hayallerimi tuvalet pompası gibi gorç gorç alırlarken kafamın içinden ben o sıralar sübaneke duası cenaze namazında hangi eki alıyor diye öğreniyordum. 7 yaşlarında insan hayallerinin çalındığının farkında olmadığı için çok sonra anlayıp yazıya dökecektim hayallerimi. lakin hayallerimden geriye hiç bi sikim kalmadığından bi bok yazamadım. ben de size hayallerimi nasıl yok ettiğimi anlatmaya çalışayım. 7 yaşında bir din kursundaydım. merdiven altı bir yerdi zaten burası. mahallede ki tüm çocuklar gidiyor diye annem beni de gönderme gerekliliği hissetmiş olacak ki tüm yaz tatilinin yarısını burada geçirmiştim. ama iyi oldu aslında annenem öldükten sonra fatiha duasını okuyabildim ardından. neyse bir de din kursunda mustafa kemal diye bir çocuk vardı. tüm laikliğiyle kursa gelir meyöz meyve suyunu şapırdata şapırdata içerdi yani bizden biriydi bu çocukta. o mustafa kemal dahil herkes cüz'ü bitirip kuran okumaya geçtiği sıralarda ben elif harfini okumakla meşgül olduğumdan kurstan sıkılıp bıraktım. sonra bir yüzme kursuna kayıt oldum. manyak yüzme eğitmeni kadın bi anda kolumdan tutuğu gibi havuza atınca korkudan kolyesini kopardım. yüzme kursunuda bıraktım böylelikle. yüzme kursu için bana aldıkları sarı boneyi babam menekşe plajında kafasına geçirince ortaya komik bir görüntü çıktı lakin para verdiğimiz her şeyi sonuna kadar kullandığımızdan garipsemedik biz. o yaz o boneyi kullandıktan sonra babamın saçları döküldü... yüzme kursunda da başarısız olunca gitar kursuna yazılayım dedim. hoca ilk gün en sevdiğiniz yabancı müzik grubu ne diye sordu? ulan sen bi sorsana önce yabancı müzik dinliyormusunuz diye pezevenk herif! birde sırayla ilerliyor herkes şakır sakır cevap veriyor sıra bana yaklaştıkca yüzümden terler boşalıyordu ve nihayet sıra bana geldi biraz biliyormuş gibi düşündüm, içimden ben izzet altınmeşe dinliyorum sen benim müzik zevkime ne karışıyorsun lan yarram diye bağırp kursu terk edesim gelsede babamın kursun parasını peşin verdiğini ve dışarıda olduğunu hatırlayınca bu fikrimden vazgeçtim ve hocayla göz temasını kurup bilmiyormuşum gibi baktım o da hadi la söylesene der gibi baktı ben de bekleme işte devam et geç der gibi baktım. o da sabaha kadar gerekirse buradayız der gibi baktı ve nihayet o kutlu an gelmişti, en önde hoşlandığım kız merve'nin gülümsemesi ve çocukluğumunda getirdiği heyecan ve muzip bir tavırla grup vitamin dedim. ufak bir sessizlik oldu. yanımda ki çocukta metallica dedi. o yıla kadar metallica'yı araba teyibi markası sanan ben ufak bir aydınlanma geçirdim orada. ders sonu hoca yanına çağırıp istersem kursa gelmeyebileceğimi söyledi. bende bunu babama söyledim o da anneme söyledi annemde komşulara söyledi. lakin en son balkonda ki konuşmasında kulak misafiri olduğum kadarıyla alt komşuya bizim cocuğun evde bir sürü madalyası var diyordu annem. madalya dediği şeyleri çok merak ettim çünkü evde madalya yoktu. hem bana niye madalya versinler ki aferin bunu da başaramadınız kurumumuz size bu madalyayı layık gördü mü diyecekler? hem ben madalya yerine çeyrek altın almayı yeğlerim. ne de olsa hergün değerleniyor namussuz. neyse o kurs deneyimlerimizden sonra babamdan rica ettim bi resim kursuna yazılayım diye. hem kulağı kesik bi van gogh niye bizim mahallemizden çıkmasın baba diyerek duygusal bi konuşma yaptım. oda beni sallamayan tavrıyla barcelona maçı 2.5 üst olursa 70 lira garanti dedi. maçı beraber izledik 90. dakika da messi penaltı kaçırdı maç 1-1 bitti. sonra babamla yol boyu hiç konuşmadan sucu recep abinin yanına gittik. al bu cocuk sende çırak olsun işi öğret para falan da istemez dedi. sucunun yanında işe başladım. bel ağrılarıda başladı bununla beraber. yahu bu laz mütahitler ne ara binaya 90. katı çıktı hiç bi devlet görevliside kontrol etmiyor mu bunları. hem bunlar ekmek almak için sürekli asağı inip çıkıyor mu vay enayiler diye düşüne düşüne abonelere suyu dağıtıyordum. o ara bi kapı açıldı içeriden simay çıktı ilkokul 1.sınıftan beri sürekli olarak hoşlandığım kız. beni tanıdı benim sırtımda 1 damacana su ve asansörleride bozuk oldugundan stratosferinci kattaki evlerine kadar yürüyerek çıkmışım, kendimde değilim zaten ve kapıda da simay saçma bir tebessümle bana bakıyor. biraz duraksadık. boş damacanayı aldım, millet fitnesse gidiyor enayiler ben hem spor yapıp kas yapıyor hemde para kazanıyorum der gibi baktım. o da züğürt tesellisini bırakta su ne kadar der gibi baktı. hızlıca gitmek istiyordum oradan, bu su bizim müessesemizin ikramı deyip düşen pantolon belimi tuta tuta paldır küldür indim merdivenlerden. sonra içimi kemiren düşüncelere daldım: ulan müessese ney lan biz kaç kişiyiz de müessese olduk sucu recep abi ve benden nasıl bir müessese olabilir? he varsayalım olduk. millet şeker veya çikolata ikram eder.
