star trek külliyatının yedinci, next generation fazının ilk filmi. 1994 yılında gösterime girmiş. david carson yönetmen. artık başrolde patrick stewart'ı izliyoruz, ama yanında william shatner da var.
olay şu; kötü bir eleman bir nexus'un içinden kurtarılıyor kaptan kirk sayesinde. sonra kaptan kirk ölüveriyor (ehe), film 80 sene sonrasına atlıyor. captain picard ile tanışıyoruz orada (tabi 7 sezondur dizide oynuyor bu karakteri patrik stewart). derken bir olaya gidiyorlar, yine kötü eleman orada. güneş müneş patlatıyor. amacı da o nexus'un içine girmek tekrardan. koşturmaca başlıyor.
kötü eleman dediğim dr. soran'ı da malcolm mcdowell oynuyor, ki döktürüyor. whoopi goldberg falan da var filmde. yeni karakterler de gayet güzel oturmuş, bir yapay zeka olan data'nın insanlaşma süreci gayet tatlış.
ama film açıkçası sıkıcı. zaten star trek filmlerinin en kötülerinden olarak gösteriliyor. ama güzel şeyler yok mu, var, mis gibi var; iki farklı enterprise kaptanı bir arada takılıyorlar bir yerden sonra. onların aralarında geçen diyaloglar falan gayet hoş. iki jenerasyonun bağlantı filmi olarak bakıldığında fazla göze bakmıyor.
ve tabi rip kaptan kirk. :(
star trek külliyatının sekizinci, next generation fazının ikinci filmi. 1996 yılında gösterime girmiş. aynı zamanda william riker'ı canlandıran jonathan frakes yönetmen bu sefer. başrolde patrick stewart devam.
olay şu; federasyon'un klingonlularla barışa geçip sevişmeleri üzerine, artık yeni bir düşman lazımdır. dizilerde baya üzerinden geçilmiş olan borg isimli cyborg ırkı filmleri ziyaret etmeye başlar sonuç olarak. işte federasyon'a saldırır bunlar falan; captain picard tez zamanda gelip durumu kurtarır, ama derken borglar zamanda yolculuk ederek dünyanın ilk dünya dışı varlıklarla temas ettiği zamana zıplarlar. amaç herşeyi daha başlamadan çökertmek çünkü. e durur mu enterprise yapıştırır cevabı, koşarlar borgların peşlerinden. olaylar gelişir.
film çok güzel bu sefer. next generation'ın en güzel filmlerinden. özellikle geçmişte yaşayıp acayip kahraman ve ulvi birisi olduğu düşünülen zefram cochrane'in alkolik bir rakçı olması falan tam bir ehe. james bond göndermeleri falan var ya hu, alanen hem de. utanmadan. alsjdbn. kaptan picard'ın kaptan ahab kafasında takılması ayrı güzel. björn borg muhabbeti dönüyor bi ara. göndermeler fena yani. data'ya ayrı bir selam çakıyorum ayrıca.
özel efektler falan da artık 21. yüzyıla yaklaşmış baya. maket falan hak getire. bizim şimdiki türk filmlerinden iyiler.
olay şu; federasyon'un klingonlularla barışa geçip sevişmeleri üzerine, artık yeni bir düşman lazımdır. dizilerde baya üzerinden geçilmiş olan borg isimli cyborg ırkı filmleri ziyaret etmeye başlar sonuç olarak. işte federasyon'a saldırır bunlar falan; captain picard tez zamanda gelip durumu kurtarır, ama derken borglar zamanda yolculuk ederek dünyanın ilk dünya dışı varlıklarla temas ettiği zamana zıplarlar. amaç herşeyi daha başlamadan çökertmek çünkü. e durur mu enterprise yapıştırır cevabı, koşarlar borgların peşlerinden. olaylar gelişir.
film çok güzel bu sefer. next generation'ın en güzel filmlerinden. özellikle geçmişte yaşayıp acayip kahraman ve ulvi birisi olduğu düşünülen zefram cochrane'in alkolik bir rakçı olması falan tam bir ehe. james bond göndermeleri falan var ya hu, alanen hem de. utanmadan. alsjdbn. kaptan picard'ın kaptan ahab kafasında takılması ayrı güzel. björn borg muhabbeti dönüyor bi ara. göndermeler fena yani. data'ya ayrı bir selam çakıyorum ayrıca.
özel efektler falan da artık 21. yüzyıla yaklaşmış baya. maket falan hak getire. bizim şimdiki türk filmlerinden iyiler.
star trek külliyatının altıncı filmi. 1991 yılında gösterime girmiş. star trek ii the wrath of khan'ın yönetmeni olan nicholas meyer tekrar yönetmenlik kolduğunda. william shatner, leonard nimoy falan her zamanki rollerinde.
bu sefer filmimiz büyük oyunu bozmak hakkında. şöyle ki; klingonluların en temel enerji kaynağını sağlayan gezegen patlıyor. e napacaklar şimdi, 50 senelik falan ömürleri kalmış. diyorlar ki biz barış yapalım artık federasyonla. kaptan kirk ve ekibi görevlendiriliyor barış görüşmeleri için; ama filmin film olabilmesi için işler ters gidiyor, ortaya paralel provokatörler çıkıyor. onlar bulunuyor falan, mutlu son. en politik star trek filmi diyebiliriz. soğuk savaş alegorisi tam olarak. ve açıkçası en güzel star trek filmlerinden biri.
