rahmetli yusuf atıgan'ın mutlaka okuması gereken kitabı. ha bu demek değil ki anayurt oteli okunmasa da olur. zebercetler kolay bulunmuyor arkadaş.
bir eylem. izninizle bir hikayeden kısa bir pasajı paylaşayım sizlerle:
...Bugün neye tanık oldum biliyor musunuz Mahur bey? Benim vesikalık bir fotoğrafım vardı, bilmem hatırlar mısınız? Hatırlarsınız elbet Mahir bey, zaten bana ait olan tek şey o fotoğraftı, yoksa siz nereden tanıyacaksınız beni? Neyse Mahur bey, uzun lafın kısası, bugün Beyoğlu'na çıktım ben. Çıkmasına çıktım da bir de ne göreyim. Hani o cadde var ya Mahur bey, insanın her yüzünü gördüğünüz o cadde, işte o caddedeki bütün direklerde benim vesikalık resmimin büyükçe bir kopyası! Üzerine de "Kayıp" diye yazmışlar büyük harflerle. Altta bir irtibat numarası, en altta da: "İnsanlık namına gören olursa bizimle muhakkak irtibata geçsin.". Mahur bey sorarım size, böyle korkunç bir şeyi kim neden yapar? Tahayyül edebiliyor musunuz? Birisi benim o vesikalığımı nasıl temin ettiyse etmiş ve her bir direğe yapıştırıvermiş. Sonra bir de güya insanlıktan bahsetmiş. Hangi insanlık Mahur bey? Bu düpedüz hırsızlığa girmez mi? Üstelik ben kayıp mıyım Mahur bey? Sorarım size! Kaybolan ben miyim yoksa benim hayatım mı? Ah şu insanlar! Gördünüz mü Mahur bey, "kayıpları" bile birbirine karıştırıyorlar artık!...
...Bugün neye tanık oldum biliyor musunuz Mahur bey? Benim vesikalık bir fotoğrafım vardı, bilmem hatırlar mısınız? Hatırlarsınız elbet Mahir bey, zaten bana ait olan tek şey o fotoğraftı, yoksa siz nereden tanıyacaksınız beni? Neyse Mahur bey, uzun lafın kısası, bugün Beyoğlu'na çıktım ben. Çıkmasına çıktım da bir de ne göreyim. Hani o cadde var ya Mahur bey, insanın her yüzünü gördüğünüz o cadde, işte o caddedeki bütün direklerde benim vesikalık resmimin büyükçe bir kopyası! Üzerine de "Kayıp" diye yazmışlar büyük harflerle. Altta bir irtibat numarası, en altta da: "İnsanlık namına gören olursa bizimle muhakkak irtibata geçsin.". Mahur bey sorarım size, böyle korkunç bir şeyi kim neden yapar? Tahayyül edebiliyor musunuz? Birisi benim o vesikalığımı nasıl temin ettiyse etmiş ve her bir direğe yapıştırıvermiş. Sonra bir de güya insanlıktan bahsetmiş. Hangi insanlık Mahur bey? Bu düpedüz hırsızlığa girmez mi? Üstelik ben kayıp mıyım Mahur bey? Sorarım size! Kaybolan ben miyim yoksa benim hayatım mı? Ah şu insanlar! Gördünüz mü Mahur bey, "kayıpları" bile birbirine karıştırıyorlar artık!...
İsrail'in kurulmasında rol oynayan ilk aşama. 9 Kasım 1938'i, 10 Kasım 1938'e bağlayan bu gecede yüzlerce Yahudi'nin dükkanları yağmalanmış, dükkanların camları kırılmıştır. Adını, kırılan camların gece esnasında ışık altında kristal gibi parlamasından almaktadır.
hitler'in şansölye olarak atanmasına direnmiş ancak bunda başarılı olamamış alman devlet başkanı. hayatını kaybettikten sonra yerine geçen hitler, nazi partisi önderliğinde almanya'yı ikinci dünya savaşı'na sürüklemiştir.
abd'yi ikinci dünya savaşı'na fiilen sokan olay. japonlar tarafından hawaii'de bulunan abd filosuna gerçekleştirilmiştir. arkasında bir komplo teorisini de barındırmaktadır. bu komplo teorisine göre, saldırı öncesi saldırıdan haberdar olan abd "false flag" kavramının başarılı bir uygulamasını sergilemiştir.
ELİF'İN YALNIZLIĞI
Elif olmak şöyle bir şey galiba:
Herşey Elif'le başlıyor da,
Elif'le noktalanmıyor her zaman.
Lakin, Elif'in bir farkı var diğerlerinden,
Elif yoksa Be nin bir anlamı yok,
Elif yoksa Te nin bir anlamı yok,
Elif yoksa Se nin bir anlamı yok.
Yalnızlıksa bedel,
Elif olmanın bedeli.
Ama öyle bir yalnızlık değil bu,
Bildiğin bir yalnızlık değil.
İlki ilk yapan, yalnız olması en başta,
O'nun yalnızlığı sadece.
O yoksa ikinci yok, gerisi hiç yok.
