sanat tarihi okurken tanıştıgım ve çevremde bilgi birikimini kıskandıgım nadir insanlardan birisi.
naif kişiligi, her konuda bilgisi ve zor günlerimde varlığıyla yanımda olan en büyük dostum!
çok sevdiğim julian casablancas ve daft punk şarkısını için sizlere klibini izlerken düşüncelerimi yazmak istiyorum ben sevgili zengin sözlük yazarları.
zenginsozluk.com/foto
klipte, balmumu heykelinin üzerinde aslında amerikan bağımsızlık savaşında amerikalı ağabeylerimizin giydiği üniforma olmasına rağmen ben fransız devrimi olarak yorumlamak istiyorum. *iyi de abi neden öyle bir şey yapıyorsun diye sormayın bugünlük be, sevgilimden ayrıldıgım için kendimi şarkılara verdim, bugün üzgün günüm azıcık idare edin söz birkaç gün içerisinde waterloo muharebesinden tutun yuvarlak masa şövalyelerine kadar anlatırım, vallahi bak yazıyorum buraya*
her neyse, başlıyor.
burada asker olan balmumu heykeli kralın askerini, köylü gibi giyinmiş ablamız ise fransız devrimini gerçekleştiren köylüyü temsil ediyor.
zenginsozluk.com/foto
ışık sadece köylü ablamıza geliyor ve bastille baskını bu şekilde başlıyor, tarih sahnesine paris'in köylü kadınları çıkıyorlar.
zenginsozluk.com/foto
ama hemen arkasından, asker ağabeyimiz de bu ablamızın hemen önüne çıkıyor.
diyor ki "sen hayırdır, devrim falan yapacakmışsın, yaptırtmam!"
zenginsozluk.com/foto
bu arada, burada julian abimizin arkasındaki sütunlar dor sütunu arkadaşlar, sanat tarihi okuyunca sütun görür görmez deli gibi "hıaaa yarappim dor, aman yarappi korint!" diye ister istemez belirtme ihtiyacı duyuyorum ben bağışlayın.
daha sonra bakışmalarla geçen dakikalar sonrası, asker abimizin selamı düşüyor. Burada anlıyoruz ki köylüler burjuvayı alt etmiş, devrimi gerçekleştiriyorlar.
zenginsozluk.com/foto
zenginsozluk.com/foto
Dahası da var, asker artık kaldırılıyor sergiden, kutuya konulup geçmişin derinliklerine fırlatılıyor.
Yani anlıyoruz, Robespierre'in fikirleri işe yaradı, monarşi düştü, kralın askeri de kral gibi yok oluyor!
zenginsozluk.com/foto
Sonrası da var, ateşler başlıyor, her yanı sarıyor. Fransa yanıyor!
Robespierre'in fikirleri, Fransa'yı Fransa yapan detayları da silmeye kararlı, devletin dini inancı, arabaların soldan ilerlemesini yok etme gibi şeyler de nasibini alıyor!
Yanıyor geçmiş!
zenginsozluk.com/foto
Ama o da ne! Köylü kadın da düşüyor, elbette ki devrim kendi çocuklarını da yiyor!
Eriyorlar, yok oluyorlar. O sırada eriyip insan olduklarını fark ediyorlar, bir olduklarını, onları aynı yapan en büyük şeyin; yok olmanın tadına varıyorlar.
Sonra da oluyorlar zaten, bitiyorlar, tamamen geride bırakıyorlar varlıklarını, tekrar 1848'de sahneye çıkana kadar
zenginsozluk.com/foto
* bu arada kadın olan balmumu aslında julian'ın eşi juliet joslin'in birebir aynısı.
zenginsozluk.com/foto
klipte, balmumu heykelinin üzerinde aslında amerikan bağımsızlık savaşında amerikalı ağabeylerimizin giydiği üniforma olmasına rağmen ben fransız devrimi olarak yorumlamak istiyorum. *iyi de abi neden öyle bir şey yapıyorsun diye sormayın bugünlük be, sevgilimden ayrıldıgım için kendimi şarkılara verdim, bugün üzgün günüm azıcık idare edin söz birkaç gün içerisinde waterloo muharebesinden tutun yuvarlak masa şövalyelerine kadar anlatırım, vallahi bak yazıyorum buraya*
her neyse, başlıyor.
burada asker olan balmumu heykeli kralın askerini, köylü gibi giyinmiş ablamız ise fransız devrimini gerçekleştiren köylüyü temsil ediyor.
zenginsozluk.com/foto
ışık sadece köylü ablamıza geliyor ve bastille baskını bu şekilde başlıyor, tarih sahnesine paris'in köylü kadınları çıkıyorlar.
zenginsozluk.com/foto
ama hemen arkasından, asker ağabeyimiz de bu ablamızın hemen önüne çıkıyor.
diyor ki "sen hayırdır, devrim falan yapacakmışsın, yaptırtmam!"
zenginsozluk.com/foto
bu arada, burada julian abimizin arkasındaki sütunlar dor sütunu arkadaşlar, sanat tarihi okuyunca sütun görür görmez deli gibi "hıaaa yarappim dor, aman yarappi korint!" diye ister istemez belirtme ihtiyacı duyuyorum ben bağışlayın.
daha sonra bakışmalarla geçen dakikalar sonrası, asker abimizin selamı düşüyor. Burada anlıyoruz ki köylüler burjuvayı alt etmiş, devrimi gerçekleştiriyorlar.
zenginsozluk.com/foto
zenginsozluk.com/foto
Dahası da var, asker artık kaldırılıyor sergiden, kutuya konulup geçmişin derinliklerine fırlatılıyor.
