Ben doğa ananın kızıyım. Ben insanlığın kurtarıcısıyım...
Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu. George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi... Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim. Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...
Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı. Ama Beni yakalayamayacaklardı.
Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil! Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.
Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti. Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...
İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu. Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı. Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
Onu koruyacaktım!
Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde. Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum. Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu. Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
Bir fotoğrafta 2 Sophia...
Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi. Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi? Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor. Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor... Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.
Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor. Mısır firavunlarının egemenlik simgesi. Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!
Ben Yemenja'ydım.
Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!
Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı. O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı? Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!
Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis. Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum. Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor. "İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?" "Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim. "En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme. O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!
Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?
Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor. Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu. Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.
Ama gerçek çok farklıydı.
Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı. Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum. Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
Silahı başıma götürüyorum.
Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
Ben Doğa ananın kızıyım.
Ben modern Simyacıyım.
Ben Yemenjayım. Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum. Sonrası mı? Kulak çınlaması ve karanlık.
az önce ilk kez gerçekten geçirdiğimi düşündüğüm şey.
önce gözlerim karardı, sonra elime geçen her şeyi kırdım, sonra yerleri yumrukladığımı hatırlıyorum. en son kendime bakarken ayna kırılmış, ısıtıcı paramparça.parmaklarımdan biri fena halde kesik.
kendi değerimizi anladığımızda çok geç olacak sanki.
palaestralar kamuya açık spor müsabakalarına katılan atletlerin boks, güreş vb spor dallarında idman yaptıkları binalar olması, gymnasionlarınsa yunan gençlerinin sportif faaliyetlerde bulunduğu yer olmasıdır.
sıcak hamam odasının yarı dairevi ucundaki buhar hamamı ya da buhar odasıdır. bu yapı, spartalıların icadı olduğundna, bazen antik dönemde karşımızda sparta buhar odası veya sparta kuru buhar odası olarak da anılır, gerçi hala anılıyor da olabilir. spartalılar arasında, atletlerin idmanlarından sonra terlerini hiç sıcak su kullanmadan derilerini ovarak, yağlayarak atmaya çalışmasından dolayı bu odaya bu isim verilmiştir bu arada, bilgi olarak kalsın bu, burada.
çatısız tapınaklardır. ön ve arka çevresinde on sütuna sahiptir, geri kalanı dipteros tapınağının bütün ayrıntılarını içerir. ama bunun iç kısmında uzun, çift sütun dizisi yer alır. bu sütunlar, tıpkı sütunlu avlulardaki sütun dizilerinde olduğu gibi, çepeçevre bir yürüyüş yolu yaratarak kutsal odanın duvarlarından belirli bir mesafeyle ayrılmıştır. ortadaki mekanın üstü açıktır, çatısı yoktur, kutsal odanın her iki ucunda, biri ön cephede, diğeri arka cephede bulunan kanatlı kapılarla *valva* tapınağa girilir. bunun örneklerine roma'da rastlanmaz, ama atina'da, olymposlu'nun tapınağı bunun sekizde bir örneğidir.
*bu arada zeus tapınağı diyorum, bunu anlamışsınızdır umarım, olymposlu dediğimde.* *anlamadıysanız da canınız sağ olsun.* * kahve alır mısınız? ah, çay mı? limonlu mu sütlü mu?!*
çift sıra sütunlu tapınaktır. ön ve arka portikosunda sekiz sütuna sahiptir, ama tapınak binasının etrafında çift sıra sütun bulunur, tıpkı khersiphron tarafınadan inşa edilen dor düzenindeki quirinus tapınağı ve efes'teki iyon düzenindeki diana tapınağı gibi.
iç sıra sütunları olmayan tapınak biçimidir, önde ve arkada sekizer, köşe sütunları dahil olmak üzere her iki yanında on beş sütun olacak şekilde konumlanır.