Elif'in yalnızlığı da bu işte.
Elif olmak şöyle bir şey galiba:
Herşey Elif'le başlıyor da,
Elif'le noktalanmıyor her zaman.
Lakin, Elif'in bir farkı var diğerlerinden,
Elif yoksa Be nin bir anlamı yok,
Elif yoksa Te nin bir anlamı yok,
Elif yoksa Se nin bir anlamı yok.
Yalnızlıksa bedel,
Elif olmanın bedeli.
Ama öyle bir yalnızlık değil bu,
Bildiğin bir yalnızlık değil.
İlki ilk yapan, yalnız olması en başta,
O'nun yalnızlığı sadece.
O yoksa ikinci yok, gerisi hiç yok.
Elif'in yalnızlığı da bu işte.
ısı transferinde kullanılan bir sayı. bağıntı açısından nusselt sayısını bulmaya yarayan bağıntı ile benzer ifadeleri içerir fakat biot sayısı katılarla ilgiliyken nusselt sayısı akışkanlarla ilgilidir. biot sayısı, taşınımla ısı transferine maruz kalan bir katının içindeki sıcaklık dağılımının üniform (düzgün) olup olmayacağını belirler. biot sayısı yaklaşık olarak 0.1 civarında ise katı içerisinde düzgün dağılımlı bir sıcaklık profili ortaya çıkar.
biot sayısı ne kadar büyük olursa, katı içerisindeki sıcaklık gradyanları da o ölçüde büyük demektir. yani katı, kendi içindeki ısıl iletime büyük bir direnç gösterirken, taşınımla maruz kaldığı ısı transferine ise tam tersi bir şekilde düşük direnç göstermektedir.
biot sayısı ne kadar büyük olursa, katı içerisindeki sıcaklık gradyanları da o ölçüde büyük demektir. yani katı, kendi içindeki ısıl iletime büyük bir direnç gösterirken, taşınımla maruz kaldığı ısı transferine ise tam tersi bir şekilde düşük direnç göstermektedir.
ragıp efendi
ölümünü düşlüyor ragıp efendi.
üstünde temiz beyazı,
başucunda soğutan ayazı,
artık ne kışı var, ne de yazı,
neylesin tezenesi vurmayan sazı,
ne fazlası ne de biraz azı,
ölümünü düşlüyor ragıp efendi.
ölümünü düşlüyor ragıp efendi.
üstünde temiz beyazı,
başucunda soğutan ayazı,
artık ne kışı var, ne de yazı,
neylesin tezenesi vurmayan sazı,
ne fazlası ne de biraz azı,
ölümünü düşlüyor ragıp efendi.
kanlı ishal. özellikle 2. dünya savaşı'nda almanlar'ın rusya harekatının başarısızlıkla sonuçlanmasında ciddi olumsuz etikleri olmuştur.
abd başkanlarından richard nixon'ı koltuğundan eden abd tarihinin en büyük skandallarından birisi.
Almanlar'ın 2. dünya savaşı sırasında kullandıkları şifreleme makinesi.
seçtiği nick'ten de belli olduğu üzere kendisi sinema konusunda bir gurudur.
"ben ruhi bey nasılım" adlı bir şiiri de bulunan 8 ağustos 1928'de doğan ve 28 mayıs 1986'da vefat eden şair.
uzun zamandır bir şeyler yazamıyorum. sanıyorum ilham perisi benden uzun süredir uzaklarda bir yerde. umarım geri döner, sana ihtiyacım var ilham perisi.
Rahmetli Tahsin Yücel'in çevirdiği Sisifos Söyleni'de sıkça kullandığı kavram.
ısı transferinde kullanılan bir sayı. moleküler difüzyon (akışkanlarda iletimle olan ısı geçişi) + adveksiyon (akışkanlarda taşınımla olan ısı geçişi)'un, moleküler difüzyona oranıdır. değeri büyüdükçe taşınımla olan ısı transferi baskın hale gelir. nu=1 olduğunda ise ısı transferi taşınım yerine moleküler difüzyonla, yani sadece iletim yoluyla oluyor demektir.
1963 yılının 21 aralık'ını 22'aralık'a bağlayan gecede aşırı milliyetçi rum örgütü eoka tarafından gerçekleştirilen katliam. bu gecede yüzlerce kıbrıs türk'ü öldürülmüştür.
abd'nin 1. körfez savaşı'nda gerçekleştirdiği operasyonun ismi.
Hitler'in, iktidarını sağlamlaştırmak adına oynadığı "ilk tiyatro". Hükümet Binası'nda uygulattığı sabotaj ile bütün suç muhalifler üzerine atılmıştır.
"öğreniyoruz albayım, yaşayarak öğreniyoruz nasıl ölüneceğini."
"ah albayım, acılara dayanmak ne kadar zor imiş. sırtım kan revan içinde."
- yalnızlığımızı neden bu kadar seviyoruz biliyor musun olric?
- neden efendimiz?
- çünkü bize ihanet etmeyen tek şey yalnızlığımız
ve niceleri...
