confessions

bartvader

1. nesil Yazar - Seviyor ve seviliyor

  1. toplam entry 79
  2. takipçi 3
  3. puan 3800

ve başka bir şey daha

bartvader
douglas adams'ın yarattığı the hitchhiker's guide to the galaxy serisinin 6. kitabı. yazar eoin colfer. douglas adams öldükten yıllar sonra, 2009'da çıkıyor.

niye böyle birşey çıkıyor peki? çünkü, adams'ın sözleriyle; '5, bir seriyi bitirmek için çok kötü bir rakam. ama 6'ya bakın, hiç öyle mi?'. maalesef kendisi ölmüştü 6. kıtabı yazamadan, ve beşinci kitap olan çoğunlukla zararsız'dan da pek memnun değildi. karısı yıllar sonra artık yeni kitabın yazılması gerektiğine karar veriyor ve çok beğendiği bir yazar olan eoin colfer ile iletişime geçiyor. eoin de sıkı bir otostopçu hayranı olduğu için balıklama atlıyor olaya. 've başka bir şey daha' ortaya çıkıyor.

kitap, eh kıvamında. adams'ın tarzıyla yazmaya çalışmış çünkü eoin. ama o ince hicvi, abzürtlüğü falan verememiş tabi. hikaye odaklı olmuş daha çok. vagonlar insanları öldürmeye geliyorlar yine, arthur, zaphod, trillian, ford, ve random da bununla uğraşıyorlar. ilgi çekmesi için bol bol thor, asgard, ve ebedi dumura uğratıcı (wowbagger the infinitely prolonged/herkese küfür eden adam) bölümleri konulmuş. dumura uğratıcının karizması falan yalan oluyor tabi böyle olunca. herkesin hayran kaldığı darth vader'ın sümüklü veletliğini dandik oyuncularla anlatıp nasıl karizmayı çizdiriyorsan, bunda da aynısı oluyor. sönüyor havası. he anksiyetesi olan bir thor yine komik gerçi. aksdnj.

neyse yani, okunmasa da olur bir kıvamda bu kitap. ama karakterlerin akıbetlerini merak edenler için iyi yine. az buçuk hepsi sonuca bağlanıyor. bebeyim fenchurch bile ufaktan göz kırpıyor.

istanbul odyssey

bartvader
doğu yürür isimli genç arkadaşın yazdığı ve çizdiği güzide çizgi roman. 'konu' arayan bir çizgi roman yazarının, yani kendisinin, istanbul'daki bir gününü kurgulamış arkadaş. arada da bir ton gönderme yapmış, baya tatlış bir şey çıkmış ortaya. lak diye de bitiyor zaten bir çırpıda. umarım devam eder daha çizgi roman yazmaya ve çizmeye.

arka bahçe yayıncılık'ın oldukça manidar önsözünü de bırakıyorum buraya:

yeni başlangıçlar düşününce insan, etrafındakilerin desteğini de almak istiyor ve arkadaşlarına anlatıyor düşündüklerini. onların 'olabilir' demesini bekliyor ümitle. genelde aşağıdaki gibi cevaplar alıyor karşılığında...
-oğlum, bak, yapılmıyorsa bir nedeni vardır mutlaka!!
-tek akıllı sen misin, bunu düşünen?
-bu fikir mutlaka büyük firmalar tarafından düşünülmüştür, yapılmıyorsa olmuyor demektir.
-türkiye'de bu işler olmaz. boşuna kafanı yorma.

o cevaplar, canını sıkıyor olsa da, senin de onlara soruların olmalı, mesela:
-nedeni, şimdiye kadar kimsenin yapmıyor olması belki de?
-tek akıllı benim bunu düşünen şu anda, olamaz mı?
-onların aklına gelmemiş olabilir, sonuç olarak o firmaların başında uzaylılar oturmuyor, kaldı ki otursa ne olacak?
-nereden biliyorsun? denedin mi daha önce!

hep o olumsuz cevaplara, inatla soru soranların tarafında olduk. doğu yürür'ün yazıp çizdiği istanbul odyssey'i gururla sunarken 'olur' diyoruz ısrarla!

daytripper

bartvader
mükemmel bir çizgi roman. çizgi romanları sadece aksiyon/serüven/macera/taytlı insanlar zannedenlerin özellikle okuması gerek bunu. zira büyülü gerçekçilikin bu kadar şahane işlendiği çizgi roman ben görmedim. çoğu romana bile taş çıkartıyor.