ulan damacana su ikram edilir mi hiç? biz allahın suyunu gidip paketlemişiz, 5 yıldır aynı damacanayı kullanıyoruz zaten, insan sağlığını falan da siklediğimiz yok birde o suyu ikram mı ettim ben az önce? ulan dağları delen ferhat görse bu halimi kendini bıçaklar. benden sonra erkeklik müessesi buraya kadar düştümü der. bak hâlâ müessese diyorum sinirlerim bozuldu a*ınakoyayım. neyse bu olaydan sonra bir hışımla recep amcanın yanına gidip istifamı verdim ve bizim bir müessese olmadıgımızı daha fazla bu kurum altında çalışamıyacağımı söyledim. o da dünden razı olduğundan mahallede ki çocuklara benim işten çıkışım şerefine küçük hobby çikolatalardan dağıttı. ben bu işide becerememiş bir şekilde eve dönüyordum ki bizim alt komşunun coçuğunu gördüm elinde benim işten çıkmam şeferine dağıtılan hobby çikolatarıyla beraber abi senin çok madalyan varmış bir tanesini de bana versene dedi. yarın yokmuş gibi baktım cocuğun suratına. tamam gelirsin bi ara veririm diyebildim sadece. 1 gün sonra geldi. üzerinde parayla satılmaz yazan bir gazoz açacağını kolye yapıp verdim çocuga tüm gün mahallede madalyam var diye gezdi müptezel. ben böyle saçma işlerle uğraşırken fazla konuşmadığımdan herkes beni dahi zandediyordu. bak bu çocuk ileride büyük adam olur falan diye muhabetler dönüyordu duyuyor ve aldırış etmiyordum. sonuç ne oldu hiç bi sik olmadı. ulan ben konuşmadan duruyorumda dahi oldugumdan değil konuşunca saçmaladığımdan duruyorum. mesela ben kitlenmiş bir şekilde bir masaya bakıyorsan o an düşünce baloncuğumda sadece o masa vardır. millet 5 10 işi bir arada yapabilir ben bisiklet sürerken tek elimi bile bıraksam yuvarlanırım. bu arada yaz tatilindeyiz bu kadar uzun süre sen kurslara ara vermezdin hayırdır ne oldu diye soracak olursanız eğer. kurslara gitmekten vazgeçtim. allah belki de beni default olarak yaratmış olabilir diye düşündüm. hem herkese bir özellik koymak zorunda değil ki, herkesinde bir özelligi olması gerekmez zaten. dünya da milyonlarca düz adam var. ben de bu düz adamlardan biriyim. demek ki neymiş bizim mahalleden kulağı kesik bir van gogh çıkmazmış. hem bi insan niye fakirken kulağını kesip eski karısına yollasın ki lan. vallaha bizim buralarda onu yap hapse atarlar adamı. gerçi yapmasan da atabilirler ohal var neticede. neyse okul zamanı geldi çattı gittim derse girdim bir de ne göreyim simayın elinde su şişesi var. benim sözlerimi kaldıramayan recep amca evini ve arabasını satıp suya yatırım yapmış. bacak kadar çocuk olan benim gazıma gelip büyük bir müessese kurmuş. müşteri hizmetleri telefonu buyurun recep müessesi diye açıyor. sularının sloganı "biz büyük bir müesseseyiz". ulan anladık büyük bir müessese oldunuz da henüz 4. sınıfa gitmekte olan ve hiçbir sikimi başaramayan bir çocuk sayesinde müessese oldunuz haberiniz var mı?
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çiçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir
Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
ataol behramoğlu
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
Bir hatıradır şimdi dalgın uyuyan şehir
Solarken albümlerde çocuklar ve askerler
Yüzün bir kır çiçeği gibi usulca söner
Uyku ve unutkanlık gittikçe derinleşir
Yan yana uzanırdık ve ıslaktı çimenler
Ne kadar güzeldin sen! nasıl eşsiz bir yazdı!
Bunu anlattılar hep, yani yiten bir aşkı
Geçerek bu dünyadan bütün ölü şairler
Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk cebimde bir revolver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
ataol behramoğlu
Şöyle sessizce ölüp gitmeliyim
Bir yaz gecesi Gülhane parkında.
Şu hazin ömrü tamam etmeliyim...
Geç saatlere kadar oturduğum,
Denize bakan bir sırasında
Kırık dökük hatıralar arasında.
Ne vasiyet, ne uzun boylu veda
Ölümüme hiç kimsenin aklı ermesin
Gözlerim birdenbire kapanıversin.
Ne kimseye borcum, ne alacağım
Ne birikmiş beş on kuruş cebimde.
Ne kimseyi sevindirmiş, ne üzmüş olacağım.
Ne gazetelerde ne de radyoda
Ölümüm kimseye dert olmamalı.
Kim tanır zaten beni dünyada.
İnsanlar hergünkü gibi şen şakrak
Tabutum Merkez Efendiye giderken
Üç beş kişinin omzunda gıcırdayarak
Birkaç kişi başlarını eğsinler,
Sonra ardımdan bakıp acıyarak;
-Bir garip ölmüş desinler...
turgut uyar
Bir yaz gecesi Gülhane parkında.
Şu hazin ömrü tamam etmeliyim...
Geç saatlere kadar oturduğum,
Denize bakan bir sırasında
Kırık dökük hatıralar arasında.
Ne vasiyet, ne uzun boylu veda
Ölümüme hiç kimsenin aklı ermesin
Gözlerim birdenbire kapanıversin.
Ne kimseye borcum, ne alacağım
Ne birikmiş beş on kuruş cebimde.
Ne kimseyi sevindirmiş, ne üzmüş olacağım.
Ne gazetelerde ne de radyoda
Ölümüm kimseye dert olmamalı.
Kim tanır zaten beni dünyada.
İnsanlar hergünkü gibi şen şakrak
Tabutum Merkez Efendiye giderken
Üç beş kişinin omzunda gıcırdayarak
Birkaç kişi başlarını eğsinler,
Sonra ardımdan bakıp acıyarak;
-Bir garip ölmüş desinler...
turgut uyar
kuğuların ölüm öncesi ezgileri şiirlerim,
yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
ne zamandır ertelediğim her acı,
çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
büyüsünü bir içtenlikten alırsa
kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
sevda ile seslenir sizlere!
nilgun marmara
yalpalayan hayatımın kara çarşaflı
bekçi gizleri.
ne zamandır ertelediğim her acı,
çıt çıkarıyor artık, başlıyor yeni bir ezgi,
-bu şiir -
sendelerken yaşamım ve bilinmez yönlerim,
dost kalmak zorunda bana ve
sizlere!
çünkü saldırgan olandan kopmuştur o,
uykusunu bölen derin arzudan.
büyüsünü bir içtenlikten alırsa
kendi saf şiddetini yaşar artık,
-bu şiir -
kuramadığım güzelliklerin sessiz görünümü,
ulaşılamayanın boyun eğen yansısı,
sevda ile seslenir sizlere!
nilgun marmara
"Keşke bir şiir okumuş,
Bir kedi sevmiş olsaydınız.
Belki bu kadar kirletmezdiniz dünyayı."
İyi ki doğdun büyük usta
Bir kedi sevmiş olsaydınız.
Belki bu kadar kirletmezdiniz dünyayı."
İyi ki doğdun büyük usta
bir ece ayhan şiiri.
Buraya bakın, burada,
bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
Buraya bakın, burada,
bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
not: kaz dağları efsanesidir. zamanında sabahattin ali tarafından yazıya da dökülmüş.
Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış...
Ufacık bir bahçesi varmış; yazın bostan, yeşillik eker,
kışın el zeytini silkmeye gider, koca anasıyla yaşar dururmuş.
Daha da pek genç imiş; hani bıyığı yeni terlemiş.
Anasından başka kadına göz kaldırıp bakmaz, düğünde, bayramda
öbür delikanlılar gibi rakıya, oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış...
Pazarlara gidip bostan ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş.
Bizim obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar...
Anam daha şuncağız çocukmuş... İşte o zamanlar bizim Yüksekoba'dan
Emine, Edremit pazarında bu Hasan'ı görmüş...
Anam Emine'yi bilirdi; sekiz yük balları varmış;
babası ağaç devirip kereste yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış.
Dağ gibi bir kızmış. Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca
şu yana savuruverirmiş. Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış.
Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca
ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik
yanaklarından öpermiş...
İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan'dan bostan almış;
hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da onun için...
Hasan bostanları Emine'nin heybesine doldururken:
'Yörük kızı!' demiş, 'Yükün ağır oldu. Kazdağı'nın yolu çetindir,
nasıl çıkacaksın?' Emine onun yüzüne gülüvermiş de:
'Ne sandın düz ovalı!' demiş,
'Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..'
Hasan önüne bakmış, Emine yoluna gitmiş,
ama ertesi pazar yine onun sergisine varmış:
'Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!' demiş;
omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış,
Hasan'a vermiş. Hasan'ın yüzü yine al al olmuş:
'Ne zahmet ettin, yörük kızı!' demiş,
ama Emine cevap vermeden gülüp yürümüş.
İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken,
Kadıköy Mezarlığı'nın önüne varınca, bakmış Emine heybesi
sırtında ileriden gidiyor. Önce dili tutulmuş, hiç tınmadan
ardından yürümüş, sonra bir yüreklenmiş,
eşeğini sürüp Emine'nin yanına varmış:
'Uğurlar olsun, yörük kızı! Sen hangi obadansın?' diye sormuş.
Emine, Hasan'ı görünce:
'Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan!
Ben Yüksekobalı'yım sen nerelisin?' demiş.
'Ben Zeytinli'denim... Köye kadar yolumuz bir...
Heybeni eşeğin üstüne at da rahat git!..'
'Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam,
koca dağa bu yük ile nasıl çıkarım?'
Zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler;
az konuşmuşlar, çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş.
Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler...
Emine arada bir Hasan'ın, Zeytinli'nin alt başındaki bahçesine
uğrayıp ona süt, peynir, bal götürmüş; Hasan, Emine'ye dut silkivermiş,
kiraz, vişne toplamış. Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan
yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş.
Ama Hasan'ın anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil...
Oğlunu önüne oturtup:
'Oğlum, Hasan!' demiş.
'Baban öleli beri evin erkeği sensin...
Ben bugün varsam yarın yoğum... Evine bir kadın lazım.
Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin...
Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar
halimde obasına gidip isteyeyim...
Güz yaklaştı; zeytinden sonra düğününüzü yaparız...'
Hasan da hep bunu düşünürmüş ama, bir türlü içini dökemezmiş.
Bakmış artık beklemenin yolu yok, Emine obadan indiği
bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:
'Emine' demiş, 'bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü!
Kış gelip dağları yolları kar örtmeden
ya sen bana gel, ya ben sana geleyim!'
Emine'nin yüzü sapsarı olmuş:
'Ah, Hasan!' demiş, 'Kışın derdi senden evvel benim içime
çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. Ne ben senin köyünde edebilirim,
ne sen benim obamda... Bu yaz büyük günah işledik...
Artık sen beni unut, ben de seni unutayım...'
Bunu duyunca Hasan'ın aklı başından çıkmış;
Emine'nin eline sarılmış:
'Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!' demiş,
'Senin tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur?
Böyle deme, burda kal. Sen bahçeye bakarsın,
ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız...'
Emine acı acı gülmüş de demiş ki:
'İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş;
bunu düşündüğüm yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam.
Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine dert olur...
Kızılbaş kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler, benim içime dert olur...
Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli...
Ben seni görmemeliydim...
Gördüm, sözüne uymamalıydım...
Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları...
Hadi benim Sarı Hasanım, tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız...
Bırak beni dağıma gideyim!'
Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. Hasan arkasından bakmış kalmış...
-O günden sonra Hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine gelmemiş.
Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı
eylemez olmuş. Pazarlara ayva, nar satmaya gider,
ne alıp ne verdiğini bilmeden geri dönermiş.
En sonunda bir gün dayanamamış;
Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli'nin üst başında,
Yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup Emine'yi beklemiş.
O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş.
Az sonra Emine yolun alt başında görünmüş.
Onun da yüzü sarı, hali perişanmış.
Hasan'ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan oradan
geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş:
'Emine!' demiş, 'Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit
çıkmamış. Ocağına düştüm! Deli gönlün bizim çukur köyümüze
sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim;
ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi
dağdan sırtımda indireyim. Tek beni buralarda garip koyup gitme!..'
Emine durmuş, Hasan'ın yanına çökmüş, gözlerini koluna silmiş:
'Hasan' demiş, 'yüreğimi deldin!
Ne çare ki dediğin olacak iş değil. Ovada büyüyen dağda yapamaz...
Dağın suları serindir ama, yolları sarptır, kışı çetindir...
Kar altında odun kesmek, bahçeye bostan ekmeye benzemez.
Benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!..
Ben seni bildim, artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor;
ama anamın, babamın, akranımın yanında seni küçük düşüremem.
Sal beni gideyim!..'
Hasan ayak diremiş:
'Her işi yaparım; obanızın yiğitlerini kardeş bilip işlerine koşarım;
eğer of dersem kov beni köyüme gönder!' demiş.
Emine'nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış:
'Haftaya burada bekle de cevabımı al!' demiş.
Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış;
hak alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, Emine'yi beklemiş...
Çok geçmeden yörük kızı görünmüş... Sırtında koca bir çuval varmış,
içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış.
Hasan'ın yanına gelince:
'Hasan!' demiş, 'Anamla, babamla danıştım;
onlar da emmilerimle danıştılar. Ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın
olduğunu gören yok. Deli kız, deli kız! dediler.
Yüksekoba'da gönlünü verecek yiğit mi bulamadın?
Ben de: Herkesin yiğidi kendi gönlüne göreymiş! dedim.
Peki öyleyse dediler, bir sına bakalım, senin yiğidin Kazdağı'ndaki
yörük Emine'ye er olacak adam mı? Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik):
Zeytinli'den kırk has okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup
dinlenmeden benimle Yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak.
Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit
bizim obamızda yoktur. Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!'
Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış.
Emine'nin önüne düşüp yürümüş. Ayakları kuş gibi uçarmış.
Beyobası'nı geçmişler, bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış,
Hasan'ın yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor...
Az önce genişleyen yüreği daralmış:
'Kendine yazık etme, Hasan!' demiş.
'Ver çuvalı bana, ben gideyim! Sen bahçene dön!'
Hasan soluk soluğa:
'Buraya gelirken ant içtim. Geri dönersem sağ dönmeyeceğim!'
deyip yürümüş. Emine'nin yüreği daha da daralmış ama çaresi yok.
Eski değirmeni geçmişler, Sutüven'in yanına gelince
Hasan durmuş:
'Emine!' demiş, 'Bana ettiğin zulümdür! Tuzlar sırtımı yaktı...
Dur bir soluk alayım!'
Emine:
'Kavlimizde durup dinlenmek yok!' deyip yürümüş.
Hasan bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş.
Az daha gitmişler; Hasan yine durup yalvarmış:
'Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın!
Bu kadarı yeter, hadi köye dönelim!'
Emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı vurmamış:
'Ben sana dedim Hasan, bu dağlar sana göre değil!
Ver çuvalı ben gideyim' demiş.
Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş.
Demin yanından geçerken Hasanboğuldu dedim ya, eskiden
oraya Gök Büvet derlermiş. Hasan oraya geldiğinde
dizleri bükülüvermiş, olduğu yere çökmüş:
'Ah, Emine!' demiş, 'Beni boş yere yaktın.
Ben bu dağlara çıkamayacağım, gel köye dönelim!'
Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan'ın sırtından düşen
çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş.
Çalıların ardında kaybolup giderken,
Hasan anasız kalmış yavru kuş gibi bağırmış:
'Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp gitme!'
Emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna
düzülmüş. Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan'ın
bağırdığını duymuş. Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:
'Emine, ben senin ardından gelemedim,
sen benim ardımdan gel!' diye seslenirmiş.
Emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına
bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış. Anası babası onu
görünce her şeyleri anlamışlar. Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış,
kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden fırlamış:
'Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor!' demiş.
Anası babası sormuşlar:
'Hasan'ı nerde bıraktın?'
