tek şarkıdır kendisi. gerek şarkının ritmi, gerekse de fan yapımı olan bu tuhaf klip yüzünden, 2012 yılının son 3 ayını bu şarkıyı her gün dinleyip, her gün ölümü düşünerek geçirmiştim.
şimdi bile çalmaya başlarken ister istemez düşüncelerden alıkoyamıyorum kendimi.
bu arada, şarkı, 2002 yılında piyasaya sürülen Turn on the Bright Lights isimli en harika albümler sıralamasında benim için ilk 20'ye rahat girecek interpol albümünün bir şarkısıdır.
interpol güzeldir
şimdi bile çalmaya başlarken ister istemez düşüncelerden alıkoyamıyorum kendimi.
bu arada, şarkı, 2002 yılında piyasaya sürülen Turn on the Bright Lights isimli en harika albümler sıralamasında benim için ilk 20'ye rahat girecek interpol albümünün bir şarkısıdır.
interpol güzeldir
size bu müzik grubundan bahsederken, bu grubu görebilmek için ne tür zorluklara katlandığımı anlatacağım.
2012'de, İngiltere'de parlaşamış ve Liam Gallagher tarafından desteklenen, Psychedelic rock, neo-psychedelia türünü icra eden, şirin mi şirin bir müzik grubu bu.
Sun Structures ve Volcano isimli 2 stüdyo albümü bulunan bu grubumuzun, 2 şarkısını sizinle paylaşayım önce.
Sene 2016, aylardan Mart olması gerek, Radyo programı yapıp eve döndüğüm o güzel günün ardından, Chill Out'a gelecek müzisyenler belli olmuş, Cigarettes After Sex, Temples, Parra For Cuva ve Ah! Kosmos'u duyunca burs paramdan o gün gidip bileti alıp, Mayıs sonunu beklemeye başlamıştım.
Mayıs sonu geldi, fark ettim ki 70 lira param var, zaten Hadımköy'den Konser alanına gitmek 20 lira tuttu, kaldı 50 lira ve 2 günü orada nasıl geçireceğim hiçbir fikrim yok.
"En azından bari gece şurada Temples izlesem de oradan otostopla eve dönsem..." kafasına eriştim, karnım aç, susuzum.
Gidip bir şeyler alayım dememle kendimi yemek yerlerinin olduğu yerde bulmam bir oldu, ama o da ne?! Jeton geçiyor burada! Ve jetonların en ucuzu da 100 lira ile başlıyor.
4 tane veriyorlarmış, "A-ha! Aç susuz kaldık!" dedim. Düşündüm kara kara ne yapacağım diye düşünmeye, aileme söylemeye cesaretim yok, oraya en yakın insan bana Sigur Ros biletini almış bir ablam lakin ona da söyleyesim yok, zira ayıp "Ben kaldım yardım et!" diyemem
O sırada alternatifleri sıralıyorum kafamda, konser alanını terk edip bir metrobüse atlamak, amaçsızca Kadıköy'ü gezip eve dönmek.
Direkt eve dönmek.
Biraz daha konser alanında takılıp eve dönmek....
O sırada ben çimenlere uzanmış, şarjımın son damlalarını da tüketirken, yan tarafımdan "Merhaba!" diyen eşcinsel bir çifte rastladım.
"Merhaba..." diye karşılık verdim ve konuşmaya başladık. "Sizi Efes Pilsen One Love'da görmüştüm!" dedi bir ilk merhaba diyen.
"Karıştırıyorsunuz..." diye başladım ki görme olasılıkları yüksek, Slowdive konserinde "EN ÖNÜ KAPMAM LAZIM KAN ÇIKARTIRIM" kafasında idim.
Derken sağ olsunlar, önce bol bol su verdiler, sonra da meyve suyu koydular bana. Ben de fondip yaptım, bir tane daha istedim.Sonra fark ettim ki içerisinde votka varmış. Derken 4 oldu... Sonra fark ettim ki içerisinde votka varmış.
Aç karnına bir güzel çarptı beni, zaten güneşli hava... Adamlar "Kardeşim al, biz pizza yiyoruz sen de ye..." falan diyorlar, zaten adamların votkasını sömürdüm, bir de üzerine yemeklerini mi yiyeyim?!
"Teşekkür ederim, biraz iyi hissetmiyorum güneş çarptı sanırım." dedim, yanlarından ayrılmak için izin istedim.
"Buralardayız, tekrar gel... Umarım Shoegaze grubunu kurarsın.." dedi adamcağız.
*EĞER BİR GÜN BUNLARI OKUR İSEN, HALA KURAMADIM AĞABEYİM.*
Her neyse, midem bulanmış, açlıktan gözüm dönmüş vaziyette saat 5'i yaptım. Ne yapacağım, ne edeceğim derken, sahnenin önüne doğru yaklaştım.
Bilmediğim bir müzik grubu vardı sahnede, hiç hoşuma da gitmemişti aslında.
Ama o da ne, o an yerde bir şey parıldadı gözüme, önce rüya falan diye düşündüm ama hayır; gerçekti. Yerde bir oraya bir buraya sürüklenmeye başlamıştı.
O gün bulduğum 200 lira ile önce karnımı doyurdum, Temples'ı izledikten sonra bir de taksi ile gece 3 civarı kendimi evime bıraktırdım.
Temples yüzünden böyle aç kalmayı göze aldım zamanında.
2012'de, İngiltere'de parlaşamış ve Liam Gallagher tarafından desteklenen, Psychedelic rock, neo-psychedelia türünü icra eden, şirin mi şirin bir müzik grubu bu.
Sun Structures ve Volcano isimli 2 stüdyo albümü bulunan bu grubumuzun, 2 şarkısını sizinle paylaşayım önce.