Yani anlıyoruz, Robespierre'in fikirleri işe yaradı, monarşi düştü, kralın askeri de kral gibi yok oluyor!
zenginsozluk.com/foto
Sonrası da var, ateşler başlıyor, her yanı sarıyor. Fransa yanıyor!
Robespierre'in fikirleri, Fransa'yı Fransa yapan detayları da silmeye kararlı, devletin dini inancı, arabaların soldan ilerlemesini yok etme gibi şeyler de nasibini alıyor!
Yanıyor geçmiş!
zenginsozluk.com/foto
Ama o da ne! Köylü kadın da düşüyor, elbette ki devrim kendi çocuklarını da yiyor!
Eriyorlar, yok oluyorlar. O sırada eriyip insan olduklarını fark ediyorlar, bir olduklarını, onları aynı yapan en büyük şeyin; yok olmanın tadına varıyorlar.
Sonra da oluyorlar zaten, bitiyorlar, tamamen geride bırakıyorlar varlıklarını, tekrar 1848'de sahneye çıkana kadar
zenginsozluk.com/foto
* bu arada kadın olan balmumu aslında julian'ın eşi juliet joslin'in birebir aynısı.
zenginsozluk.com/foto
hugo van der goes ağabeyimizin *ilgilenen sözlük yazarlarının ov bayılırım demeleri kulağıma kadar geldi!* bir tablosu.
portinari sunak panosu olarak da bilinen bu ev üçlü panonun ortasındaki tablo, floransa'daki san't edigio kilisesi *hayır, gitmedim, aklınıza gelirse eğer...* yüksek sunağı için yapıldı.
zengin giysili meleklerin ve ahıra doğru koşuşturan taşralı çobanların canlandırması arasında, bakire *meryem!*, çocuk isa'yı seyretmektedir. çocuk isa ise saf bir alçakgönüllülükle çıplak zeminde uzanmıştır.
ilahi özelliiği de sadece bedeninden yayılan ışık huzmeleri ile belli olur. aziz yusuf bir kenarda, bakire ile bebeğin oluşturduğu ortadaki grubun biraz uzağında durur. Zambak ile haseki küpesi ön plandaki muhteşem natürmortta isa'nın doğumunda, bakire ile kutsal ruh'un rollerini simgeler.
zenginsozluk.com/foto
kimin yaptığı bilinmeyen bu tablo, adını 1929'da kadar muhafaza edildiği ingiltere'deki wilton malikanesinden alır.
bu tabloda, kral II.Richard' koruyucu azizleri aziz edmund, günah çıkartan aziz edward ve vaftizci yahya'nın meleklerden oluşmuş ilahi bir çevrede bakire'ye ve çocuk isa'ya sunulmalarını gösterir. büyük olasılıkla kolaylıkla taşınabilen küçük meşe panosunun üzerindeki resim, richard tarafından kişisel olarak kullanmak üzere sipariş edildi *ki bu nedenden dolayı kraliyet simgeleri dolu tabloda*, kralın portresi, taç giyme sırasında göründüğü gibi çizilmiştir.
kralın kişisel simgesi olan beyaz erkek geyik, ön yüzde kullanıldı ve kırmızı haçlı bayrağın direğinin tepesindeki minik küfre üzerinde minyatür bir ada devleti resmedildi.
zenginsozluk.com/foto
uğruna milletlere savaş açıp savaşmaktan çekinmeyeceğim 2 şey var;
birincisi beirut'un gulag orkestar albümü, ikincisi de caravaggio!
tabloda gördüğünüz üzere, *bu arada bacchus'un jupiter ve semele'nin oğlu, şarap ve zevk tanrısı olduğunu bilin* bu oğlanın başının etrafındaki üzüm salkımları ve asma yapraklarından oluşan taç, onu şarap tanrısı bacchus olarak tanımlar. ancak caravaggio'nun modeli pagan bir tanrı gibi giyinmiştir. tablonun erotik içeriği açıktır, şarap kadehinin kışkırtıcı bir şekilde seyirciye sunulması davetin bir içkiden fazlası olduğunu da gösterir.
caravaggio derin bir karanlık ile parlak bir ışığın keskin zıtlığına dayanan bir stil yaratmasının yanı sıra, natürmortun da ustasıydı. kadeh ve sürahi dikkat çekici bir şekilde doğallığı sunarken, meyvelerin aşırı olgun hatta çürük oluşu hayatın faniliğini yansıtır ve bu şehvetli bedenin de kısa bir üsre sonra yok olup gideceğini gösterir.
sen de gittin be kısa süren yaşamında yok oldun, gittin be caravaggio
uyarıları sonrası tablo isimlerini türkçe girmeye başladığım, çekindiğim harika bir sözlük yazarı
zenginsozluk.com/foto
claude lorrain ağabeyimizin bu tablosu, manzaraya olan ilgisiyle destekleniyor görülebilir, ama figürlerin kimliği bizi antik bir ihtişam taşıyan huzurlu bir dünyaya taşır.
aineias, troya'dan dönerken, kutsal delos adasında apollon'un kenahetini aradı; bu sahnede delos'un kral ve sahibi olan ainus, aineias'ı, babası ankhises'i ve oğlu askanios'u ağırlar.
anius aynı zamanda bir zeytin yer ve bir hurma ağacını işaret eder. leto ikiz kardeşler, apollon ve diana'yı dünyaya getirirken bu ağaçlara tutunmuştur.
claude roma'nın asil ve eski abidesi panteon'u apollon tağınağı olarak göstermiştir bu tablomuzda, iyi de yapmıştır aslında.
orada, aineias'a torunlarının yeryüzü'nün en geniş alanında hükmedecekleri söylendi. *keşke bana da söyleselerdi de hepinize bir günlüğüne slowdive dinletebilseydim, ayh neyse*
sahnenin şiirsel kompozisyonu, dikeylerle yataylar dengesi, berrak hava ve uzaktaki ufka kadar uzanan engin manzara, altın çağ'ın kırsal dinginliğini çağrıştırır.
zenginsozluk.com/foto
bu tablo, sabin kadınlarını, romalı kcaları ile babaları ve erkek kardeşleri arasındaki savaşı durdururken gösterir.