sanat eseri resmen.

hayat bir kitap gibidir oğlum.
ve her kitabın bir sonu vardır.
o kitabı ne kadar seversen sev
son sayfaya gelirsin
ve kitap biter

sonu olmayan bir kitap eksiktir
ve kitabın sonuna vardığında
yalnızca o son kelimeleri okuduğunda
kitabın ne kadar iyi olduğunu anlarsın
gerçek gibi

daytripper ölüm hakkında. ama onun açıkladığı şekilde, ölüm hayatın en temel parçalarından. yani asıl olayımız 'hayat'. gerek anı yaşamak, gerekse sadece hayaller kurup düşlerimizin gerçekleşmesini beklemek. farklı yollarla hayatın gidişatını belirlemek.

yazarları fabio moon ve gabriel bá bu basit olguları o kadar güzel bir gerçeklikle ve gerçekdışılıkla anlatmışlar ki, vurdukça vuruyor çizgi roman. özellikle sonlara doğru hüzünlenmeyeni dövüyorlar.

çizgi düşler basmış, türkçe ismi de 'güngezgini'.

bedlam

bartvader
dünyanın ilk akıl hastanesi.

tam adı bethlem royal hospital. 1247 yılında kuruluyor. hala faaliyette olması lazım. ama tabi şu anın psikoloji bilgisi hak getire o zamanlarda. epilepsi hastalarını falan da buraya kapatıyorlarmış. döndürme terapisi denen birşey uydurmuşlar, tavandan ip ile bir sandalye sarkıtıp hastaları bu sandalye üzerinde döndürüyorlarmış. aslkjnd. başı dönerse veya kusarsa arkadaş, tedavi işe yarıyor diye düşünülüyormuş.

buzlu suya yatırma, dövme, kırbaçlama, aç bırakma falan da var tabii. e haliyle kimseyi tedavi edemiyorlar. çoğunu öldürüyorlar. yüzlerce iskelet bulunuyor londra taraflarında. bir ton toplu mezarı var.

özellikle kontrolü kiliseden kraliyete geçtiğinde iyice sıçıyorlar. parasal kaynakları falan kesiliyor, açlıktan ölüyor çoğu hasta. kıyafetleri falan yok, duvara çivilenmiş halde duruyor hepsi.

ve burası aynı zamanda, bir 'insan' hayvanat bahçesi özelliğini taşıyor. parasını veren bu zincirlenmiş insanlara bakıp gezebiliyormuş.

southpaw

bartvader
antoine fuqua'nın yönettiği, sons of anarchy'nin yaratıcısı kurt sutter manyağının da yazdığı film. 2015 yapımı.

başrolde jake gyllenhaal var. rachel mcadams, 50 cent falan da önemli rollerde.

gördüğüm en gerçekçi boks filmlerinden biri bu sanırım. zira olayı 'abi gaza gelirsen her boku kazanırsın' mantığından, önemli olan strateji boyutuna taşımış film. jake gyllenhaal da çılgın atıyor resmen. bir adama oynadığı her sosyopatımtrak rol yakışır mı amk. burada da müthiş oynamış. çok güzel bir comeback filmi çıkmış ortaya.

senaryo falan klişe bu arada. başka oyuncularla, yönetmenle, senaristle falan çekilmiş olsa tutmazdı muhtemelen bu kadar. ama dediğim gibi jake'in çılgın atması, yönetmenin çekim teknikleri, kurt sutter'ın duygusal haz vermesi (ki herifin olayı o. hikaye derinliğinden ziyade hep duygusallık vererek kazanıyor sutter) falan baya hava katmış filme. sonuçta 'hıaa' diye bağırarak izliyor insan.