öncelikle filmde bir değişiklik var, ekip tam anlamıyla ekip değil bur sefer. herkes oynuyor yine filmde ama sulu başka bir geminin kaptanı olarak takılıyor. afacan afacan bir arada değiller bu sefer. onun dışında efektler falan gayet güzel, haliyle artık maket gemi modasından çıkılmış. e yıl olmuş 1991.
filmin çok tırışka yerleri de var bu arada, koskoca enterprise'ın bir mürettebatının klingonca bilmemesi, koskoca doktorun bir gram klingon anatomisinden anlamaması falan tam bir ehe. zira filmin sonunda bütün herkesi 3 saniyede tutuklayan wanted kaptan kirk'e bi torba dolusu alkış geliyor falan.
bunlar dışında filmin en temel özelliği orjinal star trek ekibine ve enterprise'a veda filmi olması. william shatner, leonard nimoy, dr. leonard mckoy karakterini canlandıran deforest kelley, scotty'yi canlandıran james doohan, chekov'u canlandıran walter koenig, uhura'yı canlandıran nichelle nichols ve sulu'yu canlandıran george takei falan hep bay bay. filmin sonunda hep imzalarını bırakıp gidiyorlar. :(
bu sefer filmimiz büyük oyunu bozmak hakkında. şöyle ki; klingonluların en temel enerji kaynağını sağlayan gezegen patlıyor. e napacaklar şimdi, 50 senelik falan ömürleri kalmış. diyorlar ki biz barış yapalım artık federasyonla. kaptan kirk ve ekibi görevlendiriliyor barış görüşmeleri için; ama filmin film olabilmesi için işler ters gidiyor, ortaya paralel provokatörler çıkıyor. onlar bulunuyor falan, mutlu son. en politik star trek filmi diyebiliriz. soğuk savaş alegorisi tam olarak. ve açıkçası en güzel star trek filmlerinden biri.
öncelikle filmde bir değişiklik var, ekip tam anlamıyla ekip değil bur sefer. herkes oynuyor yine filmde ama sulu başka bir geminin kaptanı olarak takılıyor. afacan afacan bir arada değiller bu sefer. onun dışında efektler falan gayet güzel, haliyle artık maket gemi modasından çıkılmış. e yıl olmuş 1991.
filmin çok tırışka yerleri de var bu arada, koskoca enterprise'ın bir mürettebatının klingonca bilmemesi, koskoca doktorun bir gram klingon anatomisinden anlamaması falan tam bir ehe. zira filmin sonunda bütün herkesi 3 saniyede tutuklayan wanted kaptan kirk'e bi torba dolusu alkış geliyor falan.
bunlar dışında filmin en temel özelliği orjinal star trek ekibine ve enterprise'a veda filmi olması. william shatner, leonard nimoy, dr. leonard mckoy karakterini canlandıran deforest kelley, scotty'yi canlandıran james doohan, chekov'u canlandıran walter koenig, uhura'yı canlandıran nichelle nichols ve sulu'yu canlandıran george takei falan hep bay bay. filmin sonunda hep imzalarını bırakıp gidiyorlar. :(
star trek külliyatının beşinci filmi. 1989 yılında gösterime girmiş. aaa bu sefer de william shatner yönetmen. kendisi aynı rolde devam, leonard nimoy falan da her zamanki rolünde.
olay şu; bir tane efendime söyleyeyim terörist vulcanlı arkadaş var sybok adında. bu arkadaş asıl disiplini olması gereken mantık yerine duyguları seçmiş. kim olduğu sürprizli aynı zamanda. bu arkadaş birilerini kaçırıyor hipnotize ederek, kaptan kirk ve ekibi onu durdurmak için geliyorlar; derken başarısız olup vulcanlının kontrolünde galaksinin merkezine gitmeye başlıyorlar. bu vulcanlı orada 'tanrı'yı bulacağını düşünüyor. bir yandan da peşlerinde klingonlular. olaylar olaylar.
film dandik bu arada. bir ton saçmalık var. gerek şu ana kadar geçilmemiş galaksi merkez bariyerini lap diye geçmek olsun, gerekse bir ton uzaylı erkeği uhura'nın çıplak dans ederek kapana kıstırması olsun, yine gerekse star trek the motion picture gibi fena olmayan bir 'tanrı arayışı' filminden daha da kötü olsun; e haliyle dandik oluyor. ama izleniyor yine de, dandikliği seriye yakışmamasından kaynaklanıyor. yoksa çok çok kötü bir film değil.
olay şu; bir tane efendime söyleyeyim terörist vulcanlı arkadaş var sybok adında. bu arkadaş asıl disiplini olması gereken mantık yerine duyguları seçmiş. kim olduğu sürprizli aynı zamanda. bu arkadaş birilerini kaçırıyor hipnotize ederek, kaptan kirk ve ekibi onu durdurmak için geliyorlar; derken başarısız olup vulcanlının kontrolünde galaksinin merkezine gitmeye başlıyorlar. bu vulcanlı orada 'tanrı'yı bulacağını düşünüyor. bir yandan da peşlerinde klingonlular. olaylar olaylar.
film dandik bu arada. bir ton saçmalık var. gerek şu ana kadar geçilmemiş galaksi merkez bariyerini lap diye geçmek olsun, gerekse bir ton uzaylı erkeği uhura'nın çıplak dans ederek kapana kıstırması olsun, yine gerekse star trek the motion picture gibi fena olmayan bir 'tanrı arayışı' filminden daha da kötü olsun; e haliyle dandik oluyor. ama izleniyor yine de, dandikliği seriye yakışmamasından kaynaklanıyor. yoksa çok çok kötü bir film değil.
star trek külliyatının dördüncü filmi. 1986 yılında gösterime girmiş. leonard nimoy yine yönetmenlik koltuğunda. william shatner, ve aynı zamanda mr. spock rolündeki leonard nimoy falan her zamanki rollerinde.
olay şu; star trek iii the search for spock filminin sonunda tekrar mr. spock'a kavuşan ekip, dünyaya geri dönmeye karar verirler. ama tabi mr. spock'u kurtaracağız derken bir ton yasa çiğnemişlerdir, o yüzden eve bir kahraman edasıyla dönmelidirler. yoksa hapis mapis. tabi hollywood durur mu, olaya el atar; ansızın uzak galaksilerden gelen dev bir uydu ortaya çıkıverir. bu uydu bir mesaj yayar etrafa, ama mesaj bütün dünyanın ağzına sıçar frekans bilmemnesinden ötürü. meğersem 23. yüzyılda artık nesli tükenmiş olan kambur balinalara çağrı yapıyormuş o uydu. e haliyle atılgan ve ekibi de geçmişe yolculuk yapıp kambur balina getirmeye çalışırlar kendi zamanlarına.
alksjdn böyle yazınca biraz komik durdu, ki komik hakikaten; ama film özünde hoş baya. öncelikle 1986 senesinin san francisco'sunda geçiyor çoğu sahne, baya komedi dönüyor ortalıkta. onun dışında verilen mesaj da gayet başarılı. ki bir bilimkurgu filmi olarak balina avcılığı temasını bu kadar güzel çekmesine de helal olsun.