Tabi, öncesinde size bu kadınların hikayesini anlatmalıyım, değil mi? ah şu üşengeç ben, bir saniye anlatacağım, meraklanlayın.
sabin kadınları, efsaneye göre, romulus roma'yı m.ö 763'te kurdu ve yerleşim bölgelerinde az kadın vardı, romanın geleceği ve büyüklüğü iin endişe duyan romulus, komşu olan sabin kadınlarını bir kutlamaya davet etti.
verilen bir işaretle, romalı erkekler, sabin bakirelerine tecavüz ettiler ve en önemli bağla komşularıyla birleşmeye niyetlendiler. başardılar da! romulus, kadınların geri dönmelerine izin vermeyince, kadınların babaları ve erkek kardeşleri roma'ya yürüyüp romalı erkeklerle savaşmaya başlarlar, ama kadınlar artık tecavüzcüleriyle evlenmiştir...
iki ordusunun arasına girip savaş bitene dek yalvarırlar....
her neyse, artık öğrendiniz, değil mi?
bu arada, bu tablo, fransız devrimini destekleyen bir tablodur.
sağdaki askerler, kurt gibi, roma'da ait simgeler taşıyan bu tablo, tabanında geleceğin cumhuriyetini oluşturacak çocuklar ısimgeler.
zenginsozluk.com/foto
John William Waterhouse ağabeyimizin, bu tablosunu yapım sürecinde büyücü ablalarımızdan etkilendiği biliniyor.
Jason ile birlikte Hercukles'e maceralarında eşlik eden Genç Hylas, su ararken, nehir, göl ve su kaynağı perilerinin dans ettiği pınarı bulur ve su doldurmak ister, bu sırada su perilerinden biri onun güzelliine vurulur ve boynuna sarılıp suyun altına çeker.
Tabloda da işlenen konu bu şekildedir, hylas'ın etrafında bir çember oluşturan su perilerinden bir çoğu ona hayranlık ve hüzünle bakar.
zenginsozluk.com/foto
Athena, savaş ve zeka tanrıçasıydı, aynı zamanda sanatın koruyucusuydu. Bu resimde Botticelli onu özellikle kışkırtıcı bir tarzda resmeder ve kıvrımları elbisesinden belli olmaktadır.
Elinde de savaş tanrıçasını nitelendiren baltalı bir kargı tutmaktadır, bunun yanı sıra, elbisesini ve saçını süsleyen zeytin dallarından da tanımlanabilir. Çünkü adını verdiği Athena şehri için *Atina* Poseidon ile rekabete girdiği sırada zeytin ağacını yaratmıştı. Yarı insan yarı hayvan olan kentaur, tanrıça ona uzanıp saçıyla nazik bir şekilde oynarken geri çekilmektedir.
Kentaur sıkıntılı görünmektedir, belki de Athena'nın medeni doğası kendisinin alçak konumuna farkına varmasına neden olmuştur.
Athena'nın giysisine işlenmiş, iç içe geçen halkalar Floransalı Medici ailesinin sembolüdür. Pierfrancesco de Medici, Botticelli'den bununla birlikte iki resim daha ısmarlamıştır bu arada.
Hepimizin bilidği Primavera ve dövmesini yaptırdığım, venüs yerine yıldız tilbe gibi duran Birth of Venüs elbette.
ismi Marius Lauber olan, Alaman, Synth-pop, indie electronic, chillwave tarzını icra eden ağabeyimiz.
cape cod diye bir şarkıları var ki sadece konser için çıkartılmış bir şarkı bu, beni benden almakla birlikte size de bırakmıyor!
cape cod diye bir şarkıları var ki sadece konser için çıkartılmış bir şarkı bu, beni benden almakla birlikte size de bırakmıyor!
Fransa'da, 2000 yılında, Neige, Aegnor ve Argoth tarafından kurulmuş shoegaze - post black metal tarzını icra eden müzik grubu.
2007 yılında Souvenirs d'un autre monde, 2010 yılında Écailles de Lune, 2012 yılında Les voyages de l'âme, 2013 yılında da Shelter ve 2016'da kodama isminde 5 stüdyo albümü bulunmakta.
Ayrıca, İstanbul'a geldikleri konsere gitme imkanım olmuştu, "dedikleri kadar varmış!" dediğim müzik gruplarından biri.
şarkılarından bir için sizi böyle alalım
2007 yılında Souvenirs d'un autre monde, 2010 yılında Écailles de Lune, 2012 yılında Les voyages de l'âme, 2013 yılında da Shelter ve 2016'da kodama isminde 5 stüdyo albümü bulunmakta.
Ayrıca, İstanbul'a geldikleri konsere gitme imkanım olmuştu, "dedikleri kadar varmış!" dediğim müzik gruplarından biri.