"ah albayım, acılara dayanmak ne kadar zor imiş. sırtım kan revan içinde."
- yalnızlığımızı neden bu kadar seviyoruz biliyor musun olric?
- neden efendimiz?
- çünkü bize ihanet etmeyen tek şey yalnızlığımız
ve niceleri...
1. dünya savaşı'nın en büyük kıvılcımına kurban giden avusturya arşidükü, prensi. gavrilo princip adlı sarhoş bir sırp tarafından silahla öldürülmüştür.
araftaki seher seferi
Ne yaşayabiliyorum ne de ölebiliyorum can gibi
Araf denen yerdeyim
Ne duyabiliyorum ne de görebiliyorum ben gibi
Bilinmeyen bir haldeyim
Ne durabiliyorum ne de gidebiliyorum sen gibi
Hiç bitmeyen bir seferdeyim
Ne doğabiliyorum ne de batabiliyorum güneş gibi
Hiç bitmeyen bir seherdeyim
Ne yaşayabiliyorum ne de ölebiliyorum can gibi
Araf denen yerdeyim
Ne duyabiliyorum ne de görebiliyorum ben gibi
Bilinmeyen bir haldeyim
Ne durabiliyorum ne de gidebiliyorum sen gibi
Hiç bitmeyen bir seferdeyim
Ne doğabiliyorum ne de batabiliyorum güneş gibi
Hiç bitmeyen bir seherdeyim
tıp dünyasında pnömoni olarak da bilinmektedir.
ısı transferinde kullanılan boyutsuz bir sayı. katı bir cisimde, ısı iletiminin ısıl enerjinin depolanma hızına oranıdır.
kütle trafansferinde kullanılan, nusselt sayısının ısıl sınır tabakada gördüğü görevin aynısını derişiklik sınır tabakası için gören boyutsuz bir sayı.
"zaman değirmeni hepimizi yavaş yavaş öğütüyor işte..."
"dudaklarımdan bal yerine sen damlasan ya!
"intikam, sıcak bir çorba mıdır yoksa soğuk bir meze mi bilmem ben. bildiğim, hangisi olursa olsun tadının güzel olduğu."
"şimdi bana ettiğin her bir ithaf, benim için bir laf-ı güzaf adeta tanıdık yabancı."
"hayallerimiz ertelenmiş gerçeklerimizdir kimi zaman, kimi zamansa geniş zamana ait birer yalan."
"suallerden, sorgulardan uzak durmaktır sevmek. beraat ettirmektir her bir şüpheyi teker teker. öncesini, sonrasını unutmaktır; zamanı kendi haline bırakmak. hülasa, anılarla yaşamak değil, anlarla yaşamaktır sevmek."
prag doğumlu yazar. "dönüşüm" adlı romanı yazdığı romanlar arasında belki de en dikkat çekici olanıdır. dönüşüm'de olaylar uyandığında kendisini bir hamam böceği olarak bulan gregor samsa'nın gözünden anlatılır.
türkiye cumhuriyeti devleti'nin resmi kurucusudur.
boru içindeki sıkıştırılamaz akış için kritik değeri 2300 iken levha üzerindeki akışta kritik değer 5x10^5 olur. fiziksel anlam olarak ise; atalet kuvvetlerinin vizskoz kuvvetlere oranıdır.
türk eğitim sisteminde eğitimi dört yıllık bir süreci kapsayan bir meslek.
gürcü diktatör ve devlet adamı. ikinci dünya savaşı'nın ilk yıllarında abd tarafından kendisine "uncle joe" (joe amca) lakabı uygun görülmüştür. tabii bu durum, stalin'in özellikle polonya'da yaptığı katliamları "bazı tatsız olaylar" olarak göstermeye yetmemiştir. zira kendisi katyn katliamı'nın baş mimarıdır.
(bkz:mendilimde kan sesleri)
her yere yetişilir
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bağışla
boynu bükük duruyorsam eğer
içimden öyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konyanın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denize benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
öylesine benzer ki
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
ve bir gün birinin adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer
anısı işsizliktir
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir
ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi.
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı
-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
cıgara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskidenberi
ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun çabuk
bakıyorum da simdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kıl gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...
bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzluğu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şişeleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli değil
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar.
ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
mendilimde kan sesleri.
her yere yetişilir
hiçbir şeye geç kalınmaz ama
çocuğum beni bağışla
ahmet abi sen de bağışla
boynu bükük duruyorsam eğer
içimden öyle geldiği için değil
ama hiç değil
ah güzel ahmet abim benim
insan yaşadığı yere benzer
o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
suyunda yüzen balığa
toprağını iten çiçeğe
dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
konyanın beyaz
antebin kırmızı düzlüğüne benzer
göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
denize benzer ki dalgalıdır bakışları
evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
öylesine benzer ki
ve avlularına
(bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
ve sözlerine
(yani bir cep aynası alım-satımına belki)
ve bir gün birinin adres sormasına benzer
sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
minibüslerine, gecekondularına
hasretine, yalanına benzer
anısı işsizliktir
acısı bilincidir
bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
gülemiyorsun ya, gülmek
bir halk gülüyorsa gülmektir
ne kadar benziyoruz türkiye'ye ahmet abi.
bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
dirseğin iskemleye dayalı
-- bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
cıgara paketinde yazılar resimler
resimler: cezaevleri
resimler: özlem
resimler: eskidenberi
ve bir kaşın yukarı kalkık
sevmen acele
dostluğun çabuk
bakıyorum da simdi
o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
ve zaman dediğimiz nedir ki ahmet abi
biz eskiden seninle
istasyonları dolaşırdık bir bir
o zamanlar malatya kokardı istasyonlar
nazilli kokardı
ve yağmurdan ıslandıkça edirne postası
kıl gibi ince istanbul yağmurunun altında
esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
kadının ütülü patiskalardan bir teni
upuzun boynu
kirpikleri
ve sana ahmet abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
sofranı kurardı
elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
çocuklar doğururdu
ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar büyüyecek
o çocuklar...
bilmezlikten gelme ahmet abi
umudu dürt
umutsuzluğu yatıştır
diyeceğim şu ki
yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
çocuklar, kadınlar, erkekler
trenler tıklım tıklım
trenler cepheye giden trenler gibi
işçiler
almanya yolcusu işçiler
kadınlar
kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
ellerinde bavullar, fileler
kolonyalar, su şişeleri, paketler
onlar ki, hepsi
bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
ah güzel ahmet abim benim
gördün mü bak
dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
ve dağılmış pazar yerlerine memleket
gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
gelse de
öyle sürekli değil
bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
o kadar çabuk
o kadar kısa
işte o kadar.
ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar
diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
mendilimde kan sesleri.
insanlar umudun gücünün farkında değiller, ne yazık. halbuki umut varsa orada bir nefes, orada bir kalp atışı vardır.
ıstakozun damarlarında dolaşan kandır.
"ruh molekülü" olarak da isimlendirilen ve açılımı "dimetiltriptamin" olan yapı. beyinde yer alan epifiz bezi tarafından üretilmektedir.
bibere acılığını veren madde.
modern türkiye'nin oluşumu isimli kitabın yazarı.
(bkz: ben ruhi bey nasılım)
ı
gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
büyük bahçelerin küçük içinde
saksılardan birinde
gördüm de
uyurken uyandırılmış gibi
beni bir sardunya büyüttü belki.
o ben ki
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.
ne peki
yere dökülen bir un sessizliği mi
göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
işini bitirmiş bir org tamircisinin
tuşlardan birine dokunacakkenki
dikkati ve tedirginliği mi.
bekler mi beni
her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
bir sürü yaz gününün içinde
acaba bekler mi beni
uykularım, o sonsuz uykularım
yanmış bir limonluktaki
- ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
sesini hiç eksiltmeyen -
ama bilmez miyim ben
bilmez miyim hiç
böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
kısacık bir zaman olmalıydı elimde
turfanda meyva gibi bir zaman
yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
geçerek erguvanların dönemecinden
leylakların dörtyol ağzından
yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
acının dudaklarına ve geçmişin
bir yaban gülü yaprağı gibi beni
ama ne gezer.
korkmuyorum artık solmaktan
solmaktan ve solgunluktan
gelmişim nerelerden böyle
kurumuş bir dere yatağı gibi
ya da pek kurumamış da
baygın, hasta ya da cançekişen
çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
yorgun düşerek taşımaktan
ve ne çıkar ayırmasam kendimi
suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.
koylardan
kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
ayırmasam kendimi
diyorum ayırmasam
köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
içindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
cepleri yüreği cepleri
ayırmasam da ben
kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
bu kımıltısız gövde
görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
o müşiş öğle sıcağında
pencerenin önünde örgü ören birinin
- örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
görülmediği gibi
ama var mıydı sanki görülmek isteyen
var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.
ıı
ve her şey hızla yetişti sonra
sarı bir günün kahverengi yarınına.
yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
ağaç da çürümüş zaten
kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
yoklamışlar orasından burasından
kim bilir.
ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
önemsiz bir iki anıdanbaşka
ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
sorarım ne bulmuşlar
çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
anılar.
oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
bir şeyler olmalıydı. ve sanki
yıllar var ki saklamışım orda ben
saklamışım anlaşılan
odasında yapayalnız doğuran bir kadının
dışa vurmak istemediği
ya da pek gereksinmediği
o iniltiyi andıran
duyurulmayan her şeyi.
ııı
ve her şey dönüştü işte
kahverengi bir çarşambadan
sapsarı bir cumartesiye.
ansızın bir rüzgar çıktı demin
çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
yakıyor gözkapaklarımı da
toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.
(kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
1 - işte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
2 - süt emer gibi bir memeden
bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3 - dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)
(ansak mı anmasak mı
yeri mi şimdi değil mi
bir tren yolculuğunda ve her yerde
her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
saatler iyi
adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
ve bütün yolcuların dalgın
koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
görünüşte kararsız
görünüşte üzgün, endişeli
görsek mi acaba, görmesek mi
açıp da kapalı gözlerini arada
şöyle bir görünümü tek bir solukta
yalandan, inatla içine çekenleri
ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
bir tilki çevikliğiyle, acele
katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
bilmem ki, görmesek mi
durunca tren bir istasyonda
dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
tutarak parmaklarıyla yalancı
ve ucuzundan bir kolyeyi
acaba görmesek mi
bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.
ansak mı anmasak mı acaba
yeri mi şimdi, değil mi
sırasını bekleyen bir kadının, hasta
gereğinden fazla abartılmış yüzünü
besbelli iğrenirdiniz
çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
bir duvar saatine ya da kapıya
telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
kısaca
kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
gördünüz, görüverdiniz bir daha
sıyrılmış acılardan ansızın
sevecen, durgun, sade
o yüzü
belki de, orda, acele
karar verdiniz
bir anneniz olsun isterdiniz böyle
ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
her neyse...
söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
ben uzun yolları hiç sevmem
doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)
ıv
bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
denize bırakılmış çöpler gibi
yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.
bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
içinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
yağmurlu bir sundurmaya
ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
pencerelerde ve her yanda.
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.
(nerdeyim
kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
para bozduranların az çok bildiği
adres soranların gene bildiği
bir sokakta bir aşağı bir yukarı
saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
amansız bir güceniğim.)
geri getiriyor bunları rüzgar
geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
iniltili, hasta bir konağı da
çatısında baykuşların tünediği
birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
bir konağı ve konağın olanca görkemini
geri getiriyor rüzgar.
(konaksa yandı çoktan
tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
iyi biliyorum tertemiz bir asfalt
ezip geçti onu
kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)
ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
meyhaneler, genelevler
pasajlar, dar sokaklar, geçitler
soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
ve bütün ilişkiler
birden yerini aldı.
ve her şey yetişti gene
sarı bir çarşambadan
kahverengi bir cumartesiye.
v
ben ruhi bey, nasıl olan ruhi bey
nasılım
bir yaz ikindisinden çıktım geldim
diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
kapıyı iyice kapadım
- kapadım mı, evet, kapadım -
çitlenbik ağacının altından geçtim
frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
dişlerimle sıyırdım
sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
azıcık gülümsedim
ve dünya bana gülümsedi
çakılların üstünden yürüdüm
yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
iyice duydum
çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
- çok yüksekti. deniz dibi renginde ve demirdendi. üstünde aslan başı
kabartmalar vardı. iki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
dışardan çam ğaçları görünürdü. bir kırbaç gibi görünürdü. ve
ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
on sekiz on beş trenine yetiştim
geniş kadife koltuğa oturdum
puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
haydarpaşa'ya kadar bulmaca çözdüm
iskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
bakışından tedirgin oldum
giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
vapurla karaköy'e geçtim
tokatlı'ya uğradım
köprüden aldığım fransız dergilerini karıştırdım
kirazla bir kadeh rakı içtim
çıkarken boy aynasında kendime baktım
oldukça yakışıklıydım
gömleğim temizdi, beyaz ceketim
tertemizdi ve ayakkabılarım
pantolonum ütülü
yelek cebimde ince altın bir zincir
sarı ve ince bıyıklarım
tam ruhi bey bıyığıydı
ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
- zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
boynumda menekşe rengi bir papyon
hafifçe sarkık
dudağımda bitti bitecek bir sigara
kenarında dudağımın
dışarı çıktım.
tünele bindim, asmalımescit'teki viyana lokantasına geldim.
avusturyalı karı koca beni karşıladılar
ikisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
karşıladılar
benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. beyaz ruslardandılar, gözleri
necef taşı gibi sert ve parlaktı
tezgahta bir leh yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
markiz'e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
düzeltip arada bir bıyıklarımı
uçları hafifçe ıslak
bir ara pencere camında kendime baktım
baktım ki, ben ruhi bey
nasıl olan ruhi bey
daha nasılım.
oradan galatasaray'a kadar yürüdüm
bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
gezindi ortalıkta bir süre
ve durdum
durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar nasılım.
vı
nasıl olacaksınız ruhi bey
bugün de erkencisiniz ruhi bey
şarapla bira mı içiyorsunuz ruhi bey
böyle sabah sabah ruhi bey
akşam akşam ruhi bey
akşam sabah ruhi bey
cıgara alır mıydınız ruhi bey
yakalım ruhi bey, yakalım
böyle üşümüyor musunuz ruhi bey
benim de ayakkabılarım su alıyor ruhi bey
ne olur ne olmaz
önümüz kış ruhi bey
ee, daha nasılsınız ruhi bey
- iyiyim, iyiyim.
(gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
pembe pembe azarlanırım
o ölür ben azarlanırım
kocaman bir konakta uzarım kısalırım
ellerim tırnaklarım
yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
ve sıcak
gözlerim, gözlerim benim
denizi ilk defa gören bir çocuğun
birdenbire yaşlanması neyse.)
sizinle görüşelim ruhi bey
vaktim yok, vaktim yok
ruhi bey, görüşelim
vaktim yok görüşmeye kimseyle
ruhi bey
kendimle bile, kendimle bile.
(olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
ama hiç kimse)
ı
gördün mü hiç suyun yanmasını tuzda
gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi
büyük bahçelerin küçük içinde
saksılardan birinde
gördüm de
uyurken uyandırılmış gibi
beni bir sardunya büyüttü belki.
o ben ki
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.
ne peki
yere dökülen bir un sessizliği mi
göğe bırakılmış bir balon sessizliği mi
işini bitirmiş bir org tamircisinin
tuşlardan birine dokunacakkenki
dikkati ve tedirginliği mi.
bekler mi beni
her yanı, ama her yanı çocuklar gibi gülümseyen
bir sürü yaz gününün içinde
acaba bekler mi beni
uykularım, o sonsuz uykularım
yanmış bir limonluktaki
- ve limonlar ki her gün bir yaprak ayininde
sesini hiç eksiltmeyen -
ama bilmez miyim ben
bilmez miyim hiç
böyle sığ hayallerle oyalanmak yerine
kısacık bir zaman olmalıydı elimde
turfanda meyva gibi bir zaman
yollar yollar kateden tadı ve ekşiliği
geçerek erguvanların dönemecinden
leylakların dörtyol ağzından
yapıştırıncaya dek beni dudaklarına
acının dudaklarına ve geçmişin
bir yaban gülü yaprağı gibi beni
ama ne gezer.
korkmuyorum artık solmaktan
solmaktan ve solgunluktan
gelmişim nerelerden böyle
kurumuş bir dere yatağı gibi
ya da pek kurumamış da
baygın, hasta ya da cançekişen
çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında
ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini
yorgun düşerek taşımaktan
ve ne çıkar ayırmasam kendimi
suların büyük içkilere kavuştuğu koylardan.
koylardan
kapsayan o sevimsiz, o küçük aşkları da
eskiyen turunçlar gibi ilk rengini pek aratmayan
ayırmasam kendimi
diyorum ayırmasam
köhnemiş bir geminin -izine pek rastlanılmayan-
içindeki bir yolcudan da, değerli taşlarla dolu cepleri
cepleri yüreği cepleri
ayırmasam da ben
kim görürdü o yolcuyu, yani kim farkederdi beni
sıradan acılardır çünkü bütün ilgileri toplayan
oysa sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan
bu kımıltısız gövde
görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi
görülmediği gibi gündoğumundan havalanan kuşların
ya da bir oda kapısını açtığınız zaman
o müşiş öğle sıcağında
pencerenin önünde örgü ören birinin
- örgü mü, bir çay bardağını başka başka tutan ellerin becerikliliği mi-
görülmediği gibi
ama var mıydı sanki görülmek isteyen
var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden.
ıı
ve her şey hızla yetişti sonra
sarı bir günün kahverengi yarınına.
yıkılmış bir ağacın üstünde yıllarca oturdum da
gözleri avına benzeyen bir avcıydım sanki
ağaç da çürümüş zaten
kazımış, oymuş bir yerlerinden gelip geçen onu
ağaç mı, içi yıllarla dolu bir kutu mu
çözmek için mi acaba içlerindeki bir gizi
-gizi mi, bir giz gereksinmesini mi-
yoklamışlar orasından burasından
kim bilir.
ama sessizlikten başka ne bulmuşlar
önemsiz bir iki anıdanbaşka
ya insan kılığında ya da bir dekor taşkınlığında
sorarım ne bulmuşlar
çoktan yeni bir umuda dönüşmüştür onlar da
anılar.
oysa bambaşka şeyler olmalıydı ağaçta
kazılmış, oyulmuş yerlerinde ağacın
buruk mayhoş, daha çok da bir zehir tadındaki
bir şeyler olmalıydı. ve sanki
yıllar var ki saklamışım orda ben
saklamışım anlaşılan
odasında yapayalnız doğuran bir kadının
dışa vurmak istemediği
ya da pek gereksinmediği
o iniltiyi andıran
duyurulmayan her şeyi.
ııı
ve her şey dönüştü işte
kahverengi bir çarşambadan
sapsarı bir cumartesiye.
ansızın bir rüzgar çıktı demin
çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar
kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü
yakıyor gözkapaklarımı da
toplayıp getiriyor anılarımı bir bir
uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.
(kaç türlü girilirdi anılardan içeri?
1 - işte bir zambağın özsuyunun içilişi gibi
2 - süt emer gibi bir memeden
bütün renklerin ve bütün kokuların bir anda bilinişi
3 - dibini kazıyor alanlar: dünyanın iç çekişi.)