50 cent çok piç.

blip and blop

bartvader
metal slugvari, nostaljik bir arcade oyun. single ya da multiplayer olarak oynanabiliyor (multi'si biri wasd diğeri ok tuşlarıyla tabi).

oyun gargamel'in cesedini görmemizle başlıyor. lkasjnd. diyoruz ki şirinler çıldırmış, bütün bölüm boyunca onları öldürüyoruz. şirine falan öpücük atarak falan saldırıyordu. sonra ek bölüm pokemonlar geliyordu, pikaçusunu balbazarını patlatıyorduk uziyle. 2. bölümde göbeklerinde gökkuşağı olan ayıcıkları öldürüyorduk. ajsdn. bu da eskilerden bir çizgi filmdi. her chapter değişiyordu öldürmemiz gerekenler.

benim ömrümü yemişti bu oyun zamanında ama. allahsız bir zorluğu vardı. baya da sapık bir kafanın ürünüydü. bir türlü bitiremedim diye hatırlıyorum.

kuşkucu somon

bartvader
douglas adams öldükten sonra bilgisayarından toplanan minik minik öykülerle, ve dergilere/gazetelere yolladığı yazılarla oluşturulmuş kitap. genelde teknoloji içerikli yazılar var hep, zira adams koyu bir mac fanboyu. bir kısım 'neden ateist oldum' gibisinden metinler de mevcut. türkiye'ye geldiği zamanları da anlatıyor. baya berduş gibi takılmış istanbul'dayken. başka gezileri de var; madagascar olsun, yeni zelanda olsun, çılgın atmış adam.

ama the hitchhiker's guide to the galaxy serisinin bir kitabı olarak gösteriliyor. çünkü içinde direk olarak otostopçuya bağlanan kısa hikayeler var. evrendeki herkese küfür etmeye yemin etmiş adam'ın (wowbagger the infinitely prolonged) bir bölümü var mesela (son ana kadar normal bir öyküymüş gibi gidiyor alskdnl). ya da zaphod beeblebrox'un gençliğini anlatan bir öykü var. bir de kuşkucu somon adında başka bir öykü bulunuyor; adams bunu önce diğer roman serisi dirk gently için yazmış, sonra beğenmeyip otostopçuya uyarlamaya karar vermiş. ama buna başlayamadan ölüveriyor ani bir kalp kriziyle.

yalnızca çocuklar için, yapay bir tanrı var mı, ve richard dawkins'in adams öldükten hemen sonra onun için yazdığı sonsöz özellikle müthiş.

pyongyang kuzey kore'ye bir yolculuk

bartvader
guy delisle adlı abinin bir çizgi film işi için kuzey kore'ye gitmesini ve orada geçirdiği birkaç ayı anlattığı bir çizgi roman. biraz maus tadında bir çizgi roman hem de.

adam gördüklerini olabildiğince objektif anlatmaya çalışmış, onu hissediyor insan okurken. eleştiriden ziyade bir gezi öyküsü gibi olmuş. ama tabi sınıflı sosyalizm, propaganda, kıtlık falan baya güzel anlatılmış.

en güzeli de guy delisle bi ara ona atanan rehberine 1984'ü veriyor okuması için. alskdn. okuyun yani, mis gibi çizgi roman.

star trek into darkness

bartvader
star trek külliyatının onikinci, reboot fazının ikinci filmi. 2013 yılında gösterime girmiş. j. j. abrams yine yönetmen. başrollerde chris pine ve zachary quinto devam.

khan var ulan khaaaan. benedict cumberbatch oynuyor onu. klingonlular da var. herkes yerli yerinde, ufacıktan leonard nimoy bile gözüküyor.

ama sıçmışlar hikayenin içine. bi kere star trek filmi değil, aksiyon-bilimkurgu filmi olmuş. scotty falan bile diyor abi biz asker değiliz napıyoruz diye. khan'ı hikayeye sokuş biçimleri tırışka, 300 yıl öncesinin süper askeri gelmiş bütün federasyondan daha bilgili uzay gemileri konusunda. halbuki onun zamanında daha warp hızı, uzay falan hak getire. alternatif gerçekliği de gömmüşler; khan star trek ii the wrath of khan filminde kaptan kirk'ten intikam almaya yeminli eski bi kankitosuydu. ve 5 yıllık gezilerinden sonraya tekabül ediyordu onu bulmaları. dünyada falan takılıyor şimdi kafasına göre eleman. en kötüsü de glam metal kıyafetlerini bile giymemiş. meh.

neyse, olay işte khan varmış, federasyon amirali bunun sütünü sağmak istemiş, sonra khan demiş dur orada, atılgan ve ekibi de bilmeden etmeden bunun peşinden gitmişler. filmin sonunda da 2. filmin aşağı yukarı aynısı oluyor nostalji yaşatmak adına. yani aslında bireysel olarak fena film değil, ama seri için baya dandik.

star trek

bartvader
efsanevi dizi.

aynı zamanda da star trek külliyatının onbirinci, reboot fazının ilk filmi. 2009 yılında gösterime girmiş. j. j. abrams yönetmen. başrollerde chris pine ve zachary quinto var.

