confessions

nalbantyani bezirgan

1. nesil Yazar - Lamba cini

  1. toplam entry 523
  2. takipçi 18
  3. puan 10102

çiftlik bank

nalbantyani bezirgan
1 büyük akıllı sığırın 50.000 kişiye girmesi olayıdır.
Adamın yaptığı dolandırmayı geçtim de böyle reklamlarda, yok tesis açılışlarında boy gösterip millete güven verme amaçlı "yarı ünlü" insanların orda bulunması çok ağır bi adilik.
Tamam insanımız da salak hemen kanıyor. Ama yeri geldiğinde sanatçı addedilen o şerefsizler nasıl bi vicdana sahip de kendilerini öyle bir dolandırıcılığa alet ediyorlar.
Millet "aa falanca dizide oynayan falanca da burda. Bak adamlar reklama ne kadar önem veriyor. Onları bile yanına çekmişler" derken adamlar bu insanların yüzüne baka baka yalan söylüyorlar.
Bu pis dolandırıcılık vakası içinde en çok kurulduğum nokta bu oldu.
Ama en nihayetinde başarılı bir iştir ve abartılmaması gerekendir.
Bu ülke banka hortumlamaları da gördü, ülkeyi dolandırıp yurtdışına uzayan siyasiler de gördü, ayakkabı kutularında yapılan yolsuzlukları da gör(me)dü.

insan bir kere sever

nalbantyani bezirgan
bir yalan.
kibirli insan, sevmek dediği o duygunun yalnızca bir kere ve bir kişi içinmiş olduğunu düşünerek kendini ve sahip olduğu o duyguyu yüceltir ve kutsallaştırır. O noktadan sonra karşıdaki kişinin ne yaptığı da önemsizdir. Sevmese bile, terk etse, ağzına sıçsa bile insan gururundan "benim sevgim senle ilgili değil ki, benim sevgim bir nedene bağlı değil ki" diyerek o kendini mahveden insanı hala sevmeye devam eder.
her şeyin sonu olduğu hayatında sonsuzluğa karşı büyük bir haz duyan insan bu hayranlığını kendi duygularına da yansıtmaya çalışır ve "insan bir kere sever" "öyle bir sevdik ki bir daha sevemedik" gibi sözlerle zamanla, tıpkı varolan her şey gibi, sönüp gitmesi gereken duygusunu boşu boşuna besler de besler

konuşmak isteyen yazarlar

nalbantyani bezirgan
bazen böyle dinleyici olmasa konuşası geliyor insanın. Tek başınayken yüksek sesle monologlar yapmayı çok seviyorum mesela ben. Hatta bazen kafam güzelken ses kaydına alıyorum bunları. Sonrasında dinliyorum ve bazen şaşırıyorum kendime. Yeni bir şey keşfediyormuşum gibi oluyor kendimle.

uber

nalbantyani bezirgan
muhteşem uygulama.
xl Uber'e 6 kişi biniyoruz. nereye gidersek gidelim fazla gelmiyor. bölüşüyoruz en nihayetinde. hem de rahat bir yolculuk yapıyoruz. yıllardır sektörde tekelleşen taksicilerin kinlenmesi de tabiki de doğal bir reaksiyon. Ama uygulamadan Uber çağırıp da şöförü dövmek hiçbir şekilde açıklanamaz bir adilik.

90. oscar ödül töreni

nalbantyani bezirgan
(bkz:three billboards outside ebbing missouri) başlığında yazdığım gibi Frances McDormand ve sam rockwell beni şaşırtmadı. Fakat shape of water'ın best picture alması cidden beni derinden yaraladı.
Ayrıca roger deakins da 14 adaylığın sonunda aldı oscarı.
Gary Oldman hak etti kesinlikle. "PUT the kettle on, i am bringing Oscar" bitirişi süperdi
Adettir;
T: seneye jimmy kimmel sunmasın dediğim organizasyon.