'Gök Büvet'in orda!'
'Kız sen deli mi oldun? İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?'
Emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz, durup dinler, sonra:
'Anacığım! Bak nasıl çığırıyor! Yazık oldu...
Dur bir varıp bakayım!..' dermiş.
O gece zor tutmuşlar. Obanın yanındaki ormanlarda
sabahacak dolaşmış. Gün ağarırken Gök Büvet'e inmiş.
Bakmış oralarda kimsecikler yok...
Suyun yanından geçip gidermiş, bir de ne görsün:
Hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından
birine takılmış, yüzüp duruyor...
Onu oradan aldığı gibi koynuna sokmuş...
Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:
'Hasanım! Ses ver de yanına varayım!' diye bağırmaya başlamış.
Her defasında dağlar taşlar ses verir:
'Emine, ben senin ardından gelemedim,
sen benim ardımdan geleceksin!' dermiş.
Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında
dolaşıp Hasan'ı aramış. Zeytinli'ye inip anasından sormuş.
Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.
Köylüler Hasan'ın Gök Büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar (inanmışlar):
'Güz yağmurlarından derenin suyu coştu.
Ölüsü kim bilir hangi kovuğa girip kaldı?
Belki de sular aldı denize götürdü!' derlermiş. Emine bunu duyunca:
'Yalan!' demiş, 'Hasan ölmedi ki!
Beni çığırıp duruyor ama yerini diyivermiyor.
Araya araya bulurum helbet!'
Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar.
O bir yolunu bulur, dere boyuna iner, Hasan'a seslenirmiş.
Gök Büvet'in yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş.
Bir gün anasına:
'Hasan bana yine seslendi; bugün beni Gök Büvet'te bekleyecek.
Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!' demiş.
Anası:
'Amanın kızım, neler oldu sana?' diye ağlayıp dövünmüş.
Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş.
Akşamüstü oradan geçenler Emine'yi Gök Büvet'in yanındaki
koca çınarın dalında, Hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar.-
Hacer kız kara gözlerini yüzüme dikerek:
-İşte Gök Büvet'e o zamandan beri Hasanboğuldu diyorlar;
koca çınara da Emine Çınarı derler.
Hadi, geç olmadan yolumuza gidelim!..-
Bu Hasan Zeytinli'de bahçıvanmış...
Ufacık bir bahçesi varmış; yazın bostan, yeşillik eker,
kışın el zeytini silkmeye gider, koca anasıyla yaşar dururmuş.
Daha da pek genç imiş; hani bıyığı yeni terlemiş.
Anasından başka kadına göz kaldırıp bakmaz, düğünde, bayramda
öbür delikanlılar gibi rakıya, oyuna katılmaz, kız gibi bir oğlanmış...
Pazarlara gidip bostan ne satınca da parasını getirir, anasına teslim edermiş.
Bizim obadan onu bilenler var da onlar söylüyorlar...
Anam daha şuncağız çocukmuş... İşte o zamanlar bizim Yüksekoba'dan
Emine, Edremit pazarında bu Hasan'ı görmüş...
Anam Emine'yi bilirdi; sekiz yük balları varmış;
babası ağaç devirip kereste yapar, anasıyla Emine de arılara bakarmış.
Dağ gibi bir kızmış. Danaları, inekleri, boynuzundan tutunca
şu yana savuruverirmiş. Bu geldiğimiz yolu iki saatte iner, üç saatte çıkarmış.
Çocuklarla da pek oynar, obanın kızlarını ardına takınca
ormanda koşturup terletir, sonra da hepsini bicik bicik
yanaklarından öpermiş...
İşte bu Emine, Edremit pazarında Hasan'dan bostan almış;
hani dağlık yerde pek kavun karpuz olmaz da onun için...
Hasan bostanları Emine'nin heybesine doldururken:
'Yörük kızı!' demiş, 'Yükün ağır oldu. Kazdağı'nın yolu çetindir,
nasıl çıkacaksın?' Emine onun yüzüne gülüvermiş de:
'Ne sandın düz ovalı!' demiş,
'Biz dağlıyız, sizin boş çıkamadığınız bayıra biz kırk okka yükle çıkarız!..'
Hasan önüne bakmış, Emine yoluna gitmiş,
ama ertesi pazar yine onun sergisine varmış:
'Bostanların iyi çıktı, sarı oğlan, al sana bal getirdim!' demiş;
omuzundan bal teknesini indirip bir gömeç almış,
Hasan'a vermiş. Hasan'ın yüzü yine al al olmuş:
'Ne zahmet ettin, yörük kızı!' demiş,
ama Emine cevap vermeden gülüp yürümüş.
İkindi vakti Hasan eşeğini önüne katıp köye dönerken,
Kadıköy Mezarlığı'nın önüne varınca, bakmış Emine heybesi
sırtında ileriden gidiyor. Önce dili tutulmuş, hiç tınmadan
ardından yürümüş, sonra bir yüreklenmiş,
eşeğini sürüp Emine'nin yanına varmış:
'Uğurlar olsun, yörük kızı! Sen hangi obadansın?' diye sormuş.
Emine, Hasan'ı görünce:
'Sana da uğurlar olsun, sarı oğlan!
Ben Yüksekobalı'yım sen nerelisin?' demiş.
'Ben Zeytinli'denim... Köye kadar yolumuz bir...
Heybeni eşeğin üstüne at da rahat git!..'
'Olmaz! Ovada heybeyi eşeğe taşıtırsam,
koca dağa bu yük ile nasıl çıkarım?'
Zeytinli'ye gelene kadar yan yana yürümüşler;
az konuşmuşlar, çok bakışmışlar; ama ikisinin de gönlü birbirini sevmiş.
Ondan sonra her pazardan beraber dönmüşler...
Emine arada bir Hasan'ın, Zeytinli'nin alt başındaki bahçesine
uğrayıp ona süt, peynir, bal götürmüş; Hasan, Emine'ye dut silkivermiş,
kiraz, vişne toplamış. Bahçenin ortasındaki ayvanın dibinde yan
yana çömelip konuşurlarken görenler çok olmuş.
Ama Hasan'ın anası bakmış ki bu iş böyle sürüp gidesi değil...
Oğlunu önüne oturtup:
'Oğlum, Hasan!' demiş.
'Baban öleli beri evin erkeği sensin...
Ben bugün varsam yarın yoğum... Evine bir kadın lazım.
Sana bizim köyden bir kız almak isterdim ama, yine sen bilirsin...
Eğer gönlün bu yörük kızını pek sevdiyse bu ihtiyar
halimde obasına gidip isteyeyim...
Güz yaklaştı; zeytinden sonra düğününüzü yaparız...'
Hasan da hep bunu düşünürmüş ama, bir türlü içini dökemezmiş.
Bakmış artık beklemenin yolu yok, Emine obadan indiği
bir gün onu bahçede yanına oturtmuş:
'Emine' demiş, 'bahar geçti, yaz geçti; leylekler yerine göçtü!
Kış gelip dağları yolları kar örtmeden
ya sen bana gel, ya ben sana geleyim!'
Emine'nin yüzü sapsarı olmuş:
'Ah, Hasan!' demiş, 'Kışın derdi senden evvel benim içime
çöktü, ayrılık günleri geldi çattı. Ne ben senin köyünde edebilirim,
ne sen benim obamda... Bu yaz büyük günah işledik...
Artık sen beni unut, ben de seni unutayım...'