onun dışında önceki filmlerle güzel bağlanmış, kambur balina olayı çok saçma durmamış. mr. spock'un küfür etmeyi öğrenmesi apayrı bir komedi. serinin en neşeli filmlerinden yani.
olay şu; star trek iii the search for spock filminin sonunda tekrar mr. spock'a kavuşan ekip, dünyaya geri dönmeye karar verirler. ama tabi mr. spock'u kurtaracağız derken bir ton yasa çiğnemişlerdir, o yüzden eve bir kahraman edasıyla dönmelidirler. yoksa hapis mapis. tabi hollywood durur mu, olaya el atar; ansızın uzak galaksilerden gelen dev bir uydu ortaya çıkıverir. bu uydu bir mesaj yayar etrafa, ama mesaj bütün dünyanın ağzına sıçar frekans bilmemnesinden ötürü. meğersem 23. yüzyılda artık nesli tükenmiş olan kambur balinalara çağrı yapıyormuş o uydu. e haliyle atılgan ve ekibi de geçmişe yolculuk yapıp kambur balina getirmeye çalışırlar kendi zamanlarına.
alksjdn böyle yazınca biraz komik durdu, ki komik hakikaten; ama film özünde hoş baya. öncelikle 1986 senesinin san francisco'sunda geçiyor çoğu sahne, baya komedi dönüyor ortalıkta. onun dışında verilen mesaj da gayet başarılı. ki bir bilimkurgu filmi olarak balina avcılığı temasını bu kadar güzel çekmesine de helal olsun.
onun dışında önceki filmlerle güzel bağlanmış, kambur balina olayı çok saçma durmamış. mr. spock'un küfür etmeyi öğrenmesi apayrı bir komedi. serinin en neşeli filmlerinden yani.
star trek külliyatının üçüncü filmi. 1984 yılında gösterime girmiş. aaa bu sefer leonard nimoy yönetmen. william shatner, ve bu sefer yönetmenliğe oturan leonard nimoy falan her zamanki rollerinde.
olay şu; artık filmin çıkmasının üzerinden 32 yıl geçtiği için spoiler falan hak getire, star trek ii the wrath of khan filminde hayata gözlerini yuman mr. spock'ı hayata döndürme çabası içerisindeyiz. işte efendime söyleyeyim zihni mccoy'un bedenine sıkışmış, bedeni ise genesis projesi olan gezegende tekrardan büyümeye başlamış falan. açıkçası çok batmadı hikaye. mr. spock'u döndürmek istemişler, döndürmüşler mis gibi. olduğu kadar artık. dizi bölümü tadında film.
onun dışında görsel efektler falan şaşırtıcı derecede ilk iki filme nazaran çok daha iyi. yani ilk film çıkalı 5 sene olmuş daha, bizim nesilimiz bile bu kadar ilerlemeyi bir çırpıda yaşamadı muhtemelen. mesela bir gezegen havaya uçma sahnesi var, yani death star'ın bödöf diye tüpmüş gibi patlamasının yanında baya iyi kalıyor. gerçi bu filmden itibaren bir 10 sene aşağı yukarı görsel efektler aynı kafada devam ediyor.
sonracıma, şu olay çok hoşuma gitti: ikinci filmde güdülen kaygı 'çoğunluğun azınlıktan daha önemli olması' idi. yani çoğunluğu kurtarmak için mr. spock ölebilirdi. şimdi ise bu durum tam tersine dönmüş, 'bir kişi çoğunluktan daha önemlidir'e evrilmiş konu. ve mr. spock geri dönüyor böylece. bilemedim ya, çoğu insan beğenmemiş ama, bence fena değil film.
he bi de back to the future'ın dr. emmett l. brown'ı olan christopher lloyd burada kötü adamı canlandırıyor.
olay şu; artık filmin çıkmasının üzerinden 32 yıl geçtiği için spoiler falan hak getire, star trek ii the wrath of khan filminde hayata gözlerini yuman mr. spock'ı hayata döndürme çabası içerisindeyiz. işte efendime söyleyeyim zihni mccoy'un bedenine sıkışmış, bedeni ise genesis projesi olan gezegende tekrardan büyümeye başlamış falan. açıkçası çok batmadı hikaye. mr. spock'u döndürmek istemişler, döndürmüşler mis gibi. olduğu kadar artık. dizi bölümü tadında film.
onun dışında görsel efektler falan şaşırtıcı derecede ilk iki filme nazaran çok daha iyi. yani ilk film çıkalı 5 sene olmuş daha, bizim nesilimiz bile bu kadar ilerlemeyi bir çırpıda yaşamadı muhtemelen. mesela bir gezegen havaya uçma sahnesi var, yani death star'ın bödöf diye tüpmüş gibi patlamasının yanında baya iyi kalıyor. gerçi bu filmden itibaren bir 10 sene aşağı yukarı görsel efektler aynı kafada devam ediyor.
sonracıma, şu olay çok hoşuma gitti: ikinci filmde güdülen kaygı 'çoğunluğun azınlıktan daha önemli olması' idi. yani çoğunluğu kurtarmak için mr. spock ölebilirdi. şimdi ise bu durum tam tersine dönmüş, 'bir kişi çoğunluktan daha önemlidir'e evrilmiş konu. ve mr. spock geri dönüyor böylece. bilemedim ya, çoğu insan beğenmemiş ama, bence fena değil film.
he bi de back to the future'ın dr. emmett l. brown'ı olan christopher lloyd burada kötü adamı canlandırıyor.
birkaç tane oldukça yararlı olduğunu düşündüğüm teknik var.
- öncelikle foto; öğrenmemiz gereken şeyi beynimizde bir fotoğraf ile ilişkilendiriyoruz. sonra atıyorum golgi cisimciği mi ne öğreniyorsak, öğrendiğimiz şeyleri yine fotoğrafa ekliyoruz kendimizce görüntülerle. baya hoş, ama öğrenilmesi gereken çok fazla şey varsa biraz zor.