şarkılarından bir için sizi böyle alalım
Hepinizi cok seviyorum. Sizi kisa zamandir tanıyor olsam da, ailem gibisiniz.
Bir parça da olsa eksilmeyin. Çogalsin bereketiniz!
*Cok tevratvari oldu bu ama olsun ahaha*
Bir parça da olsa eksilmeyin. Çogalsin bereketiniz!
*Cok tevratvari oldu bu ama olsun ahaha*
bu yıl da louvre'da koşamadım be
17.yy barok italyasında yaşamıştır. 1597'de roma'da doğup, 1652'de napoli'de ölmüştür. babasının kıskançlığına, piskopatlığa varan sevgisine, babasının yakın dostları gözüken ressam ve devlet adamlarının cinsel baskısına uğramış italyan kadın ressam.
genelde mitoloji'de kötü erkekleri katleden kadınları resmeder.
"holofernes'in kafasını kesen judith" tablosu dillere destandır..tabloda ilginç olan judith'i aynı kendi olarak çizmesidir. çoook acılar çekip, sonunda paraya, başarıya, özgürlüğe kavuşsa da hiçbir zaman babasına ve mutluluğa ulaşamaz.
genelde mitoloji'de kötü erkekleri katleden kadınları resmeder.
"holofernes'in kafasını kesen judith" tablosu dillere destandır..tabloda ilginç olan judith'i aynı kendi olarak çizmesidir. çoook acılar çekip, sonunda paraya, başarıya, özgürlüğe kavuşsa da hiçbir zaman babasına ve mutluluğa ulaşamaz.
* Kendisi Yahudi bir duldur.
* Halkını Asurlulardan kurtarmak için, general Holofernes'i öldürmüştür.
* Yanındaki hizmetçisi Abra ile Hain bir Yahudi kisvesi altında sızıp general Holofernes'i kendisine aşık etmiş
* Bir ziyaret sonrası, Holofernes'i sarhoş edip kafasını bizzat kendi kılıcı ile kesmiştir.
* Kamptan Holofernes'in kafası ile çıkınca, Asurluları korkutup kaçıracak ve Yahudileri Asurlulardan kurtaracaktır.
* Halkını Asurlulardan kurtarmak için, general Holofernes'i öldürmüştür.
* Yanındaki hizmetçisi Abra ile Hain bir Yahudi kisvesi altında sızıp general Holofernes'i kendisine aşık etmiş
* Bir ziyaret sonrası, Holofernes'i sarhoş edip kafasını bizzat kendi kılıcı ile kesmiştir.
* Kamptan Holofernes'in kafası ile çıkınca, Asurluları korkutup kaçıracak ve Yahudileri Asurlulardan kurtaracaktır.
Teleskoplu çocuğun ayakları üşüyordu.
"Tanrım..." diye düşündü.
"Neden bu kadar soğuk?"
Babasının binbir güçlükle aldığı teleskobunu gökyüzüne diken Teleskoplu Çocuk, okula giden arkadaşlarının verdiği ders kitaplarında yaan yıldızlara bakarken, bunun biy büyü olduğunu düşündü.
Kesinlikle bir büyüydü bu...
Parlayan yıldızların büyüsü.
"Nerede kaldın?!" diye bağırdı, Teleskoplu Çocupa, her gece uyumadan önce annesini anlatan adam.
Babası...
"Geliyorum Baba!" diye karşılık verdi, Teleskoplu Çocuk.
O, bir uzay aracı beklemiyordu.
O, bir uzaylı görmeyi umut etmiyordu.
Onun istediği sadece büyülenmekti.
Herkesin önce ufak bir böcek olarak dünyaya geldiğini düşünürdü.
Ölürsün, fakat öldüğünü kimse görmez.
Sonra bir aslan olarak dünyaya geldiği hayalini kurardı.
Ölürsün, fakt fakat bu kez ölümünün farkındadır diğer yırtıcılar, belgesel çeken kameramanlar,o belgeselleri izleyen insanlar...
Sonra bir yıldız olarak dünyaya geleceğini düşünürdü. Ne de olsa özüne dönecekti,yıldız tozu değil miydi o, sahi?
"Bu kez ölümüm çok görkemli olacak... Bir süpernovaya dönüşeceğim!"
Teleskobunu toplayıp, yarısı yırtık ayakkabıları, kendisine 1 beden büyük gelen cekedi ve çamurlu pantolonuyla, göl kenarındaki kulübelerine geri dönüyordu.
Fakat, bir anda göle bkaarken bir şey fark etti.
Göle bir ışık yansıyordu.
KOCAMAN BİR IŞIK!
Gözünü gökyüzüne çeviren Teleskoplu Çocuk, gözünü alan ışığa bakınca gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Gördüğü şey, nefesini kesiyordu.
Bir kuyruklu yıldız olmalıydı bu, o kadar görkemli bir kuyruklu yıldız ki, onu hayatı boyunca bir kez görebileceğini biliyordu.
Gözleriyle ışığı takip eti. Işığın sönmesi gerekiyordu.
Ama hayır, ışık daha da parlamaya başlıyordu.
Daha da parladı!
Korkunç bir parlaklıkla, arkasındaki ormana düştü.
Teleskoplu Çocuk, kalp atışlarının hızlandığını hissetmişti.
Başı dönüyordu, gelen ışık ona kocaman bir adrenalin getirmişti.
Ayakkabılarını çıkardı, yalınayaktı artık.
Bir an bile düşünmedii...