call me by your name

nalbantyani bezirgan
çok dilli yapısıyla, az ve kapalı anlamlı diyaloglar ile çok şey anlatmasıyla beni benden almış filmdir. Oscar'ı da kazanmasını canıgönülden diliyorum efendim. içerikten bahsederek yorum yapacağım için izlemeyenler açmasın gitsin izlesin

elio'daki cinselliği deneyimleme durumunu çok iyi vermişler. marzia ile takılırken bir yandan da Oliver'ın şortuyla kendince bir erotiklik yaşaması gerçekten ilginçti. Oliver ile olan yoğun sahnelerde de her hareketiyle deneyselliğini ve heyecanını yine çok iyi vermişler. Aceleciliği utangaçlığı fazla istekli olması. Oliver'ınsa tam tersi temkinli olması. fakat filmin başındaki bu durum ilerde neredeyse tam tersine dönüşüyor ve bunu da çok iyi vermişler. Başlarda Oliver kasabaya gelmiş yabancı tipinde umursamaz bir haletiruhiye içinde takılırken, partilerde kızlarla dans ederken. Sonraları elio takıntısı oluşuyor herifte. biz elio'nun gözünden onu geceleri geç geldiğinde eğlenceden dönüyor diye düşünürken o saatlerce yalnız başına düşünüyormuş meğer. Diğer yandan elio da başlarda marzia'ya pek yüz vermezken oliver'e açıldıktan sonra karakteri ilginç bir rahatlama yaşıyor. marzia'yla seviştikten sonra şakalaşmalarından bu deneyimleri onu gergin yapmadığını anlıyoruz. Fakat tüm bunlara rağmen içinde hala bir şeylerin normal olmadığını biliyor ve marzia ile zaman geçirirken bile aklında Oliver olduğunu görüyoruz. Fakat tüm bunlar bir kenara filmle alakalı rahatsızlık duyduğum bir nokta var. (şeftali bölümü değil ) Öncelikle homofobik değilim onu belirteyim. Yalnızca filmdeki homoseksüelliği ele alınışın bazı noktalarını eleştireceğim. Filmde homoseksüellik bazı diyaloglar yüzünden bana fazla yüceltilmiş gibi geldi. Özellikle sona doğru elio ve babası konuşurken babasının "seni kıskanıyorum. Bu yaşadığınız harika bir şeydi" vs demesi ve "ben de böyle bir tecrübe yaşamıştım fakat maalesef sizin kadar ileri gidemedim" diye nerdeyse bu durumdan hayıflanması. Sanki homoseksüellik tecrübe edilmesi gereken kutsal bir şeymiş gibi gösterilmiş ya da ben öyle anladım bilmiyorum. Velhasıl, elit atmosferi ve bence "erotik gerginliği" ile mükemmel bir filmdi. Son olarak "Call me by your name and I'll call you by mine.
"

three billboards outside ebbing missouri

nalbantyani bezirgan
bir Martin McDonagh filmi.
Bu sene akademi ödüllerinde 7 adaylığı bulunuyor.
kızının tecavüz edilip öldürülmesinden 7 ay sonra olayın hala aydınlanmaması ve katillerin bulunmaması nedeniyle kasabanın polis güçlerine öfke besleyen Mildred Hayes (Francis mcdormand) radikal bir karar alıp bu öfkesini medyaya taşımak istiyor. İnsanların dikkatini çekmek için de kasabanın girişinde uzun zamandır kullanılmayan 3 billboard'u kiralıyor.

best picture ödülünde de adaylığı var ama call me by your name benim favorim. Fakat Francis mcdormand öyle bir oynamış ki best actress kategorisinde Oscar'ı alır diye düşünüyorum. Ayrıca sam Rockwell de polis memuru dixon rolüyle best supporting role'u alır gibi.

film akışıyla alakalı bazı sıkıntılarım var ama. Özellikle kızı ile olan flashback sahnesinde "umarım yolda bana tecavüz ederler" diyip evden çıkması fazla ithal duruyor. Fakat genele baktığımızda karakterlerin film sürecinde büyümesi ve ruhsal dönemeçleri çok iyi verilmiş. mildred'in papazla olan gang muhabbeti büyük bir sosyal eleştiriydi ve hiç de kötü durmuyordu filmin içinde. En etkilendiğim sahne ise şerifin intihar sahnesiydi. "don't open the bag just telephone the guys" yazarak intihar ederken bile karısını düşünmesi harika bir detaydı. Son olarak mektubun sonu gerçekten mükemmeldi. "And maybe I'll see ya again if there's another place, and if there ain't... Well, it's been heaven knowing you."

mektuplaşmak

nalbantyani bezirgan
https://www.postcrossing.com sitesi ile yaptığım eylem.

mektuptan çok kartpostal aslında sitenin olayı. Üye oluyorsunuz. Kendiniz hakkında kısa bir bio yazıyorsunuz. adresinizi yazıyorsunuz. Daha sonra site size rastgele başka bir üyenin adresini veriyor. Siz de kartpostal gönderiyorsunuz. Kartpostalı gönderirken sistemin size vermiş olduğu bir kodu da kartpostala yazıyorsunuz. Böylece kartpostalı alan kişi kartpostal eline ulaştığında siteye o kodu girerek kartpostalın ulaştığını teyit ediyor. Böylece siz profilinizde bir adet kartpostal göndermiş olarak görünüyorsunuz ve ayrıca sistem sizin adresinizi de başka birine gönderiyor.