- kategorileştirme. beyin direk yardımcı oluyor bu konuda zaten. en çok kullanılması gerekenlerden.
- pegward sistemi denen bir nane var, o da tatlış. bunda da zaten bildiğiniz bir 'liste', 'kategori' falan bunlara öğrendiklerimizi bağlıyoruz. misal domates biber patlıcan. bunun sıralamasını da unutmayız, kendilerini de unutmayız. atıyorum 3 tane hıyar latince kelime öğrenmemiz gerekiyor, domates'e biber'e patlıcan'a ayrı ayrı bağlayıp sonsuza dek beynimizde tutabiliyoruz.
- benim en sevdiğim; loci metodu. bu biraz sherlock'taki 'mind palace' denilen şeye benziyor. öğrenilmesi gereken, akılda tutulması gereken şeyleri; atıyorum her gün eve dönerken istisnasız gördüğümüz şeylere bağlıyoruz. köşeyi dönerken gördüğümüz çiğ köfteciye bir konu, biraz ilerideki yol ayrımındaki butik bir konu, onun ilerisindeki kırılmış sokak lambasına başka bir konu, falan filan. baya hoş bir metod açıkçası bu.
tabi bunlar daha çok öğrenme odaklı metodlar. safi ezber için apayrı şeyler var, dünya ezber şampiyonlarının kullandığı çok çılgın teknikler falan var. var anasını var.
- öncelikle foto; öğrenmemiz gereken şeyi beynimizde bir fotoğraf ile ilişkilendiriyoruz. sonra atıyorum golgi cisimciği mi ne öğreniyorsak, öğrendiğimiz şeyleri yine fotoğrafa ekliyoruz kendimizce görüntülerle. baya hoş, ama öğrenilmesi gereken çok fazla şey varsa biraz zor.
- kategorileştirme. beyin direk yardımcı oluyor bu konuda zaten. en çok kullanılması gerekenlerden.
- pegward sistemi denen bir nane var, o da tatlış. bunda da zaten bildiğiniz bir 'liste', 'kategori' falan bunlara öğrendiklerimizi bağlıyoruz. misal domates biber patlıcan. bunun sıralamasını da unutmayız, kendilerini de unutmayız. atıyorum 3 tane hıyar latince kelime öğrenmemiz gerekiyor, domates'e biber'e patlıcan'a ayrı ayrı bağlayıp sonsuza dek beynimizde tutabiliyoruz.
- benim en sevdiğim; loci metodu. bu biraz sherlock'taki 'mind palace' denilen şeye benziyor. öğrenilmesi gereken, akılda tutulması gereken şeyleri; atıyorum her gün eve dönerken istisnasız gördüğümüz şeylere bağlıyoruz. köşeyi dönerken gördüğümüz çiğ köfteciye bir konu, biraz ilerideki yol ayrımındaki butik bir konu, onun ilerisindeki kırılmış sokak lambasına başka bir konu, falan filan. baya hoş bir metod açıkçası bu.
tabi bunlar daha çok öğrenme odaklı metodlar. safi ezber için apayrı şeyler var, dünya ezber şampiyonlarının kullandığı çok çılgın teknikler falan var. var anasını var.
yaşımdan ötürü, beatles benim için sadece 'efsane bir grup'tur. 80 ve 90 kuşağı beatles'a saygı duyar, kimi şarkılarında kendinden geçer. ama tabi beatles bizim için yaşayamadığımız döneme ve o dönemi yaşayanlara bir saygı duruşudur en fazla.
yani manyakça bir the beatles aşkına kapılamadı benim kuşağım. böyle bir aşkın olduğunu bile bilmiyordum açıkçası. tahmin edemezdim.
douglas adams diyor ki:
"onlar beynimin içine onu infilak ettiren bir tohum ekmişti. her dokuz ayda bir yeni bir albüm çıkarıyorlardı ve bu albüm yeri göğü sarsarak onları bir önce bulundukları noktadan daha da ileri götürüyordu. onlar konusunda öylesine takıntılıydık ki, penny lane piyasaya çıkıp da biz henüz radyoda duyma fırsatı bulamadan onu dinlemiş olan bir çocuğu, melodisini bize mırıldanmayı kabul edene kadar dövmüştük."
öeh amk.
yani manyakça bir the beatles aşkına kapılamadı benim kuşağım. böyle bir aşkın olduğunu bile bilmiyordum açıkçası. tahmin edemezdim.
douglas adams diyor ki:
"onlar beynimin içine onu infilak ettiren bir tohum ekmişti. her dokuz ayda bir yeni bir albüm çıkarıyorlardı ve bu albüm yeri göğü sarsarak onları bir önce bulundukları noktadan daha da ileri götürüyordu. onlar konusunda öylesine takıntılıydık ki, penny lane piyasaya çıkıp da biz henüz radyoda duyma fırsatı bulamadan onu dinlemiş olan bir çocuğu, melodisini bize mırıldanmayı kabul edene kadar dövmüştük."
öeh amk.
star trek külliyatının ikinci filmi. 1982 yılında gösterime girmiş. nicholas meyer yönetmen. william shatner, leonard nimoy falan her zamanki rollerinde.
öncelikle fun fact: filmin adı revenge of khan olcakmış. ama o sene vizyona girecek olan star wars filminin adını george lucas revenge of the jedi olarak belirlemiş. önce star trek, yalan olmayalım diye değiştirmiş; sonra star wars aa bu daha güzelmiş diyip return of the jedi yapmış. ehe.
onun dışında olay, khan'ın kaptan kirk'ten intikam almaya çalışması üzerine. kaptan zamanında bunu bir yere göndermişmiş, orada khan'ın karısı ölmüşmüş, falan. motivasyon baya klişe. ama güzel bir film olmuş özünde. maketler daha az ve daha güzel gösterilmiş, uzay gemisi savaşı bile var. aksiyon var bol bol. kirk'ün çocuğu var, kirk şok. star trek serisinin en güzel filmlerinden biri olarak görülüyor film. sonu sürprizli yine.
bu arada khan ve kankileri bir glam metal klibinden fırlamış gibiler. alksdn açıkçası filmi izlemek için bu bile yeter.