Ormana daldı!
Kendisini, Rönesans döneminde, harika bir ressamla çalışan çırak gibi hissediyordu.
"Işığa koşuyorum!" diye bağırıyordu.
"Aydınlanıyorum!"
"Belki de gördüğüm bir göktaşıydı..." dedi, kendi kendine.
"Belki de bir uydu!"
Sahiden, biz insanalar benzemez miydik ki uydulara?
Zamanı dolunca uzayın derinliklerine terk edilmiş, amaçsızca sürüklenen, göktaşlarına çarpa çarpa darmadağın olmuş bir uyduyduk aslında.
Belki de uydular bizi taklit ediyorlardı.
"Bak şimdi!" diyordu, Sputnik, Juno'ya.
"Yanlış insnlara rastlayıp darmadağın insan taklidi yapacağım! Bir göktaşına çarpacağım ve dağılacağım... Her parçam bir şeyleri mahvedecek."
Sonunda ışığın kaynağına ulaşmıştı.
Ve sonunda, onu gördü.
Onu görür görmez, ağzından o sözcükler döküldü o çocuğun:
"Uzay Kızı..."
"Uzayın Kızı..." dedi ona.
Kocaman bir kasıkı vardı elinde, siyah saçları, giydiği tuhaf beyaz elbisenin üzerine dökülmüştü.
mavi gözlerini gördüğünde, "Venüs..." diye kekeledi. En sevdiği gezegene benziyordu...
Onu, Botticelli'nin Afrodit'ine benzetti.
Ares'in yasak aşkı kadar kutsal gözükmüştü gözüne.
"Ben Paris'im.." dedi kendi kendisine.
"Elma.." diye kekeledi.
İşte ilk kez böyle görmüştü ışık getiren kadını.
"Tanrım..." diye düşündü.
"Neden bu kadar soğuk?"
Babasının binbir güçlükle aldığı teleskobunu gökyüzüne diken Teleskoplu Çocuk, okula giden arkadaşlarının verdiği ders kitaplarında yaan yıldızlara bakarken, bunun biy büyü olduğunu düşündü.
Kesinlikle bir büyüydü bu...
Parlayan yıldızların büyüsü.
"Nerede kaldın?!" diye bağırdı, Teleskoplu Çocupa, her gece uyumadan önce annesini anlatan adam.
Babası...
"Geliyorum Baba!" diye karşılık verdi, Teleskoplu Çocuk.
O, bir uzay aracı beklemiyordu.
O, bir uzaylı görmeyi umut etmiyordu.
Onun istediği sadece büyülenmekti.
Herkesin önce ufak bir böcek olarak dünyaya geldiğini düşünürdü.
Ölürsün, fakat öldüğünü kimse görmez.
Sonra bir aslan olarak dünyaya geldiği hayalini kurardı.
Ölürsün, fakt fakat bu kez ölümünün farkındadır diğer yırtıcılar, belgesel çeken kameramanlar,o belgeselleri izleyen insanlar...
Sonra bir yıldız olarak dünyaya geleceğini düşünürdü. Ne de olsa özüne dönecekti,yıldız tozu değil miydi o, sahi?
"Bu kez ölümüm çok görkemli olacak... Bir süpernovaya dönüşeceğim!"
Teleskobunu toplayıp, yarısı yırtık ayakkabıları, kendisine 1 beden büyük gelen cekedi ve çamurlu pantolonuyla, göl kenarındaki kulübelerine geri dönüyordu.
Fakat, bir anda göle bkaarken bir şey fark etti.
Göle bir ışık yansıyordu.
KOCAMAN BİR IŞIK!
Gözünü gökyüzüne çeviren Teleskoplu Çocuk, gözünü alan ışığa bakınca gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Gördüğü şey, nefesini kesiyordu.
Bir kuyruklu yıldız olmalıydı bu, o kadar görkemli bir kuyruklu yıldız ki, onu hayatı boyunca bir kez görebileceğini biliyordu.
Gözleriyle ışığı takip eti. Işığın sönmesi gerekiyordu.
Ama hayır, ışık daha da parlamaya başlıyordu.
Daha da parladı!
Korkunç bir parlaklıkla, arkasındaki ormana düştü.
Teleskoplu Çocuk, kalp atışlarının hızlandığını hissetmişti.
Başı dönüyordu, gelen ışık ona kocaman bir adrenalin getirmişti.
Ayakkabılarını çıkardı, yalınayaktı artık.
Bir an bile düşünmedii...
Ormana daldı!
Kendisini, Rönesans döneminde, harika bir ressamla çalışan çırak gibi hissediyordu.
"Işığa koşuyorum!" diye bağırıyordu.
"Aydınlanıyorum!"
"Belki de gördüğüm bir göktaşıydı..." dedi, kendi kendine.
"Belki de bir uydu!"
Sahiden, biz insanalar benzemez miydik ki uydulara?
Zamanı dolunca uzayın derinliklerine terk edilmiş, amaçsızca sürüklenen, göktaşlarına çarpa çarpa darmadağın olmuş bir uyduyduk aslında.
Belki de uydular bizi taklit ediyorlardı.
"Bak şimdi!" diyordu, Sputnik, Juno'ya.
"Yanlış insnlara rastlayıp darmadağın insan taklidi yapacağım! Bir göktaşına çarpacağım ve dağılacağım... Her parçam bir şeyleri mahvedecek."
Sonunda ışığın kaynağına ulaşmıştı.
Ve sonunda, onu gördü.