Kartpostallar mektuptan daha az masraflı olduğu için kullanılıyor hem sizin adresiniz de kartpostal da yazmak zorunda değil gönderirken. Fakat isterseniz mektup zarfıyla da gönderebilirsiniz. Böylelikle zarfın içine küçük hediyeler koyma şansınız da oluyor.
Yapın, çevrenizdekilere de yaptırın.

regl diye eve alınmayan kadının yaşamını yitirmesi

nalbantyani bezirgan
Regl olan kadının doğal afete sebep olacak kadar "lanetli" ve "pis" olması
Kadının yalnızca doğurganlığı nedeniyle bir değere sahip olması ve çocuk sahibi olamayan kadınların hor görülmesi
Kadının erkek tarafından korunmaya ihtiyaç duyan zavallı bir varlık olarak görülmesi..

Bu ve bunun gibi aşağılık düşünceler din menşeili oluyor nedense. Herhangi bir spesifik dini -islam, hinduizm- hedef almadan yazıyorum. Ama tüm bu kadın istismarı ve hatta ileriye giderek kadını metalaştırma kültürü tamamen olmasa da birçok toplumda din temelli.
Şimdi denecek ki x dini kadınlara değer veriyor onları koruyacak kurallar, teamüller getirmiş.
Sorun da bu kesinlikle. Yalnızca eril bir olgu tarafından korunulacağı düşünülen kadın toplumda yalnız kaldığında başına gelmeyen kalmıyor.
"Yalnız gezmeseymiş" "babası abisi yok mu bu ne" "bi yere giderse takın kuzenlerini peşine" vs vs
Bu erkek olmadan kadın zayıftır yanılgısı ve tabusu yüzünden dolmuşa yalnız binen kadınlar tecavüze uğrayıp yüzü tanınmasın diye yakılıyor. Yalnız yaşayan üniversite öğrencisi kız evine modem bağlamaya gelen yaratık tarafından işkence edilip tecavüze uğradıktan sonra kendi evinde elleri bağlı ölü olarak bulunuyor.
Başlıktan saptı konu biraz farkındayım. Ama inanın bu uygulama ile en masum sandığımız kız-erkek ayrımı yapan kültürel ögelerin hiçbir farkı yok. Zamanla bunlar patriarkal düzende toplum normu haline geliyor ve kadını yaşadığı biyolojik durumdan dolayı kınar ve lanetler hale geliyoruz.

Din bunu emrediyor demiyorum tabiki de. Bu anlaşılmasın. Demek istediğim küçük ve önemsiz sandığımız din kaynaklı öğretiler bilinçli bir şekilde aşılanmadığında çok kolay bir şekilde istismar edilmeye uygun.

Bu nedenledir ki toplumsal cinsiyet eğitimi başlı başına öncelik olması gereken bir şeydir çocuk eğitiminde. Dinden, kültürden bağımsız bir şekilde bireylerin kadın-erkek ilişkisini öğrenmesi gerekiyor sağlıklı bir toplum olabilmemiz için.
Velhasıl, amacımız bu konularda bir şeyler yazıp teorisyenlik yapıp negatif olarak eleştirel yaklaşmaktansa pratikte gerekeni yapmak olmalı. Doğuştan gelen doğru sandığımız birçok eğilim o kadar yanlış ki. Çocuklarımızı, küçük yeğenlerimizi yetiştirirken bile en küçük ayrıntıya kadar özen göstermeliyiz ki büyüdüklerinde kafaları bu yanlış algılarla dolu bireyler olmasınlar.

Adetttir, tanım: manasız bir kültürel tabu nedeniyle bir insanın hayatına mal olan olay.

bülent ecevit

nalbantyani bezirgan
"Ben sadece görevimi yaptım. Görevimizi yaptığımız için övünemeyiz." Diyecek kadar alçakgönüllü, "bizim iki gücümüz var. Hak ve halk" diyecek kadar da milletine sadık bir siyasetçi.