öncelikle fun fact: filmin adı revenge of khan olcakmış. ama o sene vizyona girecek olan star wars filminin adını george lucas revenge of the jedi olarak belirlemiş. önce star trek, yalan olmayalım diye değiştirmiş; sonra star wars aa bu daha güzelmiş diyip return of the jedi yapmış. ehe.
onun dışında olay, khan'ın kaptan kirk'ten intikam almaya çalışması üzerine. kaptan zamanında bunu bir yere göndermişmiş, orada khan'ın karısı ölmüşmüş, falan. motivasyon baya klişe. ama güzel bir film olmuş özünde. maketler daha az ve daha güzel gösterilmiş, uzay gemisi savaşı bile var. aksiyon var bol bol. kirk'ün çocuğu var, kirk şok. star trek serisinin en güzel filmlerinden biri olarak görülüyor film. sonu sürprizli yine.
bu arada khan ve kankileri bir glam metal klibinden fırlamış gibiler. alksdn açıkçası filmi izlemek için bu bile yeter.
brian k. vaughan'ın efsanevi çizgi romanı. fiona staples çiziyor.
brian vaughan'ı ben y the last man ile tanımıştım, bu çalışması ise onu bile aşmış gibi duruyor.
olay şu; birbiriyle ezelden beri savaş halinde olan bir dünya ve onun ayı var. iki taraf da farklı ırklardan oluşuyor. zamanında birşeyden savaş çıkmış, ama birbirlerine tüm güçleriyle saldırırlarsa iki tarafın da yörüngeden çıkacağını farketmişler. ama savaşmak kadar, nefret kadar güzel şey var mı? başka gezegenlerde koloni, karakol kurup oralarda savaşmaya devam etmişler. galaksinin ağzına sıçmışlar.
birbirlerinden neden nefret ettiğini bile bilmeyen, ama şuursuzmuşçasına savaşan iki grubun hikayesi yani bu. ehe.
neyse efendim, bu savaşın ortasında bir romeo ve juliet masalı dinliyoruz. iki er, aşık oluyorlar, kaçıyorlar, çocuk sahibi oluyorlar. çocuğun doğmasından itibaren başlıyor hikaye, onun gözünden görüyoruz çünkü. he bu arada, bu iki ırkın daha önce birlikte hiç çocuğu olmamış. tıbben imkansız deniliyormuş çünkü.
on numero bir bilimkurgu çizgi romanı özünde. okuyun, okutturun. marmara çizgi'den ilk 4 cilti türkçeye çevrilmiş. devamı da gelecek imiş.
brian vaughan'ı ben y the last man ile tanımıştım, bu çalışması ise onu bile aşmış gibi duruyor.
olay şu; birbiriyle ezelden beri savaş halinde olan bir dünya ve onun ayı var. iki taraf da farklı ırklardan oluşuyor. zamanında birşeyden savaş çıkmış, ama birbirlerine tüm güçleriyle saldırırlarsa iki tarafın da yörüngeden çıkacağını farketmişler. ama savaşmak kadar, nefret kadar güzel şey var mı? başka gezegenlerde koloni, karakol kurup oralarda savaşmaya devam etmişler. galaksinin ağzına sıçmışlar.
birbirlerinden neden nefret ettiğini bile bilmeyen, ama şuursuzmuşçasına savaşan iki grubun hikayesi yani bu. ehe.
neyse efendim, bu savaşın ortasında bir romeo ve juliet masalı dinliyoruz. iki er, aşık oluyorlar, kaçıyorlar, çocuk sahibi oluyorlar. çocuğun doğmasından itibaren başlıyor hikaye, onun gözünden görüyoruz çünkü. he bu arada, bu iki ırkın daha önce birlikte hiç çocuğu olmamış. tıbben imkansız deniliyormuş çünkü.
on numero bir bilimkurgu çizgi romanı özünde. okuyun, okutturun. marmara çizgi'den ilk 4 cilti türkçeye çevrilmiş. devamı da gelecek imiş.
star trek külliyatının ilk filmi. 1979 yılında gösterime girmiş. robert wise yönetmen. william shatner, leonard nimoy falan her zamanki rollerinde.
lan ben bu filmi unutmuşum. hatırladığım kadarıyla meh kıvamında, türk dizisi gibi bir filmdi. star trek'ti falan ama, o kadardı, başka bir olayı yoktu. varmış lan. valla varmış. varoluşunu sorgulayan bir yapay zeka varmış. çözümü insan duygularında bulmak varmış. baya hoş filmmiş aslında.
ama tabi bir yandan da 1979'da çıkan bir bilimkurgu filmi. haliyle her yer maket, o maketleri göstermek için ayrılan 5 dakikalık süreler feci bayıyor. ama özünde, fikir bazında baya dolu bir film imiş. mr. spock'un falan da kendi iç çatışması işleniyor bir yandan. kaptan kirk bir yandan egosunu yenmeye uğraşıyor. ilia'nın kim vurduya gitmesine kurban. sonu da sürprizli.
lan ben bu filmi unutmuşum. hatırladığım kadarıyla meh kıvamında, türk dizisi gibi bir filmdi. star trek'ti falan ama, o kadardı, başka bir olayı yoktu. varmış lan. valla varmış. varoluşunu sorgulayan bir yapay zeka varmış. çözümü insan duygularında bulmak varmış. baya hoş filmmiş aslında.
ama tabi bir yandan da 1979'da çıkan bir bilimkurgu filmi. haliyle her yer maket, o maketleri göstermek için ayrılan 5 dakikalık süreler feci bayıyor. ama özünde, fikir bazında baya dolu bir film imiş. mr. spock'un falan da kendi iç çatışması işleniyor bir yandan. kaptan kirk bir yandan egosunu yenmeye uğraşıyor. ilia'nın kim vurduya gitmesine kurban. sonu da sürprizli.
açılımı 'massive open online course' olan nane. artık baya da büyümüş durumda.
harvard'dan, prinston'dan mit'den falan ders mi almak istiyorsunuz? alın. beleş. kimilerinin türkçe altyazısı bile var. en son koç üniversitesi bile birkaç tane ders koymuştu. baya büyüdü olay, aradığınız bütün dersi bulabiliyorsunuz.
sadece bunlara takılarak bile bizim üniversitelerden çok daha iyi bir eğitim almak mümkün. bazı derslerin de sertifika ya da diploma olayı var belli bir ücret karşılığında. ama tabi hiç uğraşmayıp bedavadan sadece takılabilir de insan.