şimdi malum reboot diye bir kavram var. pıtır pıtır bütün dizilerin ve filmlerin tekrarları çekiliyor 2010 yılından beri. öyleki, artık bu reboot, rebirth, remake falan çıkan hollywood filmlerinin %50'sini kaplar duruma geldi. ama helali hoş olsun, bu film çok güzel yapıyor bunu. güzel bir hikayeye oturtarak alternatif bir başlangıç sunuyor. bir iki şeyi değiştiriyor (kaptan kirk'ün babasının ölümü direkt kirk'ün kişiliğiyle oynuyor mesela, keza mr. spock'un anasının ölümü de öyle) ve bununla yepyeni bir evren oluşturuyor. orjinal gerçeklik de var ufak da olsa, onu da rahmetli leonard nimoy sırtlıyor; alternatif gerçekliğe mis gibi geçiş yapıyor.

accayip hoş detaylar da var filmde eskilere gönderme olarak. kobayashi maru efsanesi misal. dr. leonard mckoy'u oynayan karl urban müthiş, tam o eski huysuz doktor olmuş. nostalji var misler gibi işte, daha ne olsun. bir yandan da yeni jenerasyonun seveceği türde aksiyon falan da yapmışlar. iki taraflı da kotarmış cey cey. hem hikaye hem nostalji, net olmuş. bi tek romulanlı arkadaşların dinazor metalciler gibi giyinmesine anlam veremedim.

scotty'yi simon pegg (efso), chekov'u anton yelchin (kimse bu amk), uhura'yı zoe saldana (uhura olarak meh, ama hatun efso), sulu'yu da john cho diye biri canlandırıyor. bunların dışında kadro şov; eric bana (esas kötü oğlan), winona ryder (spock'un anası), chris hemsworth (kirk'ün babişi), jennifer morrison (kirk'ün annişi) var.

star trek nemesis

bartvader
star trek külliyatının onuncu, next generation fazının dördüncü ve son filmi. 2002 yılında gösterime girmiş. bu sefer stuart baird yönetmen. başrolde patrick stewart devam.

olay şu; captain picard ve kankitoları vulcanların uzaktan akrabası olan federasyonun azılı düşmanları romulanlardan bir çağrı alır. tam o sırada da düğün ve pompa muhabbetlerinde olan ekip ciddiyetini takınıp giderler olay yerlerine. meğersem çağrıyı captain picard'ın klonu yapmışmış, türlü katakullilerle dünyayı patlatmak istiyormuş. e atılgan ve ekibi de haliyle durdurmaya çalışır onu.

filmin kötülerinde ron perlman ve tom hardy var. ron amca okey, gayet hoş ama tom hardy o kadar komik ki amk altıma sıçtım ilk gördüğümde. olay oyunculuğu da değil, role uymamış olması. ahahaha diyor insan onu her gördüğünde. askjdbn.

onun dışında film açıkçası star trek insurrection'dan daha iyi, ama genel star trek filmlerine göre baya dandik kalıyor. yani romulanlarla olan olaylar ilk defa bir filmde gösteriliyor, görsel efektler de gayet güzel, ama star trek ruhunu vermede oldukça bocalamışlar bir yandan. genel olarak hayranları pis kapitalist hollywood'a küfür ediyor. ki işin komiği de, baya leş bir hasılat yapmış film. ve son filmi olmasına rağmen son filmmiş hissiyatı uyandırmıyor star trek vi the undiscovered country gibi. o hüzün falan hak getire.

ama bir yandan da; data :(

star trek insurrection

bartvader
star trek külliyatının dokuzuncu, next generation fazının üçüncü filmi. 1998 yılında gösterime girmiş. aynı zamanda william riker'ı canlandıran jonathan frakes yönetmen yine. başrolde patrick stewart devam.