Bunu duyunca Hasan'ın aklı başından çıkmış;
Emine'nin eline sarılmış:
'Aman yörük kızı, aman biricik Eminem!' demiş,
'Senin tatlı dilini duyan, güler yüzünü gören bir daha seni nasıl unutur?
Böyle deme, burda kal. Sen bahçeye bakarsın,
ben zeytine giderim, kimseye muhtaç olmayız...'
Emine acı acı gülmüş de demiş ki:
'İnsan nereye giderse rızkı da beraber gidermiş;
bunu düşündüğüm yok. Ama ben dağlıyım, bu çukur ovalarda kalamam.
Köyünüzün eli kınalı kızlarına katışamam, senin içine dert olur...
Kızılbaş kızı geldi de Hasan'ı elimizden aldı derler, benim içime dert olur...
Yörük kızı dağdan köye, çadırdan eve inmemeli...
Ben seni görmemeliydim...
Gördüm, sözüne uymamalıydım...
Ama neyleyim, senin de tatlı sözünle güler yüzün etti bunları...
Hadi benim Sarı Hasanım, tut ki birbirimizi düşte görmüş de uyanmışız...
Bırak beni dağıma gideyim!'
Yanından kalkıp kuş gibi uçmuş. Hasan arkasından bakmış kalmış...
-O günden sonra Hasan'ın yüzü gülmemiş, rengi yerine gelmemiş.
Gönlünü bir yerde eğlemez, ağzını açıp dünya kelamı
eylemez olmuş. Pazarlara ayva, nar satmaya gider,
ne alıp ne verdiğini bilmeden geri dönermiş.
En sonunda bir gün dayanamamış;
Edremit pazarı günü, akşam vakti Zeytinli'nin üst başında,
Yüksekoba'ya giden yolun kıyısında oturup Emine'yi beklemiş.
O gün kızın pazara indiğini kestirirmiş.
Az sonra Emine yolun alt başında görünmüş.
Onun da yüzü sarı, hali perişanmış.
Hasan'ı görünce yüreği yanmış ama, hiç tınmadan oradan
geçip gidecek olmuş. Hasan yolunu kesmiş:
'Emine!' demiş, 'Bu dünyada gönlüne karşı gelen babayiğit
çıkmamış. Ocağına düştüm! Deli gönlün bizim çukur köyümüze
sığmazsa al beni obana götür! Ananı ana, babanı baba bileyim;
ineğini sağıp davarını güdeyim; babanla tahta biçip keresteyi
dağdan sırtımda indireyim. Tek beni buralarda garip koyup gitme!..'
Emine durmuş, Hasan'ın yanına çökmüş, gözlerini koluna silmiş:
'Hasan' demiş, 'yüreğimi deldin!
Ne çare ki dediğin olacak iş değil. Ovada büyüyen dağda yapamaz...
Dağın suları serindir ama, yolları sarptır, kışı çetindir...
Kar altında odun kesmek, bahçeye bostan ekmeye benzemez.
Benim erim diye götürdüğüm adamı obamızın yiğitleri kınamamalı!..
Ben seni bildim, artık gözüme hiçbir yiğit görünmüyor;
ama anamın, babamın, akranımın yanında seni küçük düşüremem.
Sal beni gideyim!..'
Hasan ayak diremiş:
'Her işi yaparım; obanızın yiğitlerini kardeş bilip işlerine koşarım;
eğer of dersem kov beni köyüme gönder!' demiş.
Emine'nin aklı yatmamış ama, yüreği yumuşamış:
'Haftaya burada bekle de cevabımı al!' demiş.
Hafta sekiz gün, Hasan anasının boynuna sarılmış;
hak alıp hak vermiş; gelmiş yolun başına, Emine'yi beklemiş...
Çok geçmeden yörük kızı görünmüş... Sırtında koca bir çuval varmış,
içi pamuk doluymuş gibi onu beli bükülmeden taşırmış.
Hasan'ın yanına gelince:
'Hasan!' demiş, 'Anamla, babamla danıştım;
onlar da emmilerimle danıştılar. Ovalıya varanın, ovalıdan kız alanın
olduğunu gören yok. Deli kız, deli kız! dediler.
Yüksekoba'da gönlünü verecek yiğit mi bulamadın?
Ben de: Herkesin yiğidi kendi gönlüne göreymiş! dedim.
Peki öyleyse dediler, bir sına bakalım, senin yiğidin Kazdağı'ndaki
yörük Emine'ye er olacak adam mı? Konuşup kavil ettik (sözbirliği ettik):
Zeytinli'den kırk has okka tuz aldım; bunu sırtına vurup bir yerde durup
dinlenmeden benimle Yüksekoba'ya çıkabilirsen haftaya düğünümüz olacak.
Kırk okka yükle dört saatlik dağa çıkan adama eğri bakacak babayiğit
bizim obamızda yoktur. Çıkamazsan, kaderimiz böyleymiş!'
Hasan bir söz söylemeden çuvalı sırtlamış.
Emine'nin önüne düşüp yürümüş. Ayakları kuş gibi uçarmış.
Beyobası'nı geçmişler, bayır aşağı dereye inerken Emine bir bakmış,
Hasan'ın yüzünden, ellerinden su gibi ter boşanıyor...
Az önce genişleyen yüreği daralmış:
'Kendine yazık etme, Hasan!' demiş.
'Ver çuvalı bana, ben gideyim! Sen bahçene dön!'
Hasan soluk soluğa:
'Buraya gelirken ant içtim. Geri dönersem sağ dönmeyeceğim!'
deyip yürümüş. Emine'nin yüreği daha da daralmış ama çaresi yok.
Eski değirmeni geçmişler, Sutüven'in yanına gelince
Hasan durmuş:
'Emine!' demiş, 'Bana ettiğin zulümdür! Tuzlar sırtımı yaktı...
Dur bir soluk alayım!'
Emine:
'Kavlimizde durup dinlenmek yok!' deyip yürümüş.
Hasan bir taştan bir taşa atlayıp ardından yetişmiş.
Az daha gitmişler; Hasan yine durup yalvarmış:
'Emine, zalım anana babana uyup beni çok ağır sınadın!
Bu kadarı yeter, hadi köye dönelim!'
Emine'nin yüreği dilim dilim olmuş da içindekini yine dışarı vurmamış:
'Ben sana dedim Hasan, bu dağlar sana göre değil!
Ver çuvalı ben gideyim' demiş.
Hasan gayretlenmiş, biraz daha yürümüş.
Demin yanından geçerken Hasanboğuldu dedim ya, eskiden
oraya Gök Büvet derlermiş. Hasan oraya geldiğinde
dizleri bükülüvermiş, olduğu yere çökmüş:
'Ah, Emine!' demiş, 'Beni boş yere yaktın.
Ben bu dağlara çıkamayacağım, gel köye dönelim!'
Emine ağzını açıp bir söz demeden Hasan'ın sırtından düşen
çuvalı yüklenmiş, tek başına, gerisine bakmadan yürümüş.
Çalıların ardında kaybolup giderken,
Hasan anasız kalmış yavru kuş gibi bağırmış:
'Emine, obana gelemem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp gitme!'
Emine durmuş, durmuş, sonra başını çevirmeden yine yoluna
düzülmüş. Ta patlakların yanına gelinceye kadar Hasan'ın
bağırdığını duymuş. Garip oğlan suyun gürültüsünü bastırıp:
'Emine, ben senin ardından gelemedim,
sen benim ardımdan gel!' diye seslenirmiş.