Ayrıca çok beyefendi bir insan olduğunu birinci ağızdan dinlediğim insan. Komşumuz emekli polis ali abi anlatırdı. Korumalığını yaptığı dönemlerde Kendisine ali bey ve siz diyerek konuşurmuş.

Ayrıca robert mezunudur. Harvard üniversitesinde de sosyal psikoloji üzerine de çalışmaları vardır.

the end of the fucking world

nalbantyani bezirgan
bir Netflix dizisi.
esas oğlan 17 James küçüklüğünden beri hava öldüren sayko bir çocuk. esas kızımız Alyssia ise babasız büyüyen topluma zerre saygısı olmayan bir tiptir. Dizi, alyssia'nın james ile sevgili olmak, James'in ise onu öldürmek için onla yakınlaşmak istemesi ile başlar.

bir teenage drama severi değilimdir. Fakat bu hikaye psikopat bir erkek ve sosyopat bir kızın nasıl zaman içerisinde ilişki kurduğuna yaşadıkları olağandışı olaylara rağmen birbirbilerine bağlanma ve aşık olma sürecini nasıl düzgün yaşadıklarını anlatış şekliyle çok hoşuma gitti. Ayrıca yan karakterlerin de, verilen çok küçük detaylarla, hayatları anlamaya çalışmak da dizinin eğlenceli tarafıydı.
dizi 20 'şer dakikalık bölümlerden oluşuyor.

namaste

nalbantyani bezirgan

annemin hint dizilerine hasta olduğu zamanlarda Elazığ'da bir etkinlikte tanıştığım bir hint arkadaşa rica etmiştim. Video çekip anneme yollamıştık. Annem de whatsapptan "namaassttee" diye ses kaydı atmıştı. Bu da bir anımdır.

nazım hikmet ran

nalbantyani bezirgan
Üstad, Mayakovski ile tanışmasını büyük insanlık kendi sesinden şiirler kitabında bulunan ve Paris'te yapılmış olan bir röportajda şöyle anlatıyor:

Onunla ilk Moskova'da tanıştım. Sene 1922'ydi. 1922'nin son günleri. Bir kız arkadaşım vardı, genç bir rus kızı. Beni oturduğu yere davet etti. bir otelde kalıyordu. odasına girdim. küçücük bir odaydı ve içerisi öyle dumanlıydı ki insan önünü zor görebiliyordu. içerideki herkes bağırıyordu. ama bir bas ses bütün bu haykırışların üstüne çıkıyordu, bir çan sesi gibi hepsini bastırıyordu. o çan sesini işitmekle kalmadım, çan kulesini de gördüm, deyim yerindeyse. dev gibi bir çan kulesi.

sonra bizi tanıştırdılar. onun Mayakovski olduğunu söylediler. tabii onu ismen tanıyordum. o sırada rusça okuyamıyordum, ama adını biliyordum. daha o zamadan sovyetler birliği'nde çok tanınmış bir şairdi, ama sanırım tüm dünyada da, en azından edebi çevrelerde tanınıyordu. bizi tanıştırdıklarında 19 yaşımdaydım o sırada, beni genç bir türk şairi diye takdim ettiler. bana karşı o kadar sade bir içtenlik içinde davrandı ki, hemen gönlümü fethetti. sonra şiirlerinden birini söylemesini rica ettim. çünkü bizim devrimizde şiirler daha çok şarkı gibi okunurdu, büyük şairimiz Yahya Kemal'in stili böyleydi, her dize nostaljik ve oryantal bir şarkı gibi uzatılarak söylenirdi, çok neşeli şiirler bile biz söylediğimizde çok hüzünlü bir hal alırlardı.

Mayakovski şiirlerinden birini söylemeye başlayınca ki hiçbir şey anlamıyordum, kafama darbeler iniyor gibi oldu, enerji doluydu, çok dinamikti. o zaman birdenbire anladım ki o, bir merdiven çıkar gibi yazan bir şairdi; rusça bilmediğim için arkadaşlarımdan birine çevirmesini rica ettim. ama herhalde o da yeterince rusça bilmiyordu, bunun çevrilemez bir şey olduğunu söyledi. ama ben onun böyle yazdığını anlamıştım yine de, siz böyle mi yazıyorsunuz diye sordum, gülerek evet dedi.
5 /