olay şu; data bir görevdeyken bozulur. captain picard ve kankileri de 'noluyor lan data' diyerek yardıma koşarlar. meğersem gittikleri gezegende olaylar dönüyormuş, oradaki sona ırkı ölümsüzmüş, poşet suratlı bir ırk olan baku da bu ölümsüzlüğü istiyormuş falan. olaylar olaylar. sonradan sürprizler oluyor tabi, hikaye biraz daha dolduruluyor. ama özünde star trek tayfasının 2 günlük rötarında yaşadığı maceralar ana temamız.

valla film baya sıkıcı. bir önceki film olan star trek first contact'i mumla aratıyor. bir iki komik şey var; worf'un ergenliğe girmesi, picard'ın kafasına incik boncuk takması falan. ama o kadar yani. görsel efektler bile geçen filme göre daha kötü duruyor.

psikoanalitik teori

bartvader
sigmund freud'un psikolojiye kazandırdığı efsanevi kuram. peki niye efsanevi? bakalım:

öncelikle şunu söylemekte fayda var; freud bu kuramını charles darwin'in evrim teorisinden esinlenerek esinlenerek yaratıyor. yani temel amaçlarımız: hayatta kalmak ve üremek.

sonracıma temel içgüdüler ile devam edelim. bunlardan ilki yaşam içgüdüsü. hayatta kalmak ve üreme isteği bunun içinde. buna eros, libido, cinsel içgüdü falan da deniyor. susuzluk ve acıkmak gibi durumları bastırmamızı sağlayan içgüdü de bu. aynı zamanda aşk, birliktelik falan, hep bunun içinde. diğeri ise ölüm içgüdüsü. freud'a göre hayvani bir ölüm isteği var bilinçaltımızda. hem kendimize dair, hem başkalarına. mesela tecavüz, ekstrem bir ölüm içgüdüsüne giriyor. keza cinayet, intihar da öyle. bunların buluştuğu noktalar da var; misal, hardcore sex.

bilinç durumları ile devam edelim. bu kısım sıkıcı. bi normal farkındalığımızın olduğu bilinç var ( conscious), bi istediğimiz zaman farkındalığımıza getirebileceğimiz bilgilerin olduğu bilinç var ( preconscious). bir de tabi paşalar gibi bilinçaltımız var ( unconscious) en büyük kısım bilinçaltı. bunun içinde hep bastırılmış cinsel ve öfke dolu dürtüler var. fena.

gelelim kişilik yapısına. buz dağı metaforu olan tatlış muhabbet. id, ego, ve süperego. id bizim ilkel dürtülerimizi barındıran yer. komple bilinçaltında. bu ilkel dürtüler tatmin edilmezse ortaya anksiyete durumları çıkıyor. e tatmin ediyoruz bu yüzden bol bol. sonracıma ego, id'e tasma bağlayan yapı. ego olmasaydı manyak gibi saldırırdık her tarafa. onun olayı da bizi gerçekliğe bağlaması. kişiliğin ceo'su yani, kararlar ondan çıkıyor. gerçekçi şekillerde id'i tatmin ediyor. ama aynı zamanda id'den türemiş bir yapı. varlığının sebebi id yani. neyse, gelelim süperego'ya. o da bizi sosyal değerlere bağlayan yapı. iyilik, kötülük gibi kavramları; atıyorum vatansever olmak gibi şeyleri hep süperego sağlıyor. realiteden uzak bu da aynı id gibi. 5 yaş civarı gelişiyor. id doğumdan itibaren var, ego 2-3 yaşlarda oluşuyor. süperego 2'ye ayrılıyor bu arada. ilki ideal ego, toplumdaki kuralları ve güzel davranış standartlarını beynimizde oluşturan şey. diğeri, vicdan, o da yasak davranışlarla ilgileniyor.

ego ne kadar güçlü olursa, bunlar o kadar dengede duruyor. freud'a göre de zaten amaç bunları dengede tutabilmek. tabi ego sürekli olarak içten dıştan baskılarla tehdit ediliyor. nasıl ediliyor peki? anksiyete sağ olsun, güzel ediliyor.