Emine bir yerde durup soluk almadan, bir kere dönüp ardına
bakmadan kırk okka tuzla obaya varmış. Anası babası onu
görünce her şeyleri anlamışlar. Kız çuvalı oraya atıp yere yıkılmış,
kendinden geçmiş; ama daha ortalık kararmadan yerinden fırlamış:
'Duydunuz mu? Hasan beni çığırıyor!' demiş.
Anası babası sormuşlar:
'Hasan'ı nerde bıraktın?'
'Gök Büvet'in orda!'
'Kız sen deli mi oldun? İki saatlik yerden buraya ses gelir mi?'
Emine kimsecikleri görmez, kimseciklerin sözüne bakmaz, durup dinler, sonra:
'Anacığım! Bak nasıl çığırıyor! Yazık oldu...
Dur bir varıp bakayım!..' dermiş.
O gece zor tutmuşlar. Obanın yanındaki ormanlarda
sabahacak dolaşmış. Gün ağarırken Gök Büvet'e inmiş.
Bakmış oralarda kimsecikler yok...
Suyun yanından geçip gidermiş, bir de ne görsün:
Hasan'ın dallı çevresi, koca çınarın su içindeki dallarından
birine takılmış, yüzüp duruyor...
Onu oradan aldığı gibi koynuna sokmuş...
Dere boyunda bir aşağı, bir yukarı koşup:
'Hasanım! Ses ver de yanına varayım!' diye bağırmaya başlamış.
Her defasında dağlar taşlar ses verir:
'Emine, ben senin ardından gelemedim,
sen benim ardımdan geleceksin!' dermiş.
Yemeden, içmeden üç gün dağlarda, ormanlarda, dere boylarında
dolaşıp Hasan'ı aramış. Zeytinli'ye inip anasından sormuş.
Kocakarı saçını başını yolar, ağlarmış.
Köylüler Hasan'ın Gök Büvet'te boğulduğuna kayıl olmuşlar (inanmışlar):
'Güz yağmurlarından derenin suyu coştu.
Ölüsü kim bilir hangi kovuğa girip kaldı?
Belki de sular aldı denize götürdü!' derlermiş. Emine bunu duyunca:
'Yalan!' demiş, 'Hasan ölmedi ki!
Beni çığırıp duruyor ama yerini diyivermiyor.
Araya araya bulurum helbet!'
Anası babası ardına düşmüşler, alıp kapamışlar.
O bir yolunu bulur, dere boyuna iner, Hasan'a seslenirmiş.
Gök Büvet'in yanındaki kayalara oturur, koşmalar düzer söylermiş.
Bir gün anasına:
'Hasan bana yine seslendi; bugün beni Gök Büvet'te bekleyecek.
Bu sefer sağlam kavilleştik, gayrı kavuşacağız!' demiş.
Anası:
'Amanın kızım, neler oldu sana?' diye ağlayıp dövünmüş.
Kız bir yolunu bulup ortadan kaybolmuş.
Akşamüstü oradan geçenler Emine'yi Gök Büvet'in yanındaki
koca çınarın dalında, Hasan'ın çevresiyle asılı bulmuşlar.-
Hacer kız kara gözlerini yüzüme dikerek:
-İşte Gök Büvet'e o zamandan beri Hasanboğuldu diyorlar;
koca çınara da Emine Çınarı derler.
Hadi, geç olmadan yolumuza gidelim!..-
13 Nisan 1914 yılında İstanbul'da doğan Orhan Veli, 1932 yılında Ankara Gazi Lisesi'ni bitirdi. Daha sonra 1935'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ndeki öğrenimini yarıda bıraktı, Ankara'ya giderek PTT Umum Müdürlüğü'nde çalıştı (1936-1942), Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'na memur oldu (1945), oradan ayrılınca (1947) Yaprak Dergisi'ni çıkardı (1 Ocak 1949'dan 15 Haziran 1950'ye kadar 28 sayı çıktı, Son Yaprak adlı özel bir sayı ölümü üzerine arkadaşları tarafından çıkarıldı).
14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanamasından öldü ve Rumelihisarı Mezarlığı'na gömüldü. Kişiliğini belli eden ilk şiirlerini arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet'le birlikte Varlık Dergisi'nde yayımlamaya başladı, büyük bir ilgi gördü; sağlığında kendinden çok bahsettiren şair oldu. Şiiri bir takım kalıp ve klişelerden, şairanelikten, yıpranmış benzetmelerden kurtararak, daha kısa daha basit bir şekle soktu; yalın bir halk dili kullandı, gündelik sözlerle zaman zaman, büyük yergi ve espriden faydalanarak, gündelik yaşantılar üzerine yazdı.
14 Kasım 1950 tarihinde beyin kanamasından öldü ve Rumelihisarı Mezarlığı'na gömüldü. Kişiliğini belli eden ilk şiirlerini arkadaşları Oktay Rıfat ve Melih Cevdet'le birlikte Varlık Dergisi'nde yayımlamaya başladı, büyük bir ilgi gördü; sağlığında kendinden çok bahsettiren şair oldu. Şiiri bir takım kalıp ve klişelerden, şairanelikten, yıpranmış benzetmelerden kurtararak, daha kısa daha basit bir şekle soktu; yalın bir halk dili kullandı, gündelik sözlerle zaman zaman, büyük yergi ve espriden faydalanarak, gündelik yaşantılar üzerine yazdı.
(bkz:enişteler)
(bkz:ağlama melis)
insanın hafızası, canını yakıcak şeyleri unutmaya izin vermiyor.
Müderris Lûtfî Efendi'nin oğludur. İlk ve orta öğrenimini Ödemiş Rüşdiye ve İdadîsinde yaptı. Arapça, Farsça öğrendi. İstanbul İlâhiyat Fakültesini (1927), ardından Hukuk Fakültesini bitirdi (1929).
Antalya, Kuşadası, Bozdoğan, Nazilli, Muğla, Ürgüp ve Demirci'de hâkimlik yaptı. Sürekli yer değiştirmeden rahatsız olarak istifa etti. Ölümüne kadar memleketi Ödemiş'te avukatlık yaptı.
Cumhuriyet devri Türk şiirinde Yedi Meş'aleciler diye anılan şâirler gurubuna katıldı. Meslekî zorunlulukları, çalışmalarına uygun bir ortam bulamaması yüzünden sesini gerektiği gibi duyuramadı.
Şiirlerinde arûz ve hece ölçüleriyle millî konuları işledi. Daha sonra serbest nazma yöneldi.
Şiirlerini İzmir'de Ahenk, Sada-yi Hak, Yeni Gün gazeteleriyle Mahfel, Nazikter, Hilâl, Şark, Anadolu, Yurt, Yanık, Servet-i Fünûn, İçtihad, Yeni Ses ve Antalya Halkevi'nin çıkardığı Türk Denizi dergilerinde yayımladı.
Yedi Meşale kitabının yayımlanmasından ardından, arkadaşları ve Yusuf Ziya Ortaç'la Meşale dergisini çıkardılar (8 sayı, 1928).
İlk şiirlerinde aruz ölçüsünü kullandıktan sonra heceye yönelmiş, sonra serbest nazımda karar kılmıştır.
Şiirlerinde genellikle milli konuları işlemiştir.
Yedi Meşale Topluluğu'nun en az tanınan şairidir.
1928'de Meşale dergisinin kapanması üzerine topluluk da dağılmış; Yedi Meşaleciler 1933'te Varlık Dergisi'nde tekrar birleşmişlerdir; ancak Muammer Lütfi onlar arasında yer almamıştır.