şu an için en popileri coursera ve edx.
harvard'dan, prinston'dan mit'den falan ders mi almak istiyorsunuz? alın. beleş. kimilerinin türkçe altyazısı bile var. en son koç üniversitesi bile birkaç tane ders koymuştu. baya büyüdü olay, aradığınız bütün dersi bulabiliyorsunuz.
sadece bunlara takılarak bile bizim üniversitelerden çok daha iyi bir eğitim almak mümkün. bazı derslerin de sertifika ya da diploma olayı var belli bir ücret karşılığında. ama tabi hiç uğraşmayıp bedavadan sadece takılabilir de insan.
şu an için en popileri coursera ve edx.
bill willingham'ın özene bözene yazdığı çizgi roman. once upon a time isimli dandik dizinin de ilham kaynağı.
diziyi izleyen zaten biliyordur, olay masal kahramanlarının dünyamıza gelmesi. tabi burada durumu dizidekine nazaran çok daha güzel yapmışlar.
işgalci isimli bir arkadaş bütün paralel dünyaları ele geçirmeye çalışıyor. bunu başarıyor da, kimse onun ve ordusunun nereden geldiğini bilmiyor. kahramanlar da dünyalarından kopup bizim dünyamıza geliyor. geldikleri yıl 500'lü yıllar falan. yani günümüz dünyasındaki bütün masallar bu kahramanların kendilerinden türetilmiş gibi lanse ediliyor direk. bu kısmını baya güzel yapmışlar.
neyse efendim, işte olaylar gelişiyor. pamuk prenses'in, yakışıklı prensin, dev katili jack'in, üç küçük domuzcuğun ayrı ayrı ve birlikte yaşadığı hikayeleri okuyoruz günümüz dünyasında.
gayet magic realist, +18, tatlış mı tatlış bir çizgi roman yani.
arka bahçe yayıncılıktan 8-9 cilt türkçeye çevrilmiş, daha 20 küsura kadar yolu var sanırım. insanlar sandman'le falan karşılaştırıyor bunu. iyidir yani.
diziyi izleyen zaten biliyordur, olay masal kahramanlarının dünyamıza gelmesi. tabi burada durumu dizidekine nazaran çok daha güzel yapmışlar.
işgalci isimli bir arkadaş bütün paralel dünyaları ele geçirmeye çalışıyor. bunu başarıyor da, kimse onun ve ordusunun nereden geldiğini bilmiyor. kahramanlar da dünyalarından kopup bizim dünyamıza geliyor. geldikleri yıl 500'lü yıllar falan. yani günümüz dünyasındaki bütün masallar bu kahramanların kendilerinden türetilmiş gibi lanse ediliyor direk. bu kısmını baya güzel yapmışlar.
neyse efendim, işte olaylar gelişiyor. pamuk prenses'in, yakışıklı prensin, dev katili jack'in, üç küçük domuzcuğun ayrı ayrı ve birlikte yaşadığı hikayeleri okuyoruz günümüz dünyasında.
gayet magic realist, +18, tatlış mı tatlış bir çizgi roman yani.
arka bahçe yayıncılıktan 8-9 cilt türkçeye çevrilmiş, daha 20 küsura kadar yolu var sanırım. insanlar sandman'le falan karşılaştırıyor bunu. iyidir yani.
bir nörolojik hastalık.
kişi, sadece bir (1) obje görebilmekte görüş sahasında. 2.sini algılayamıyor beyin. elma görüyor misal, yanına bir kalem koyduğunuzda beyin ikisinden birini seçmek zorunda kalıyor.
bu, optic ataxia, ve optic apraxia; balint sendromu denen çılgın hastalığı oluşturuyor.
kişi, sadece bir (1) obje görebilmekte görüş sahasında. 2.sini algılayamıyor beyin. elma görüyor misal, yanına bir kalem koyduğunuzda beyin ikisinden birini seçmek zorunda kalıyor.
bu, optic ataxia, ve optic apraxia; balint sendromu denen çılgın hastalığı oluşturuyor.
bir başka nörolojik hastalık.
bu arkadaş ise sizin gördüğünüz nesneyi tutmanızı, ona uzanmanızı engelliyor.
bu, simultanagnosia, ve optic apraxia; balint sendromu denen çılgın hastalığı oluşturuyor.
bu arkadaş ise sizin gördüğünüz nesneyi tutmanızı, ona uzanmanızı engelliyor.
bu, simultanagnosia, ve optic apraxia; balint sendromu denen çılgın hastalığı oluşturuyor.
adı aynı zamanda oculomotor apraxia olan nörolojik hastalık.
kişi göz hareketlerini kendi isteğine göre sabitleyemiyor, istediği yere bakamıyor. kontrol edemiyor büyük ölçüde.
bu, simultanagnosia, ve optic ataxia; balint sendromu denen çılgın hastalığı oluşturuyor.
kişi göz hareketlerini kendi isteğine göre sabitleyemiyor, istediği yere bakamıyor. kontrol edemiyor büyük ölçüde.
bu, simultanagnosia, ve optic ataxia; balint sendromu denen çılgın hastalığı oluşturuyor.