anksiyete'ye freud 3 çeşit vermiş. bunlar da tamamen kendi teorisiyle alakalı. ilki objektif anksiyete, baya baya dışardan gelen bir tehlike anında oluşan endişe durumu. mesela bıçak çekilmesi size, o an oluşan endişe bu oluyor. diğeri nevrotik anksiyete; id ve ego arasındaki çatışmadan doğuyor. yani ne oluyor, atıyorum pompa durumu var; patır patır endişe de varsa yanında, bu o işte. sonuncusu da ahlaki anksiyete. bu da toplum tarafından çok hoş karşılanmayacak şeyleri yaparken ortaya çıkıyor. misal bizim toplumumuz için yine pompa. aklsdn. sanırım nevrotik anksiyete'ye daha anlaşılır olarak kıtlıktan çıkmış gibi yemek yeme isteği sonrası ya da öncesi oluşan endişe hali örnek verilebilir.

e ego bunlarla nasıl başa çıkıyor?
-savunma mekanizmaları

sırada gelişim dönemleri var, onlar da şunlar:
-oral dönem
-anal dönem
-fallik dönem - içinde; oedipus kompleksi ve elektra kompleksi var
-latent dönem
-genital dönem

son olarak da bütün bunları çözmek için psikanaliz diye birşey var. bilinçaltındaki çılgınlıkları bıdı bıdı konuşarak, rüya analizi yaparak, ya da mürekkep lekelerini yorumlayarak ortaya çıkarıyoruz.

ee, yani, nesi efsaneviymiş peki bunun? alskdn. şusu efsanevi; bunların hiçbiri test edilemiyor, deneye tabi tutulamıyor. yani, geçerliliği yok.

yani; bilimsel ilkelere uymuyor. bilim olmak için yeterli özelliklere sahip değil. bir de çılgınca kadın düşmanı bir kuram. yine de hakkını yememek lazım gerçi, psikolojide inanılmaz kapılar açıyor freud'un bu teorisi. şu an yapılan çoğu araştırmanın babasıdır yani. ama bir yandan da uzun yıllar boyunca psikologlara deli doktoru, shrink denmesinin sebebi de budur.

freud büyüklere çok güzel masallar anlatıyor yani özünde.

dysgraphia

bartvader
çılgın nörolojik hastalıklardan bir diğeri. türkçesi disgrafi.

bu disleksimtrak bir hastalık biraz. ama okuma ile ilgili değil, yazma ile ilgili daha çok. bizim dilimiz okunduğu gibi yazıldığı için çok bir manası olmaz ama, atıyorum ingilizce için şöyle anlatılabilir; 'change' yazılırken 'cheng' şeklinde yazılıyor. türkçe'de de mesela şive ya da lehçe farklarından dolayı bu hastalıktan muzdarip birisi ciddi ciddi 'gidiom' yazabilir. ya da harfleri karıştırdığı için kendisinin anlaması kolay olsun diye birini küçük birini büyük yazabilir.

londra kulesi testi

bartvader
tatlış bir executive function testi.

olay şu; 3 tane çubuk var, her birine de top sokulabiliyor. 1.sine 3 top, 2.sine 2 top, 3.süne de bir top giriyor. her topun rengi farklı. size diyorlar ki, hadi şu şekle sokun bakalım. siz de topları oradan oraya koyuyorsunuz, ama atıyorum 3. çubuğa sadece 1 top girdiği için falan işler karışıyor. hamle sayınıza, düşünme sürenize göre de yönetici işlevinizin ne durumda olduğu ölçülüyor.

internette testi bulamadım ama bi türlü. resmen üşenmiş insanlar flash'dan minicik bir test hazırlamaya. kotor oynayan afili gençler de bu testin bir türevini yaptı tabi zamanında.

libet deneyi

bartvader
özgür, hür iradenin olmadığını kanıtlayan deney.

yani okey, evrim teorisine göre falan zaten özgür bir iradeden bahsetmek pek mümkün değil, ancak bu deney ciddi ciddi kanıtlıyor.

neyse, olay şu; benjamin libet diye bi abimiz bi deney yürütürken alakasız bir sonuçla karşılaşıyor. deney, karar alma ve o kararı eyleme dönüştürme üzerine. eeg ile yapılıyor, beyin aktivitesi ölçülüyor. şimdi mantıken karar alma esnasında ve eylem esnasında nöronlarda falan filan bir zıplama olmalı. o kısımlarda çünkü beyin çalışıyor. ama başka bir yerde olmamalı. özellikle de karar alma kısmından önce.