Yedi Meşalede çıkan şiirlerinden başka, şiirlerine dönemin tanınmış dergilerinde rastlanmamış ve şiirlerini kitaplaştırmamıştır.
Topluluğun dağılmasından sonra da bütünüyle edebiyattan kopmuştur.
Muammer Lütfi BAHŞİ Eserleri:
1. Yedimeşale (6 arkadaşı ile birlikte),
2. Türk Akdeniz,
3. İlk Kurşun
Antalya, Kuşadası, Bozdoğan, Nazilli, Muğla, Ürgüp ve Demirci'de hâkimlik yaptı. Sürekli yer değiştirmeden rahatsız olarak istifa etti. Ölümüne kadar memleketi Ödemiş'te avukatlık yaptı.
Cumhuriyet devri Türk şiirinde Yedi Meş'aleciler diye anılan şâirler gurubuna katıldı. Meslekî zorunlulukları, çalışmalarına uygun bir ortam bulamaması yüzünden sesini gerektiği gibi duyuramadı.
Şiirlerinde arûz ve hece ölçüleriyle millî konuları işledi. Daha sonra serbest nazma yöneldi.
Şiirlerini İzmir'de Ahenk, Sada-yi Hak, Yeni Gün gazeteleriyle Mahfel, Nazikter, Hilâl, Şark, Anadolu, Yurt, Yanık, Servet-i Fünûn, İçtihad, Yeni Ses ve Antalya Halkevi'nin çıkardığı Türk Denizi dergilerinde yayımladı.
Yedi Meşale kitabının yayımlanmasından ardından, arkadaşları ve Yusuf Ziya Ortaç'la Meşale dergisini çıkardılar (8 sayı, 1928).
İlk şiirlerinde aruz ölçüsünü kullandıktan sonra heceye yönelmiş, sonra serbest nazımda karar kılmıştır.
Şiirlerinde genellikle milli konuları işlemiştir.
Yedi Meşale Topluluğu'nun en az tanınan şairidir.
1928'de Meşale dergisinin kapanması üzerine topluluk da dağılmış; Yedi Meşaleciler 1933'te Varlık Dergisi'nde tekrar birleşmişlerdir; ancak Muammer Lütfi onlar arasında yer almamıştır.
Yedi Meşalede çıkan şiirlerinden başka, şiirlerine dönemin tanınmış dergilerinde rastlanmamış ve şiirlerini kitaplaştırmamıştır.
Topluluğun dağılmasından sonra da bütünüyle edebiyattan kopmuştur.
Muammer Lütfi BAHŞİ Eserleri:
1. Yedimeşale (6 arkadaşı ile birlikte),
2. Türk Akdeniz,
3. İlk Kurşun
almanya hasbelkader zengin oldu.
senin ağzını yerim ben. bu zamana kadar nerelerdeydin sen.
sinan özen
sinan özen
"her şey üstüne gelip, seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme! çünkü orası kaderinin değişeceği yerdir.."
mevlana
mevlana
kıyamet kopsa umrumda değil ;)
neden mi?
şirince'de kopmuyor diyorlar da o yüzden.
zenginsozluk.com/foto
not: bu şaraplar bi harika dostum ama ben müslümanım ok.
neden mi?
şirince'de kopmuyor diyorlar da o yüzden.
zenginsozluk.com/foto
not: bu şaraplar bi harika dostum ama ben müslümanım ok.
eğer 2017 yılında türkiye'de yaşasaydı fetö soruşturmasından hakkında dava açılır, dhkp/c terör örgütüyle bir bağlantısı olduğu ortaya çıkardı.
“Vatanın dağlarında bayırlarında kırlarında, hatta en ücra yerlerinde kendi başına açıp solan çiçek bırakmayacağız” diyordu Hasan Ali Yücel… Bu yurtsever idealle yola çıktılar, İsmet İnönü'nün himayesinde, İsmail Hakkı Tonguç'la birlikte Köy Enstitülerini kurdular.
*
Bu enstitülerden yetişen öğretmenler, “kendi başına açıp solan çiçek bırakmamak” için Anadolu bozkırının en ücra yerlerine dağıldılar.
*
Biri, Mardin'e gitmişti.
Savur'a.
Öğrencilerinin elbette hepsi garibandı ama, biri vardı ki, onun ayakkabısı bile yoktu, yalınayaktı, sekiz çocuklu ailenin yedi numarasıydı, annesi babası okuma yazma bilmiyordu, zaten Türkçe de bilmiyorlardı, Arapça konuşuyorlardı, çocuklarının okumasını, meslek sahibi olmalarını istiyorlardı, çocukta da müthiş bir okuma azmi vardı, tek göz odada, herkes uyuduktan sonra bile gaz lambasının ışığında çalışırdı. Köy entitüsü mezunu idealist öğretmen, o çocuğun hayatını değiştirdi, teşvik etti, cesaret verdi, o ücra köşede yitip gitmesine, “kendi başına açıp solmasına” müsaade etmedi.
*
O çocuk, Aziz Sancar'dı.
Nobel ödülü aldı.
Türkiye'nin gururu…
İnsanlığın umudu oldu.
*
“Bu ödülü, Atatürk'e, Cumhuriyet'e, idealist öğretmenlerime borçluyum” dedi.
*
Aziz Sancar'ın temel eğitimini aldığı Mardin'de yeni Aziz Sancarlar keşfedebilmek için, geçen sene, Aziz Sancar Bilim Olimpiyatları başlatıldı. Mardin'deki tüm okullar katıldı.
*
Mardin Mazıdağı ilçesindeki Cumhuriyet ilköğretim okulunun öğrencileri, matematik ve fen sorularının tamamına doğru cevap vererek, birinci oldu.
*
Çünkü… Köy enstitüleri karşıdevrim tarafından çoktan kapatılmıştı ama, bu memleketin hâlâ binlerce idealist öğretmeni vardı. Pekçok kişinin haritadaki yerini bile gösteremeyeceği, asla gitmek istemeyeceği ücra yerlere gönüllü olarak gidiyor, “kendi başlarına açıp solmamaları” için çocuklarımızı yetiştiriyorlardı.
*
Semih onlardan biriydi.
Eskişehir'in Seyitgazi ilçesine bağlı köyde doğmuş, ilkokulu ortaokulu köyünde okumuştu, ailesine destek için tarlada ırgat gibi çalışırdı, hep birincilikle mezun oldu, Sinop Üniversitesi'ni kazandı, sınıf öğretmenliği bölümünden diploma aldı, askerlikten sonra Erzurum Horasan'ın Haydarlı köyüne atandı, ulaşımı güçlükle sağlanan, bakkalı bile olmayan köyün, hem öğretmeni, hem müdürü, hem hademesi oldu, oradan Mardin Mazıdağı'na gönderildi.
*
Aziz Sancar Bilim Olimpiyatları'nda birinci olan Mardin Mazıdağı Cumhuriyet ilköğretim okulunun öğretmenlerinden biri, Semih'ti.
*
Köy çocuğu…
Köy çocuklarının kendi başına açıp solmasına müsaade etmiyordu.
*
Şak… Feto operasyonu ayaklarıyla, kanun hükmünde kararnameyle görevden alındı. Fetoculukla uzaktan yakından alakası yoktu. Devrimci bir ruha sahip olduğu için, fırsat bu fırsat ayıklanmıştı!