Onu görür görmez, ağzından o sözcükler döküldü o çocuğun:
"Uzay Kızı..."
"Uzayın Kızı..." dedi ona.
Kocaman bir kasıkı vardı elinde, siyah saçları, giydiği tuhaf beyaz elbisenin üzerine dökülmüştü.
mavi gözlerini gördüğünde, "Venüs..." diye kekeledi. En sevdiği gezegene benziyordu...
Onu, Botticelli'nin Afrodit'ine benzetti.
Ares'in yasak aşkı kadar kutsal gözükmüştü gözüne.
"Ben Paris'im.." dedi kendi kendisine.
"Elma.." diye kekeledi.
İşte ilk kez böyle görmüştü ışık getiren kadını.
Piyano festivali için gelen insanların dışarıdan seslerini duyabiliyordum, polis sirenleri benim için çalıyordu.
Eski ve yeterince pis kokan bir piyanonun altına cenin pozisyonunda uzanmıştım, yerdeki kırmızı halının bana çağrışımı farklı şeyler oluyordu.
Ama neyse ki, içinde bulunduğum durum, bana bir kitabı hatırlatıyor.
"Sevgili Casaubon.." demişti, Belbo.
Ben de bir keresinde sarkacı görmüştüm...
Gözlerimi kapatıp Sarkacı hayal etmeye başladım, Notarikon ve Gematria hakkında tez yazacak kadar bilgiye sahiptim.
Artık ben de modern bir kabalacıydım!
Sahi, acaba kaçıncı sefirottaydım?
Hemen sol tarafımda bulunan açık cama koşup dışarı çıkma isteğime yenik düşüyorum, dışarı çıkmak beni bir nebze olsun rahatlatıyor çünkü polis sirenleri yok oluyor...
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...
Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...
Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
Bir keresinde Othello'nun oynandığı bir tiyatronun en can alıcı yerinde ayağa kalkıp "MIZRAKSALLAYAN ASLINDA FRANCIS BACON'DI!" diye bağırmış ve tutuklanmıştım, insanların gerçeklere karşı bir alerjisi vardı. Şimdi gerçeği duymayı haketmediklerine karar verdim.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.
Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.
Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...
İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
Onu koruyacaktım!
Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
Bir fotoğrafta 2 Sophia...
Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.
Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!
Ben Yemenja'ydım.
Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!
Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!
Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!
Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?
Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.
Ama gerçek çok farklıydı.
Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
Silahı başıma götürüyorum.
Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
Ben Doğa ananın kızıyım.
Ben modern Simyacıyım.
Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
Eski ve yeterince pis kokan bir piyanonun altına cenin pozisyonunda uzanmıştım, yerdeki kırmızı halının bana çağrışımı farklı şeyler oluyordu.
Ama neyse ki, içinde bulunduğum durum, bana bir kitabı hatırlatıyor.
"Sevgili Casaubon.." demişti, Belbo.
Ben de bir keresinde sarkacı görmüştüm...
Gözlerimi kapatıp Sarkacı hayal etmeye başladım, Notarikon ve Gematria hakkında tez yazacak kadar bilgiye sahiptim.
Artık ben de modern bir kabalacıydım!
Sahi, acaba kaçıncı sefirottaydım?
Hemen sol tarafımda bulunan açık cama koşup dışarı çıkma isteğime yenik düşüyorum, dışarı çıkmak beni bir nebze olsun rahatlatıyor çünkü polis sirenleri yok oluyor...
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...
Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...
Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
Bir keresinde Othello'nun oynandığı bir tiyatronun en can alıcı yerinde ayağa kalkıp "MIZRAKSALLAYAN ASLINDA FRANCIS BACON'DI!" diye bağırmış ve tutuklanmıştım, insanların gerçeklere karşı bir alerjisi vardı. Şimdi gerçeği duymayı haketmediklerine karar verdim.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.
Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.
Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...
İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
Onu koruyacaktım!
Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
Bir fotoğrafta 2 Sophia...
Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.
Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!
Ben Yemenja'ydım.
Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!
Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!
Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!
Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?
Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.
Ama gerçek çok farklıydı.
Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
Silahı başıma götürüyorum.
Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
Ben Doğa ananın kızıyım.
Ben modern Simyacıyım.
Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
Yapmazsın artık,
Yapmazsın. Bir hapşırık
Ya da soluk alış benim için cesaret işi.
Ey yoksul ve beyaz, bir ayak gibi
İçinde otuz yıl yaşadığım siyah papuç.
Babişko, seni öldürmek zorundaydım.
Sen kendin öldün, ben zaman bulamadım -
Mermer misali ağır, bir çanta dolusu Tanrı,
Tiksinç anıt, tek bir boz tırnaklı,
Bir Frisco foku kadar endamlı.
Ve hilkat garibesi Atlas'ta bir kafa
Akıtır yeşil fasulyeleri maviliklere,
Güzelim Nauset açıklarındaki sulara.
Dua ederdim kendine gelesin diye.
Ach, du.
Alman dilinde, o Lehistan şehrini
Ezerek yamyassı etti
Savaşlar, savaşlar, savaşların merdanesi.
Fakat o şehrin adı sıradandır.
Leh dostum diyor ki
Bir ya da iki düzine vardır.
Yani asla söyleyemem nereye
Koyduğunu papucunu, tohumunu,
Seninle hiç konuşamadım.
Çeneme saplandı dilim.
Dikenli tellerin tuzağına saplandı.
Ich, ich, ich, ich,
Handiyse konuşamıyordum.
Her Alman'ı sen sanıyordum.