Sene 2016, aylardan Mart olması gerek, Radyo programı yapıp eve döndüğüm o güzel günün ardından, Chill Out'a gelecek müzisyenler belli olmuş, Cigarettes After Sex, Temples, Parra For Cuva ve Ah! Kosmos'u duyunca burs paramdan o gün gidip bileti alıp, Mayıs sonunu beklemeye başlamıştım.
Mayıs sonu geldi, fark ettim ki 70 lira param var, zaten Hadımköy'den Konser alanına gitmek 20 lira tuttu, kaldı 50 lira ve 2 günü orada nasıl geçireceğim hiçbir fikrim yok.
"En azından bari gece şurada Temples izlesem de oradan otostopla eve dönsem..." kafasına eriştim, karnım aç, susuzum.
Gidip bir şeyler alayım dememle kendimi yemek yerlerinin olduğu yerde bulmam bir oldu, ama o da ne?! Jeton geçiyor burada! Ve jetonların en ucuzu da 100 lira ile başlıyor.
4 tane veriyorlarmış, "A-ha! Aç susuz kaldık!" dedim. Düşündüm kara kara ne yapacağım diye düşünmeye, aileme söylemeye cesaretim yok, oraya en yakın insan bana Sigur Ros biletini almış bir ablam lakin ona da söyleyesim yok, zira ayıp "Ben kaldım yardım et!" diyemem
O sırada alternatifleri sıralıyorum kafamda, konser alanını terk edip bir metrobüse atlamak, amaçsızca Kadıköy'ü gezip eve dönmek.
Direkt eve dönmek.
Biraz daha konser alanında takılıp eve dönmek....
O sırada ben çimenlere uzanmış, şarjımın son damlalarını da tüketirken, yan tarafımdan "Merhaba!" diyen eşcinsel bir çifte rastladım.
"Merhaba..." diye karşılık verdim ve konuşmaya başladık. "Sizi Efes Pilsen One Love'da görmüştüm!" dedi bir ilk merhaba diyen.
"Karıştırıyorsunuz..." diye başladım ki görme olasılıkları yüksek, Slowdive konserinde "EN ÖNÜ KAPMAM LAZIM KAN ÇIKARTIRIM" kafasında idim.
Derken sağ olsunlar, önce bol bol su verdiler, sonra da meyve suyu koydular bana. Ben de fondip yaptım, bir tane daha istedim.Sonra fark ettim ki içerisinde votka varmış. Derken 4 oldu... Sonra fark ettim ki içerisinde votka varmış.
Aç karnına bir güzel çarptı beni, zaten güneşli hava... Adamlar "Kardeşim al, biz pizza yiyoruz sen de ye..." falan diyorlar, zaten adamların votkasını sömürdüm, bir de üzerine yemeklerini mi yiyeyim?!
"Teşekkür ederim, biraz iyi hissetmiyorum güneş çarptı sanırım." dedim, yanlarından ayrılmak için izin istedim.
"Buralardayız, tekrar gel... Umarım Shoegaze grubunu kurarsın.." dedi adamcağız.
*EĞER BİR GÜN BUNLARI OKUR İSEN, HALA KURAMADIM AĞABEYİM.*
Her neyse, midem bulanmış, açlıktan gözüm dönmüş vaziyette saat 5'i yaptım. Ne yapacağım, ne edeceğim derken, sahnenin önüne doğru yaklaştım.
Bilmediğim bir müzik grubu vardı sahnede, hiç hoşuma da gitmemişti aslında.
Ama o da ne, o an yerde bir şey parıldadı gözüme, önce rüya falan diye düşündüm ama hayır; gerçekti. Yerde bir oraya bir buraya sürüklenmeye başlamıştı.
O gün bulduğum 200 lira ile önce karnımı doyurdum, Temples'ı izledikten sonra bir de taksi ile gece 3 civarı kendimi evime bıraktırdım.
Temples yüzünden böyle aç kalmayı göze aldım zamanında.
zenginsozluk.com/foto
melody's echo chamber sahne ismini kullanan, ismi melody prochet olan, 3 Nisan 1987 doğumlu, adına entry girilmediğini gördüğümde çok şaşırdığım, neo psychedelia, space rock ve dream pop'un son zamanlardaki kraliçesidir bu kadın.
zenginsozluk.com/foto
bir süre kevin parker isimli sonradan bozan müzisyeni kullanıp 2012'de çıkardığım melody's echo chamber isimli albümü ile bir anda zirveye yerleşmiş, fransız ablamız.* fotoğrafın samimiyetsizliğine bakın*
zenginsozluk.com/foto
öncelikle, 3 şarkısını sizinle paylaşacağım.
zenginsozluk.com/foto
ilk şarkısı, ilk albümünden geliyor! some time alone, alone isimli bu şarkı, çok liseli tambılır görl havası yansıtsa da, vallahi evi arabayı satıp üst basmalık bir şarkı.
*iddia oynamıyorum, hayatımda hiç oynamadım aslında ama çok güzel bir deyim değil mi?!*
ikinci şarkımız, 2014'ün son çeyreğini güzel kılan, yeni albümün sinyalini verdiği single şarkısı, shirim! *bu en sevdiğim!*
zenginsozluk.com/foto
bu son şarkımız da, bon voyage isminde çıkaracağı merakla ve sabırsızlıkla beklediğim albümünün bir şarkısı. Bu şarkıyı o kadar da çok beğenmedim ama "And the seasons passing by , And I'm still sad" kısmı fazla hoşuma gitti.
size bir de bonus vereyim, izlediğim en güzel klibe ait bir şarkı.
zenginsozluk.com/foto