3 tane belirtisi olan sendrom.
birincisi, kişinin göz hareketlerini kontrol edememesi. (optic apraxia)
ikincisi, istenilen objeye uzanamama. (optic ataxia)
üçüncüsü, ortada 2 nesne varsa bunlardan yalnızca birini algılayabilme. (simultanagnosia)
birincisi, kişinin göz hareketlerini kontrol edememesi. (optic apraxia)
ikincisi, istenilen objeye uzanamama. (optic ataxia)
üçüncüsü, ortada 2 nesne varsa bunlardan yalnızca birini algılayabilme. (simultanagnosia)
rick remender'ın yazdığı, matteo scalera'nın da mis gibi çizdiği çizgi/grafik roman serisi. arka bahçe yayıncılık türkçeye çevirip basmış ilk sayısını; adı kara bilim.
valla açıkçası bir çizgi roman manyağı olarak, süper kahraman muhabbeti olmayan her çizgi romana ayrı bir sempatim var. aynı şekilde chew, y the last man falan, bunlar asıl doyuruculuğu veriyor.
paralel evren yolculuğu temasında bir hikayesi var, insanlığı sonsuza dek kurtarabilmek adına anarşist bilimadamları isimli bir ekip paralel evrenlerde bık bık yolculuk ediyorlar. tabi birşeyler ters gidiyor, insanlar ölüyor falan. hikayenin anlatış tarzı falan ayrı süper bu arada. bu dediklerim oluyor ama, her saniye ayrı bir sürükleyicilikle gidiyor hikaye.
valla açıkçası bir çizgi roman manyağı olarak, süper kahraman muhabbeti olmayan her çizgi romana ayrı bir sempatim var. aynı şekilde chew, y the last man falan, bunlar asıl doyuruculuğu veriyor.
paralel evren yolculuğu temasında bir hikayesi var, insanlığı sonsuza dek kurtarabilmek adına anarşist bilimadamları isimli bir ekip paralel evrenlerde bık bık yolculuk ediyorlar. tabi birşeyler ters gidiyor, insanlar ölüyor falan. hikayenin anlatış tarzı falan ayrı süper bu arada. bu dediklerim oluyor ama, her saniye ayrı bir sürükleyicilikle gidiyor hikaye.
çin odası deneyi mealinde çevirdiğimiz deney.
john searle tarafından düşünülmüş, çok kısa, öz, ama alan turing'in yapay zeka kavramını açıkçası yerle bir eden bir deney.
olay şu; kendimizi bir odada hayal ediyoruz. odada instruction book var bir tane. bir de bir ton hazır çince yazıların olduğu kağıtlar. odanın dışında da hakiki bir çinli arkadaş var. o arkadaş küçük küçük notlar atıyor kapının altından. biz de instruction book'a ve elimizdeki çince yazılara göre cevap gönderiyoruz. böylece, kapının dışındaki arkadaş hakikaten çinli biriyle konuştuğunu düşünebiliyor.
önemli olan da onun böyle düşünebilmesi zaten. çünkü turing abi diyordu ki; eğer bir bilgisayar programı, bir insanı onunla gerçekten iletişim kurduğuna ikna edebilirse, o program düşünme yetisine sahiptir.
çin odası deneyi ise şunu gösteriyor ki; program düşünmez, sadece simülasyonunu gerçekleştirebilir. ve bu sayede karşısındakini iletişim kurduğuna ikna edebilir. ta tan.
john searle tarafından düşünülmüş, çok kısa, öz, ama alan turing'in yapay zeka kavramını açıkçası yerle bir eden bir deney.
olay şu; kendimizi bir odada hayal ediyoruz. odada instruction book var bir tane. bir de bir ton hazır çince yazıların olduğu kağıtlar. odanın dışında da hakiki bir çinli arkadaş var. o arkadaş küçük küçük notlar atıyor kapının altından. biz de instruction book'a ve elimizdeki çince yazılara göre cevap gönderiyoruz. böylece, kapının dışındaki arkadaş hakikaten çinli biriyle konuştuğunu düşünebiliyor.
önemli olan da onun böyle düşünebilmesi zaten. çünkü turing abi diyordu ki; eğer bir bilgisayar programı, bir insanı onunla gerçekten iletişim kurduğuna ikna edebilirse, o program düşünme yetisine sahiptir.
çin odası deneyi ise şunu gösteriyor ki; program düşünmez, sadece simülasyonunu gerçekleştirebilir. ve bu sayede karşısındakini iletişim kurduğuna ikna edebilir. ta tan.
beynin broca bölgesinde bir hasar (felç, inme vs. sonucu) oluşmasından ötürü ortaya çıkan beyin hastalığı.
konuşma üretimini sağlayamamasına yol açar insanın. insan anlayabilir, yazabilir, mesajlaşabilir, ama konuşurken bir türlü kelimeleri-cümleleri toparlayamaz. kendini ifade edemez konuşmasıyla.
konuşma üretimini sağlayamamasına yol açar insanın. insan anlayabilir, yazabilir, mesajlaşabilir, ama konuşurken bir türlü kelimeleri-cümleleri toparlayamaz. kendini ifade edemez konuşmasıyla.
beynin wernicke bölgesinde bir hasar (felç, inme vs. sonucu) oluşmasından ötürü ortaya çıkan beyin hastalığı.
bu sefer sıkıntı, konuşmayı algılama ve kavramada. kendi konuşmasını tabi. yine konuşma üretimi sağlanamıyor, ancak hasta bunun farkında değil. abuk subuk manasız şeyler söylüyor. kendisinin konuştuğunu zannediyor. karşısındakini algılıyor, ona cevap olarak 'hebele' diye cevap veriyor.
hodor'un hastalığıdır bu ayrıca.
bu sefer sıkıntı, konuşmayı algılama ve kavramada. kendi konuşmasını tabi. yine konuşma üretimi sağlanamıyor, ancak hasta bunun farkında değil. abuk subuk manasız şeyler söylüyor. kendisinin konuştuğunu zannediyor. karşısındakini algılıyor, ona cevap olarak 'hebele' diye cevap veriyor.
hodor'un hastalığıdır bu ayrıca.
dünyanın en mağdur, en ezik, en kıyamam amk şarkılarından biri.
ama bir o kadar da en samimi şarkılardan biri. in morrissey we trust.
ama bir o kadar da en samimi şarkılardan biri. in morrissey we trust.
acayip değişik bir kafada yazılmış çizgi roman. yazarı john layman, çizeri rob guillory.