ama kutsal odanın duvarları ön ve arkada cephenin ortasındaki dört sütunun tam karşısında olmalıdır. böylece, kutsal odanın duvarları ile dış sütun dizisinin arkasındaki alan, iki sütun aralığına ve artı tek bir sütun alt çapına eşit olacaktır *beynin yandı di mi sjfjsdknfsj bizim de derslere yanıyor kardeş kusura bakma*, bunun örneğine roma'da rastlanmaz, ama manisa'da hermognes2in inşa ettiği diana tapınağı ile alabanda'da menesthes'in inşa ettiği apollo tapınağı bu tarzdır.
dışı tek sıra sütunla çevrili tapınaktır, önde ve arkasında altışar sütunu, köşe sütunları da dahil olmak üzere yanalrında ön bir sütunu bulunur.
bu sütunlar, kutsal odayı çevreleyen duvarlar ile dıştaki sütun dizisi arasında, sütun aralığının *intercolumnatio* genişliğine eşit bir alan bırakacak şeilde yerleştirilmelidir ki, tapınağın kutsal odasının etrafında bir yürüyüş yolu *ambulatio* olsun.
önü ve arkası sütunlu tapınaktır. her açıdan prostylos tapınağına benzer, ilaveten ön cephesindeki sütunların ve alınlığın aynısı arka cephesinde de bulunur.
liam gallagher'in ekim 2017'de çıkan stüdyo albümünün ismi
oasis'in hınzır çocuğu bakalım nasıl bir albüm yaptı deyip açtım, hani britpop ölmüştü lan diye haykırarak cevap verdiğim, beni benden alan, oasis dinliyormuş gibi hissettiren albümün ismi.
Kıbrıs'ta yaşayan ve kendisine göre kadınlar günahkar olduğundan dolayı, kadınlarla ilgili hiçbir şey duymak istemeyen, bu yüzden de kendisine fildişinden, tüm canlı kızlardah daha güzel olan bir heykel yapan sanatçıdır kendisi.
pygmalion, bu heykele aşık olur, onu öper ve ona küçük bir armağan getirir.
veeeeeeeee, günün birinde...........................
günün birinde, venüs onuruna düzenlenen bir bayramda, tanrıçadan alçakgönüllü bir biçimde, aşık olduğu heykele benzeyen bir hayat arkadaşı diler. eve gelip de yine heykelini öptüğünde, heykel tanrıçanın kudretiyle canlanır ve pygmalion'un dokuz ay sonra ondan paphos adında bir kızı olur. kıbrıs'taki paphos kentinin adı bu minik kızdan gelmekte bu arada, aklınızda bulunsun. bu arada, paphos, bugünkü baf.
hellosponto *çanakkale boğazı* kıyısındaki sestos'ta bulunan aphrodite tapınağının rahibesidir bu ablamız.
sevgilisi, abydoslu leandros, onunla birlikte olmak için her gece bu boğazı yüzerek geçer *ne aşk be!* ancak korkunç bir fırtınada ona yol gösteren fener söner. hero, erteis sabah leandros'un cesedini bulur ve kendini öldürür.
m.ö 3.yüzyıl helenistik ozanlarından biri, bize, "iki kral çocuğu vardı" şarkısını hatırlatan bu hikayeyi, ilk olarak işlemiş gibi görünmektedir; ancak eser, birkaç fragman dışında kaybolmuştur. bu eserin zamanında ne denli ünlü olduğunu, vergilius, ovidius ve yine ovidius'un iki edebiyat aşk mektugu ile musaios'un m.s 5.yüzyılda yazdığı yeni nüshalarında bulunan sayısız gönderme kanıtlar.
musaios'un "hero ile leandros" adlı kısa destanı, freidrich von schiller'in bir baladına, franz grillparzer'in beş perdelik "denizin ve aşkın dalgaları" adlı dramına, aslında bi amcanın bi tane daha vardı ama unuttum araştırırsanız bulursunuz, günther bialas'ın bir operasına kaynaklık etmiştir.