*
Öğretmenliğini, mesleğini, işini geri alabilmek için, köy çocuklarına geri dönebilmek için, Ankara'ya geldi, İnsan Hakları Anıtı'nın önüne oturdu, tıpkı kendisi gibi OHAL fırsatçığıyla görevden alınan Nuriye'yle birlikte, açlık grevine başladı.
*
Kimseye zararları yoktu.
Şiddet yoktu.
Kendi canlarını ortaya koyarak, demokratik haklarını kullanıyor, uğradıkları haksızlığı, hukuksuzluğu Türkiye'ye duyurmak istiyorlardı. İnsan Hakları Anıtı'nın önünde insanlığı arıyorlardı.
*
Bırakır giderler zannedildi, görmezden gelindi.
Bırakmadılar.
Baktılar ki bırakmıyorlar ve bu vicdani çığlık dünyanın her yerinden duyulmaya başlıyor, şak… Tutukladılar. Hapse tıktılar.
*
İşten atılma gerekçeleri olmadığı gibi, tutuklanma gerekçeleri de yoktu. OHAL vardı, gerisi önemli değildi.
*
123 gün oldu.
Semih 29 kilo kaybetti.
Nuriye 44 kiloya düştü.
Kıyafetleriyle 44 kilo.
Kritik eşik aşıldı.
Artık yürüyemiyorlar.
Kasları öylesine eridi ki, oturamıyorlar, sürekli yatmak zorundalar.
İç organlarında hasar oluşuyor.
Nuriye'nin sağ böbreğinde şiddetli ağrı var.
Nabız düzenleri bozuldu.
Bacaklarında istemsiz seğirme oluyor.
Görme, işitme kayıpları başladı.
*
Ölüyorlar.
*
Ve, sadece Semih'le Nuriye ölüyor zannediyorsanız, yanılıyorsunuz.
Aziz Sancar'la gururlanan Türkiye duysun diye yazıyorum…
Aziz Sancar çiçekleri kendi başına açıp solmasın diye ölüyorlar.
yılmaz özdil
*
Bu enstitülerden yetişen öğretmenler, “kendi başına açıp solan çiçek bırakmamak” için Anadolu bozkırının en ücra yerlerine dağıldılar.
*
Biri, Mardin'e gitmişti.
Savur'a.
Öğrencilerinin elbette hepsi garibandı ama, biri vardı ki, onun ayakkabısı bile yoktu, yalınayaktı, sekiz çocuklu ailenin yedi numarasıydı, annesi babası okuma yazma bilmiyordu, zaten Türkçe de bilmiyorlardı, Arapça konuşuyorlardı, çocuklarının okumasını, meslek sahibi olmalarını istiyorlardı, çocukta da müthiş bir okuma azmi vardı, tek göz odada, herkes uyuduktan sonra bile gaz lambasının ışığında çalışırdı. Köy entitüsü mezunu idealist öğretmen, o çocuğun hayatını değiştirdi, teşvik etti, cesaret verdi, o ücra köşede yitip gitmesine, “kendi başına açıp solmasına” müsaade etmedi.
*
O çocuk, Aziz Sancar'dı.
Nobel ödülü aldı.
Türkiye'nin gururu…
İnsanlığın umudu oldu.
*
“Bu ödülü, Atatürk'e, Cumhuriyet'e, idealist öğretmenlerime borçluyum” dedi.
*
Aziz Sancar'ın temel eğitimini aldığı Mardin'de yeni Aziz Sancarlar keşfedebilmek için, geçen sene, Aziz Sancar Bilim Olimpiyatları başlatıldı. Mardin'deki tüm okullar katıldı.
*
Mardin Mazıdağı ilçesindeki Cumhuriyet ilköğretim okulunun öğrencileri, matematik ve fen sorularının tamamına doğru cevap vererek, birinci oldu.
*
Çünkü… Köy enstitüleri karşıdevrim tarafından çoktan kapatılmıştı ama, bu memleketin hâlâ binlerce idealist öğretmeni vardı. Pekçok kişinin haritadaki yerini bile gösteremeyeceği, asla gitmek istemeyeceği ücra yerlere gönüllü olarak gidiyor, “kendi başlarına açıp solmamaları” için çocuklarımızı yetiştiriyorlardı.
*
Semih onlardan biriydi.
Eskişehir'in Seyitgazi ilçesine bağlı köyde doğmuş, ilkokulu ortaokulu köyünde okumuştu, ailesine destek için tarlada ırgat gibi çalışırdı, hep birincilikle mezun oldu, Sinop Üniversitesi'ni kazandı, sınıf öğretmenliği bölümünden diploma aldı, askerlikten sonra Erzurum Horasan'ın Haydarlı köyüne atandı, ulaşımı güçlükle sağlanan, bakkalı bile olmayan köyün, hem öğretmeni, hem müdürü, hem hademesi oldu, oradan Mardin Mazıdağı'na gönderildi.
*
Aziz Sancar Bilim Olimpiyatları'nda birinci olan Mardin Mazıdağı Cumhuriyet ilköğretim okulunun öğretmenlerinden biri, Semih'ti.
*
Köy çocuğu…
Köy çocuklarının kendi başına açıp solmasına müsaade etmiyordu.
*
Şak… Feto operasyonu ayaklarıyla, kanun hükmünde kararnameyle görevden alındı. Fetoculukla uzaktan yakından alakası yoktu. Devrimci bir ruha sahip olduğu için, fırsat bu fırsat ayıklanmıştı!
*
Öğretmenliğini, mesleğini, işini geri alabilmek için, köy çocuklarına geri dönebilmek için, Ankara'ya geldi, İnsan Hakları Anıtı'nın önüne oturdu, tıpkı kendisi gibi OHAL fırsatçığıyla görevden alınan Nuriye'yle birlikte, açlık grevine başladı.
*
Kimseye zararları yoktu.
Şiddet yoktu.
Kendi canlarını ortaya koyarak, demokratik haklarını kullanıyor, uğradıkları haksızlığı, hukuksuzluğu Türkiye'ye duyurmak istiyorlardı. İnsan Hakları Anıtı'nın önünde insanlığı arıyorlardı.
*
Bırakır giderler zannedildi, görmezden gelindi.
Bırakmadılar.
Baktılar ki bırakmıyorlar ve bu vicdani çığlık dünyanın her yerinden duyulmaya başlıyor, şak… Tutukladılar. Hapse tıktılar.
*
İşten atılma gerekçeleri olmadığı gibi, tutuklanma gerekçeleri de yoktu. OHAL vardı, gerisi önemli değildi.
*
123 gün oldu.
Semih 29 kilo kaybetti.
Nuriye 44 kiloya düştü.
Kıyafetleriyle 44 kilo.
Kritik eşik aşıldı.
Artık yürüyemiyorlar.
Kasları öylesine eridi ki, oturamıyorlar, sürekli yatmak zorundalar.
İç organlarında hasar oluşuyor.
Nuriye'nin sağ böbreğinde şiddetli ağrı var.
Nabız düzenleri bozuldu.
Bacaklarında istemsiz seğirme oluyor.
Görme, işitme kayıpları başladı.
*
Ölüyorlar.
*
Ve, sadece Semih'le Nuriye ölüyor zannediyorsanız, yanılıyorsunuz.
Aziz Sancar'la gururlanan Türkiye duysun diye yazıyorum…
Aziz Sancar çiçekleri kendi başına açıp solmasın diye ölüyorlar.
yılmaz özdil