çünkü daha karar hakkında düşünmemişken beynimizde ufak da olsa bir aktivite peydahlanması, biraz şey...

neyse, başka türlü yorumlayanlar da var bunu, ama diğerleri biraz zorlama gibi geliyor. niyeyse robotik olmamız daha bir rahatlatıcı.

savunma mekanizmaları

bartvader
efsanevi mekanizmalar. bunlar sağolsun kendimize çok güzel yalanlar söylüyoruz. anksiyete, stres, ve endişe durumlarıyla başa çıkmak için beynimiz böyle mekanizmalar türetmiş. en temelleri şunlar:

- baskı altında tutma, yani repression var öncelikle. direkt olarak endişe verici unsuru bilinçaltına gömme, demek bu.

- inkar, denial var sırada. unsuru direk reddediyoruz burada. mesela alkolikler ve uyuşturucu bağımlıları çok güzel yapıyor bunu.

- yerini alma ya da displacement da bildiğin acısını çıkarmak anlamına geliyor. yani patrona kızgınız, gelip çocuğa bağırıyoruz, bu displacement işte. endişe verici durumu alıyoruz, onu başka bir yere koyuyoruz.

- rasyonalizasyon, rationalization; bu da 'bana kız mı yok abi' muhabbeti. mesela açıldığınız hatun 'ya git be deli misin salak .s' dedi, hemen diyorsunuz ki 'bana kız mı yok lan'. özgüveni de koruyor bu savunma mekanizması.

- reaksiyon biçimlendirme ya da reaction formation en sapıklarından. düşünüyorum ama bunu ben hiç yapmadım sanırım. iyi ki de yapmamışım, çok feci çünkü. atıyorum sevmediğiniz birisi var, acayip kılsınız ona; ama gidip 'cnm cicim ay saçın çok güzel olmuş bugün ya senin götün ne güzel' diyorsanız, geçmiş olsun. muzdaripsiniz bu mekanizmadan.

- yansıtma, projection da en sık görülenlerden. mesela sevmiyorsunuz birini, kılsınız; o zaman onun da sizi sevmediğini düşünüyorsunuz. hatta sizin onu sevmemenizin sebebinin bu olduğuna inanıyorsunuz. çünkü siz kendinize yakıştıramıyorsunuz durup dururken birini sevmemeyi.

- arıtma, ya da sublimation; bu da en mantıklı mekanizmalardan. siniriniz mi var, kick-box yapın. endişeyi, kaygıyı, siniri yönlendirmece yani.

- sonuncusu da, düşünselleştirme, intellectualization. bu da hoş gayet. endişe veren durumu böyle hiçbir şey hissetmeden düşünmeye çalışarak oluyor. mesela altınıza sıçtınız herkesin ortasında. düşünüyorsunuz ki 'homosapienler boşaltım sisteminin sürekli çalışmasına ihtiyaç duyar, sağlıklı olan durum budur. zaten toplumun görüşü dediğimiz şey elle tutulur birşey değildir, yani yoktur.'. aklsdn örnek biraz hırtça oldu ama idare edilir. çok realist bir şekilde düşünüp hissiz bir şekilde gözlemlemek yani.

olaylar bunlar. herkes yapıyor bunları, dikkat edin biraz derim. farkındalık artınca insan karşısındakini çok daha iyi tanımakta, ve ona göre davranmakta. çok samimi olduğunuzu düşündüğünüz insanlarlayken özellikle gözlemlenmeli.

catan

bartvader
dünya tarihinin en efsanevi board game'lerinden biridir bu. tam adı the settlers of catan. olay şu; 4 ya da 3 kişi oynanıyor (tercihen 3). herkes 2'şer kasaba dikerek oyuna başlıyor, zamanla bunları şehir yapmacalar, daha çok kasaba yapmacalar, üstüne yol yamacalar falan derken çıldırıyorsunuz bir anda. her kasaba, ya da kasabayı şehre çevirmece 1er puan. en uzun yol 2 puan. 10 puana ulaşan kazanıyor.

zar atılarak oynanıyor oyun. board'un her tarafında üzerinde zardan gelebilecek sayılar olan hammaddeler var. her zar atıldığında herkes artık nerede kasabası şehri varsa oradan topluyor hammaddeleri. bunları kullanıp yeni kasaba şehir de yapabilir kişi, ya da trade falan edebilir.