Ve o tiksindirici lisan
Bir lokomotif misali, bir lokomotif gibi
Çufçuflayarak Dachau'ya, Auschwitz'e,
Götürüyordu beni Belsen'e, bir Yahudi misali.
Konuşmaya başladım bir Yahudi gibi.
Sanırım pekala olabilirim bir Yahudi.
Tirol'un karları, Viyana'nın berrak birası
Ne o denli saftır ne de gerçeğin aslı.
Çingene atalarımla ve tuhaf talihimle
Ve Taroc iskambil destemle ve Taroc destemle
Biraz Yahudi olabilirim.
Hep korktum senden,
Luftwaffe oluşundan, karmaşık belâgatından.
Ve o düzgün bıyığından
Ve o parlak mavi Aryan gözlerinden.
Panzer-adam, panzer-adam, Hey Sen –
Tanrı değilsin fakat bir gamalı haçsın
Öyle karasın ki bütün gökleri boğarsın.
Bir Faşist'e tapar her kadın,
İner yüze çizmesi o hayvanın,
Senin gibi hayvandır yüreği o hayvanın.
Babişko, durursun karatahtanın önünde,
Bende bulunan o resminde,
Ayağın yerine, çenen ikiye ayrıktır
Ne ki daha az şeytan sayılmazsın, hayır
Benim kıpkırmızı yüreğimi ısırıp ikiye bölen
O karanlık adamsın tastamam.
Seni gömdüklerinde on yaşındaydım.
Yirmisindeyken ölmeye çalıştım
Ve geri dönmeye, geriye, sana dönmeye.
Yapabilir diye düşündüm kemikler bile.
Ama çıkardılar beni çuvaldan,
Ve zamkladılar parçalarımı tekrardan.
Ve anladım ne yapılması gerektiğini.
Yaptım senin bir modelini.
Ve raflarla vidalara duyduğu sevgisini
Kara giysilerde taşıyan Meinkampf bakışlı bir adam.
Ve dedim ki, yapabilirim, evet.
Yani babişko, nihayete erdim nihayet.
Kara telefon kesildi kökünden.
Kıvrıla kıvrıla geçemez artık sesler.
Birini öldürmüş olsaydım, öldürürdüm iki kişi–
Ve bir zaman boyunca kanımı içti,
Öldürürdüm sen olduğunu söyleyen vampiri.
Yedi yıl boyunca, eğer bilmek istersen.
Babişko, artık sırt üstü uzanabilirsin.
Bir kazık o şişko kara kalbine,
Ve köylüler hiç sevmedi seni.
Dans edip tepiniyorlar üzerinde.
Hep biliyorlardı sen olduğunu.
Babişko, babişko, bok herif, işim bitti seninle.
Yapmazsın. Bir hapşırık
Ya da soluk alış benim için cesaret işi.
Ey yoksul ve beyaz, bir ayak gibi
İçinde otuz yıl yaşadığım siyah papuç.
Babişko, seni öldürmek zorundaydım.
Sen kendin öldün, ben zaman bulamadım -
Mermer misali ağır, bir çanta dolusu Tanrı,
Tiksinç anıt, tek bir boz tırnaklı,
Bir Frisco foku kadar endamlı.
Ve hilkat garibesi Atlas'ta bir kafa
Akıtır yeşil fasulyeleri maviliklere,
Güzelim Nauset açıklarındaki sulara.
Dua ederdim kendine gelesin diye.
Ach, du.
Alman dilinde, o Lehistan şehrini
Ezerek yamyassı etti
Savaşlar, savaşlar, savaşların merdanesi.
Fakat o şehrin adı sıradandır.
Leh dostum diyor ki
Bir ya da iki düzine vardır.
Yani asla söyleyemem nereye
Koyduğunu papucunu, tohumunu,
Seninle hiç konuşamadım.
Çeneme saplandı dilim.
Dikenli tellerin tuzağına saplandı.
Ich, ich, ich, ich,
Handiyse konuşamıyordum.
Her Alman'ı sen sanıyordum.
Ve o tiksindirici lisan
Bir lokomotif misali, bir lokomotif gibi
Çufçuflayarak Dachau'ya, Auschwitz'e,
Götürüyordu beni Belsen'e, bir Yahudi misali.
Konuşmaya başladım bir Yahudi gibi.
Sanırım pekala olabilirim bir Yahudi.
Tirol'un karları, Viyana'nın berrak birası
Ne o denli saftır ne de gerçeğin aslı.
Çingene atalarımla ve tuhaf talihimle
Ve Taroc iskambil destemle ve Taroc destemle
Biraz Yahudi olabilirim.
Hep korktum senden,
Luftwaffe oluşundan, karmaşık belâgatından.
Ve o düzgün bıyığından
Ve o parlak mavi Aryan gözlerinden.
Panzer-adam, panzer-adam, Hey Sen –
Tanrı değilsin fakat bir gamalı haçsın
Öyle karasın ki bütün gökleri boğarsın.
Bir Faşist'e tapar her kadın,
İner yüze çizmesi o hayvanın,
Senin gibi hayvandır yüreği o hayvanın.
Babişko, durursun karatahtanın önünde,
Bende bulunan o resminde,
Ayağın yerine, çenen ikiye ayrıktır
Ne ki daha az şeytan sayılmazsın, hayır
Benim kıpkırmızı yüreğimi ısırıp ikiye bölen
O karanlık adamsın tastamam.
Seni gömdüklerinde on yaşındaydım.
Yirmisindeyken ölmeye çalıştım
Ve geri dönmeye, geriye, sana dönmeye.