(ansak mı anmasak mı
yeri mi şimdi değil mi
bir tren yolculuğunda ve her yerde
her şeyin ya da hiçbir şeyin hiç mi hiç çekilmezliğini
bir hafta tatilini, bir öğle vaktini, belki bir pazartesiyi
saatler iyi
adamlar gülüyorlarsa iyi, gülmüyorlarsa gene iyi
ve bütün yolcuların dalgın
koparıp koparıp bir şeyler yediklerini
görünüşte kararsız
görünüşte üzgün, endişeli
görsek mi acaba, görmesek mi
açıp da kapalı gözlerini arada
şöyle bir görünümü tek bir solukta
yalandan, inatla içine çekenleri
ya da bir köprüden geçerken, bir tünele girerken
belirtip yüzlerinde çok görmüşlüğün izlerini
bir tilki çevikliğiyle, acele
katarak yolculuğa hiç yoktan bir gizemliliği
bilmem ki, görmesek mi
durunca tren bir istasyonda
dudakları çatlamış, ateşli, hasta bir istasyonda
dünyanın bütün elma satıcılarına bakıp
bakıp da her şeyi ilk defa tanıyormuş gibi
uzanıp pencerelerden sarkık gerdanlarıyla
tutarak parmaklarıyla yalancı
ve ucuzundan bir kolyeyi
acaba görmesek mi
bir treni ve dünyada tren olan her şeyi.
ansak mı anmasak mı acaba
yeri mi şimdi, değil mi
sırasını bekleyen bir kadının, hasta
gereğinden fazla abartılmış yüzünü
besbelli iğrenirdiniz
çevirirdiniz gözlerinizi yer tahtalarına
bir duvar saatine ya da kapıya
telefona bakardınız, tırnaklarını incelerdiniz uzun uzun
kısaca
kaçınmak isterdiniz o yüzden -ama bitmedi-
gördünüz, görüverdiniz bir daha
sıyrılmış acılardan ansızın
sevecen, durgun, sade
o yüzü
belki de, orda, acele
karar verdiniz
bir anneniz olsun isterdiniz böyle
ve belki sarılıp öpmek isterdiniz onu
her neyse...
söylesek, yeniden mi söylesek şimdi de
ben uzun yolları hiç sevmem
doğacak bir çocuk gibi beklemeli anılar
ansızın doğmalı, ansızın ölmeli saniyelerde.)
ıv
bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar
denize bırakılmış çöpler gibi
yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi
geri veriyor ve çekip gidiyor usulca.
bulanık bir havuzun yanında buluyorum kendimi
bakımsız, taşları kırık bir havuzun yanında
içinden koyu yeşil bir çocuğun baktığı
çürümeye yüz tutmuş yaprak renginde
ağlaması yağmurlu bir sundurmaya benzeyen
kırık iskemleleri, çatlamış mermer masasıyla
yağmurlu bir sundurmaya
ve pencerelerde belli belirsiz bir kadın
pencerelerde ve her yanda.
bir çocukta bir kadın hayaleti mi
bir kadında bir çocuk hayaleti mi
yalnızca bir hayalet mi yoksa.
(nerdeyim
kelebeklerden dokunuşlar alan bir yaprak gibi inceyim
para bozduranların az çok bildiği
adres soranların gene bildiği
bir sokakta bir aşağı bir yukarı
saatlerce dolaşanların hemen hemen bildiği
amansız bir güceniğim.)
geri getiriyor bunları rüzgar
geri getiriyor anılması kırmızı bir konağı da
iniltili, hasta bir konağı da
çatısında baykuşların tünediği
birtakım iplerin düğümlendiği tahtaboşlarda
ve bütün konuşmaların tek bir cümlede toplanıp
suskunluğu bir anıt gibi yükselttiği
bir konağı ve konağın olanca görkemini
geri getiriyor rüzgar.
(konaksa yandı çoktan
tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
iyi biliyorum tertemiz bir asfalt
ezip geçti onu
kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)
ve yıllar ve günler ve saatler ayarlandı
caddeler, işhanları kahveler ayarlandı
meyhaneler, genelevler
pasajlar, dar sokaklar, geçitler
soğuk biralar ayarlandı, soğuk her şey
ve bütün ilişkiler
birden yerini aldı.
ve her şey yetişti gene
sarı bir çarşambadan
kahverengi bir cumartesiye.
v
ben ruhi bey, nasıl olan ruhi bey
nasılım
bir yaz ikindisinden çıktım geldim
diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim
kapıyı iyice kapadım
- kapadım mı, evet, kapadım -
çitlenbik ağacının altından geçtim
frenk üzümlerinden bir iki salkım kopardım
dişlerimle sıyırdım
sardunya renginde ve sardunya tadında idiler
biri fotoğrafımı çekiyorkenki gibi durdum
azıcık gülümsedim
ve dünya bana gülümsedi
çakılların üstünden yürüdüm
yürüdüm ki, bir sese benziyordum sanki
yüzyıllarca önce kırılmış bir kemik sesi
iyice duydum
çıkarken bahçe kapısını açık bıraktım
- çok yüksekti. deniz dibi renginde ve demirdendi. üstünde aslan başı
kabartmalar vardı. iki yanında çok yüksek iki duvar uzar giderdi.