ama bir de güzelim development card'lar var işin içinde tabi. bunlar sayesinde başkalarının hammadde aldığı noktaları bloklayabiliyorsunuz. aynı zamanda içinde victory point'ler falan da var. ekstra puan getiren bir ton şey var yani.

ama ben ne kadar anlatsam da, ustalaşmak için 1 ay falan oynanması gerekiyor. ^^ feci stratejiler dönüyor çünkü. yine de bence herkes oynamalı, böyle bir keyif yok gerçekten. türkiye'de bulursanız kaçırmadan alın, yoksa internetten çok aktif bir sitesi var, oraya dalın.

expansion pack'leri falan da var birsürü bu arada. ama şahsen orjinal oyun yetiyor artıyor. işin en güzel noktası da, kazansanız da kaybetseniz de, eğer güzel bir oyun olmuşsa çok keyif alıyorsunuz. ben üstüste 30 oyun kaybedip zevkten dört köşe olduğumu bilirim.

marx is a post 90s

bartvader
çin'de gençlere marksizm'i benimsetmek ve sevdirmek için yapılan hip-hop şarkısı. sözlerini çevirmiş biri az buçuk internette, iyice komikleşti amk durum. akjsdb.

我对他的第一印象,在政治课
my first impression with him [karl marx] was from a civics/politics course
  学了他的思想,只是为了及格
learned about him only to pass the course
  本打算过了就算,书再也不念
i thought i would just pass the course and forget about him
  后来翻开却发现并不讨厌
turns out it's not that annoying
  人生总是充满意外
life is always full of surprises
  有一天我看到他的厉害
one day i saw his power [厉害]
  看到我的信仰别再问 why
ask me 'why' about my faith no more
  别再看 magazine(杂志)我在看马克思
stop reading magazines, i am reading marx
  我出生在 1990s,
i was born in the 90s.
  我就是你的 bruno mars(布洛诺马尔斯)
i am your bruno mars
  但你是我的维纳斯(venus),
but you are my venus
  我亲爱的马克思(marx)
dear marx
  统治者说着乌托邦却不知自由该怎么写
the ruling class talks about utopia but doesn't know the spelling of "freedom"
  你站出来说无产阶级的力量永远正不畏邪
you stand up and say the power of the proletariat is never afraid of evil
  不为了权不为了钱
not for power not for money
  但是为了信仰我们一往无前
but for faith we go forward
  (前进进 前进进)
 cause we both won't give up till we die
  (到死也不会放弃)

  像叶孤舟行在山丘
  那样的为真理争斗
  像他一样嫉恶如仇
  像他一样不屑权谋
  为了别人牺牲自己不会容易
die for others isn't easy
  总有些人会觉得不可思议
there are many that think it's impossible
  不可思议 不会容易
isn't easy, isn't possible
  但世界可能已经 ready(准备好)
but the world is perhaps ready
  马克思已经不是 plan b(备用方案)
marx is no longer plan b
(be mine)决定可以当他的小弟
(be mine), decide they are gonna be his follower
  虽然已经有了至少 14 亿
there are 1.4 billion at least
  (you're gonna listen to me )(听我说)
  共产主义甜如蜜
communism tastes like honey
  我出生在 1990s,
i was born in the 1990s
  我就是你的 bruno mars
i am your bruno mars
  但你是我的维纳斯(venus),
but you are my venus
  我亲爱的马克思(marx)
my dear marx
 统治者说着乌托邦却不知自由该怎么写
the ruling class talks about utopia but doesn't know the spelling of "freedom"
  你站出来说无产阶级的力量永远正不畏邪
you stand up and say the power of the proletariat is never afraid of evil
  不为了权不为了钱
not for power not for money
  但是为了信仰我们一往无前
but for faith we go forward

  (前进进 前进进)
  cause we both won't give up till we die(到死也不会放弃)
  九零后(yeah) 从此以后(you know)
  we both won't give up till we die(我们不会放弃到死)
and this song will never die (whoo)(这首歌也永远不会死)
  像叶孤舟行在山丘
  那样的为真理争斗
  像他一样嫉恶如仇
  像他一样不屑权谋
  像叶孤舟行在山丘
  那样的为真理争斗
  像他一样嫉恶如仇
  像他一样不屑权谋
  马克思是个九零后

'o kadar da gıcık değilmiş ya marksizm, hayat ne garip lan' sözüyle iyice beni benden aldı.
1 /