şimdi olay şu; dünyada kuş gribi salgını olmuş bir tane, milyonlarca insancağız ölüvermiş. devletler de çareyi tavuk üretimini-tüketimini yasaklamakta bulmuşlar.
e böyle olunca tabi tavuk kanadının karaborsası da oluyor, torbacısı da oluyor. e haliyle sadece tavuk suçlarını önlemek adına bir teşkilat da kuruluyor. ve bu teşkilat dünyanın en güçlü örgütü haline geliyor. asldjkn.
başkahramanımız tony chu isimli bir arkadaş. onun olayı da şöyle anlatılıyor;
'tony chu sibopatiktir. yani bir elmadan ufak bir ısırık aldığında o elmanın hangi ağaçta yetiştiği, mahsulde hangi tarım ilaçlarının kullanıldığı ve hasadın ne zaman toplandığı hakkında kafasında bir imgelem oluşur.
ya da bir hamburger yediğinde bambaşka şeyler görebilir.'
yani acayip güçlü bir teşkilatta çalışan bir sibopatın hikayesini anlatıyor bu çizgi roman. şimdi bu adam dedektif olursa ne olur? bazı kanıtlara bazı şeyleri yiyerek ulaşabilir.
midesi kaldırmayan asla okumasın. ama müthiş bir çizgi romandır kendileri.
şimdi olay şu; dünyada kuş gribi salgını olmuş bir tane, milyonlarca insancağız ölüvermiş. devletler de çareyi tavuk üretimini-tüketimini yasaklamakta bulmuşlar.
e böyle olunca tabi tavuk kanadının karaborsası da oluyor, torbacısı da oluyor. e haliyle sadece tavuk suçlarını önlemek adına bir teşkilat da kuruluyor. ve bu teşkilat dünyanın en güçlü örgütü haline geliyor. asldjkn.
başkahramanımız tony chu isimli bir arkadaş. onun olayı da şöyle anlatılıyor;
'tony chu sibopatiktir. yani bir elmadan ufak bir ısırık aldığında o elmanın hangi ağaçta yetiştiği, mahsulde hangi tarım ilaçlarının kullanıldığı ve hasadın ne zaman toplandığı hakkında kafasında bir imgelem oluşur.
ya da bir hamburger yediğinde bambaşka şeyler görebilir.'
yani acayip güçlü bir teşkilatta çalışan bir sibopatın hikayesini anlatıyor bu çizgi roman. şimdi bu adam dedektif olursa ne olur? bazı kanıtlara bazı şeyleri yiyerek ulaşabilir.
midesi kaldırmayan asla okumasın. ama müthiş bir çizgi romandır kendileri.
60'lı yıllarda amerika'da kurgu bir folk müzisyeninin hayatından bir kesit anlatan coen kardeşler filmi.
başrolde oscar isaac var, yan rollerde çılgın çılgın insanlar var; justin timberlake, carey mulligan, john goodman, garrett hedlund falan arada sırada muhabbete girip kaçıyorlar. girls dizisinden birkaç tane oyuncu da var ortalıkta. on numero oynamış hepsi. justin bile on numero.
llewyn davis isimli müzisyen abi tam bir kaybeden. öyle böyle değil. ne yapsa sıçıyor; evi yok barkı yok, parası yok, kaldığı evlerden birinin kedisini bile kaybediyor. şanssızlık ve ezikliğin birleşimi adam. bir yandan da hayvani bir müzisyen, folk müziği hissettire hissettire veriyor insana. ama tabi şanssızlık, eziklik, bir türlü istediği yere ulaşamıyor, hep birşeyler ters gidiyor. hoş gerçi adamın bir yere ulaşmak gibi bir gayesi de yok, adam sadece müziğini icra etmek istiyor, ideallerini gerçekleştirmek istiyor. bir yerden sonra da 'ulan sikerim böyle işi' diyor. dramayı hakkaniyetle yaşatıyor film resmen.
mağlubiyet, tam olarak bu olay.
coen kardeşler bu filmi ticari bir kaygıyla çekmediler diye düşünüyorum bu arada, kendi zevklerine göre yapılmış gibi duruyor. zira izleyen çoğu insan 'coen' markasına yakıştıramamış filmi. sıkıcı diyen çok.
film için sistem eleştirisi falan da diyen var bu arada. sembolik anlatımla he, evet, bi iki yerde buna yorulacak şeyler olmasına rağmen açıkçası bu film bir drama filmi.
müzik filmi; belki de ucundan bir 'yol' filmi. gayet de güzel film.
başrolde oscar isaac var, yan rollerde çılgın çılgın insanlar var; justin timberlake, carey mulligan, john goodman, garrett hedlund falan arada sırada muhabbete girip kaçıyorlar. girls dizisinden birkaç tane oyuncu da var ortalıkta. on numero oynamış hepsi. justin bile on numero.
llewyn davis isimli müzisyen abi tam bir kaybeden. öyle böyle değil. ne yapsa sıçıyor; evi yok barkı yok, parası yok, kaldığı evlerden birinin kedisini bile kaybediyor. şanssızlık ve ezikliğin birleşimi adam. bir yandan da hayvani bir müzisyen, folk müziği hissettire hissettire veriyor insana. ama tabi şanssızlık, eziklik, bir türlü istediği yere ulaşamıyor, hep birşeyler ters gidiyor. hoş gerçi adamın bir yere ulaşmak gibi bir gayesi de yok, adam sadece müziğini icra etmek istiyor, ideallerini gerçekleştirmek istiyor. bir yerden sonra da 'ulan sikerim böyle işi' diyor. dramayı hakkaniyetle yaşatıyor film resmen.
mağlubiyet, tam olarak bu olay.
coen kardeşler bu filmi ticari bir kaygıyla çekmediler diye düşünüyorum bu arada, kendi zevklerine göre yapılmış gibi duruyor. zira izleyen çoğu insan 'coen' markasına yakıştıramamış filmi. sıkıcı diyen çok.
film için sistem eleştirisi falan da diyen var bu arada. sembolik anlatımla he, evet, bi iki yerde buna yorulacak şeyler olmasına rağmen açıkçası bu film bir drama filmi.
müzik filmi; belki de ucundan bir 'yol' filmi. gayet de güzel film.
kelime sağırlığı olarak hırtça çevrilebilecek beyin hastalığı.
bu sefer, amusia'dan farklı olarak müziği ve çevredeki sesleri algılayabilen kişi, insanların konuşmalarını algılayamıyor. duyuyor ama algılayamıyor. karman çorman sesler olarak geliyor ona konuşmalar.
bu sefer, amusia'dan farklı olarak müziği ve çevredeki sesleri algılayabilen kişi, insanların konuşmalarını algılayamıyor. duyuyor ama algılayamıyor. karman çorman sesler olarak geliyor ona konuşmalar.