dışardan çam ğaçları görünürdü. bir kırbaç gibi görünürdü. ve
ağaçların üstünde kırbaç kılıflarına benzeyen ve evlatlıkların mavi
pazen giysilerini andıran kalınlaşmış bir gökyüzü dururdu -
on sekiz on beş trenine yetiştim
geniş kadife koltuğa oturdum
puromu yaktım - iki kibrit harcadım -
akşam gazetelerinde pek bir şey yoktu
haydarpaşa'ya kadar bulmaca çözdüm
iskelede saçları çok iyi taranmış bir kız bana baktı
bakışından tedirgin oldum
giyimsizdi, boyasızdı, bakımsızdı
vapurla karaköy'e geçtim
tokatlı'ya uğradım
köprüden aldığım fransız dergilerini karıştırdım
kirazla bir kadeh rakı içtim
çıkarken boy aynasında kendime baktım
oldukça yakışıklıydım
gömleğim temizdi, beyaz ceketim
tertemizdi ve ayakkabılarım
pantolonum ütülü
yelek cebimde ince altın bir zincir
sarı ve ince bıyıklarım
tam ruhi bey bıyığıydı
ve iki parmağın arasında bir çiçek sapı
- zakkum muydu, değil miydi, belki yazpatı -
boynumda menekşe rengi bir papyon
hafifçe sarkık
dudağımda bitti bitecek bir sigara
kenarında dudağımın
dışarı çıktım.
tünele bindim, asmalımescit'teki viyana lokantasına geldim.
avusturyalı karı koca beni karşıladılar
ikisi de eğilerek ben dimdik durdukça onlar bir kez daha eğilerek beni
karşıladılar
benden başka oldukça şişman iki adam daha vardı. beyaz ruslardandılar, gözleri
necef taşı gibi sert ve parlaktı
tezgahta bir leh yahudisi votka içiyordu, yüzündeki ince damarlar fırçayla
çizilmiş gibiydi, bir silinip bir canlanıyorlardı.
soğuk et getirdiler bana, omlet, bira filan getirdiler
üstüne kremalı ahududu getirdiler, likörle kahve getirdiler
çıkarken bolca bahşiş bıraktım.
markiz'e uğradım, dört mevsimden süzülmüş bir konyak içtim
düzeltip arada bir bıyıklarımı
uçları hafifçe ıslak
bir ara pencere camında kendime baktım
baktım ki, ben ruhi bey
nasıl olan ruhi bey
daha nasılım.
oradan galatasaray'a kadar yürüdüm
bir kadının pembe beyaz teni dağılıp uçuşarak
gezindi ortalıkta bir süre
ve durdum
durdum bu güzel yaz ikindisinden çıkıp
bambaşka bir sonbahar sabahını giyinceye kadar nasılım.
vı
nasıl olacaksınız ruhi bey
bugün de erkencisiniz ruhi bey
şarapla bira mı içiyorsunuz ruhi bey
böyle sabah sabah ruhi bey
akşam akşam ruhi bey
akşam sabah ruhi bey
cıgara alır mıydınız ruhi bey
yakalım ruhi bey, yakalım
böyle üşümüyor musunuz ruhi bey
benim de ayakkabılarım su alıyor ruhi bey
ne olur ne olmaz
önümüz kış ruhi bey
ee, daha nasılsınız ruhi bey
- iyiyim, iyiyim.
(gelsem gelsem bir solgunluktan gelirim
kızgın bir sardunyanın üstelik üvey çocuğu
pembe pembe azarlanırım
o ölür ben azarlanırım
kocaman bir konakta uzarım kısalırım
ellerim tırnaklarım
yeni kırpılmış bir koyun derisi gibi pespembe
ve sıcak
gözlerim, gözlerim benim
denizi ilk defa gören bir çocuğun
birdenbire yaşlanması neyse.)
sizinle görüşelim ruhi bey
vaktim yok, vaktim yok
ruhi bey, görüşelim
vaktim yok görüşmeye kimseyle
ruhi bey
kendimle bile, kendimle bile.
(olmaz ki, kimse kimseyi sevemez
ama hiç kimse)
"ne zaman aynaya baksam hep aynı yüz hikmet bey, sabah "günaydın" diyen de aynı yüz, işe uğurlayan da aynı yüz, gece olunca "iyi geceler" diyen de... neden hep bu yüzle muhatap oluyorum ben hikmet bey? oysa insan farklı yüzler de görmek ister. ben bu yüzden nefret ediyorum hikmet bey. sırf bu yüzden..."
kadrosunda bir zamanlar mehmet scholl'ü de barındıran son yıllarda bundesliga'nın tozunu dumana katan altın ekibi.
türk şair. tomris uyar ile olan evlikliklerinden bir erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. ilk şiiri 1947'de yenigün adlı dergide yayımlanmıştır.
ceo'su jack dorsey olan ve dünya üzerinde en çok kullanıcılardan birine sahip sosyal paylaşım sitesidir.
descartes ve leibniz ile birlikte 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olarak kabul edilmekte olan felsefecidir.
başkenti viyana olan ve m.ö. 100 yıllarında romalılar tarafından işgal edilen avrupa ülkesidir.
başkenti stockholm olan, krallıkla yönetilen ve komşuları norveç ve finlandiya olan kuzey avrupa ülkesi.