Yapabilir diye düşündüm kemikler bile.
Ama çıkardılar beni çuvaldan,
Ve zamkladılar parçalarımı tekrardan.
Ve anladım ne yapılması gerektiğini.
Yaptım senin bir modelini.
Ve raflarla vidalara duyduğu sevgisini
Kara giysilerde taşıyan Meinkampf bakışlı bir adam.
Ve dedim ki, yapabilirim, evet.
Yani babişko, nihayete erdim nihayet.
Kara telefon kesildi kökünden.
Kıvrıla kıvrıla geçemez artık sesler.
Birini öldürmüş olsaydım, öldürürdüm iki kişi–
Ve bir zaman boyunca kanımı içti,
Öldürürdüm sen olduğunu söyleyen vampiri.
Yedi yıl boyunca, eğer bilmek istersen.
Babişko, artık sırt üstü uzanabilirsin.
Bir kazık o şişko kara kalbine,
Ve köylüler hiç sevmedi seni.
Dans edip tepiniyorlar üzerinde.
Hep biliyorlardı sen olduğunu.
Babişko, babişko, bok herif, işim bitti seninle.
"insanlara ne zaman altın oran muamelesi yapmayı bırakacağız? hayatımıza insanlar giriyor, onlara 3 ekliyor, 5 çıkarıyoruz. Yetmiyor, o insanları 25 parçaya bölüyoruz! bunları yaparken duyguları, yaşadıkları, gözyaşları... bunların hiçbir önemi yok! olmuyorlar, bir türlü 1,618'e tamamlanmıyorlar! sonra onları hayatımızdan atıyoruz ve diyoruz ki, "bu aslında 3'tü, benim ihtiyacım olan 7..." sonra da yeni kurbanımız 7 oluyor."
bu amcamız, siyasi konuda nadir saygı duyup önünde eğilebileceğim insanlardan biri.
bu amcamız, hukuk okuyup hakimlik yapmaya başlar lakin bir süre sonra içinde insan sevgisi belirir ve idam emri vermemek adına görevinden istifa edip jacobenlere katılır. zekası ve elbette ki insanların kanına girecek kadar güzel konuşma yeteneğiyle jacobenlerin başını çekecek hale gelir, zira burjuvayı yermeye başlayıp halkın yanında olduğunu belirtir.
o büyük, o güzel atlı insanların başlattığı bastille baskını sonrasında monarşinin yavaş yavaş çökmesini izleyen robespierre, kralın idam edilmesini saint-just, danton ve marat ile birlikte sağladı.
"kral ölmeli ki cumhuriyet yaşasın" dedi, sonra dahasını da ekledi, "kralcı da ölmeli, hatta kralcılar ölürken onlara üzülenler de ölmeli!" dedi ve terör dönemi gibi korkunç bir dönemi başlattı. binlerce kişinin idam edilmesini sağladı, lakin devrim ne yazık ki kendi çocuklarını da yediği için, 1794'te kendisi de idam edildi.
idam edilmesi de başlı başına bir tartışma konusu elbette, önce tutuklanır, sonrasında ise bir takım robespierre yandaşları onu tutuklu olduğu hapishaneden kaçırır *reenkarnasyon var ise kesin bu amcayı kaçıranlar arasında ben de varım.* lakin bu kaçırma işe yaramaz, ulusal muhafızlar tarafından kuşatılırlar, robespierre o sırada intihar etmek istese de çene kemiğini paramparça etmek dışında hiçbir şey yapamaz.
aynı günün sonunda giyotinle idam edilir.
bu amcamız, hukuk okuyup hakimlik yapmaya başlar lakin bir süre sonra içinde insan sevgisi belirir ve idam emri vermemek adına görevinden istifa edip jacobenlere katılır. zekası ve elbette ki insanların kanına girecek kadar güzel konuşma yeteneğiyle jacobenlerin başını çekecek hale gelir, zira burjuvayı yermeye başlayıp halkın yanında olduğunu belirtir.
o büyük, o güzel atlı insanların başlattığı bastille baskını sonrasında monarşinin yavaş yavaş çökmesini izleyen robespierre, kralın idam edilmesini saint-just, danton ve marat ile birlikte sağladı.
"kral ölmeli ki cumhuriyet yaşasın" dedi, sonra dahasını da ekledi, "kralcı da ölmeli, hatta kralcılar ölürken onlara üzülenler de ölmeli!" dedi ve terör dönemi gibi korkunç bir dönemi başlattı. binlerce kişinin idam edilmesini sağladı, lakin devrim ne yazık ki kendi çocuklarını da yediği için, 1794'te kendisi de idam edildi.
idam edilmesi de başlı başına bir tartışma konusu elbette, önce tutuklanır, sonrasında ise bir takım robespierre yandaşları onu tutuklu olduğu hapishaneden kaçırır *reenkarnasyon var ise kesin bu amcayı kaçıranlar arasında ben de varım.* lakin bu kaçırma işe yaramaz, ulusal muhafızlar tarafından kuşatılırlar, robespierre o sırada intihar etmek istese de çene kemiğini paramparça etmek dışında hiçbir şey yapamaz.
aynı günün sonunda giyotinle idam edilir.
onda var anlamına gelen, France Gall şarkısı. 1987 çıkışlı bu şarkı ne yazık ki insanı günlerce "dö la vaaaaaaağ" diye gezdirecek güzelliğe sahip.
aynı zamanda başarılı bir remix'i de mevcut.
aynı zamanda başarılı bir remix'i de mevcut.