bazı tipler tarafından ötekileştirilip toplumun genelinde coşku yaratmasını engellediği işçi bayramı. bu tarz insanlar burjuvanın ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramamaktadır.
sanırım anlayan anlamıştır.
sanırım anlayan anlamıştır.
türk hikayeciliğinde sanırım en iyisi sait faiktir, özellikle durum hikayeleri muhteşemdir.
tipik bir 17. yüzyıl ressamı rahatsız edici karamsar bir hava ve grotesk dönem elitleri.
tahta çıktığında 33 yaşındaydı kayda değer bir eğitim ve tecrübe edinmişti. küçük alman prensliği anhalt-zerbst'te prenses olarak doğan geleceğin rusya imparatoriçesi alçak gönüllü ama kültürlü bir ortamda yetişti. anhalt-zerbst'teki saray 18. yüzyıl avrupa sarayları gibi güçlü bir şekilde fransız kültüründen etkilenmişti ve katerina da çocukluğundan itibaren fransızca kitaplar okumaya başlamıştı. 1744'te on beş yaşında holstein-gottorp'lu petro ile evlenmek üzere rusya'ya geldi ve kendisini rus hükümdarın eşi olmak üzere hazırladı.
1744 ile 1762 yılları arası katerina için zor geçti. petro berbat bir kocaydı ve alman prensesin imparatorluk sarayındaki pozisyonu haklı bir şekilde izole hatta kocasının keyfine tabi olarak tarif edilebilirdi. katerina'nın zorluklarına ek olarak annesinin büyük frederick'in ajanı olduğu keşfedilmiş ve rusya'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. ancak müstakbel imparatoriçe sarayda sadece hayatta kalmaktan daha fazlasını başardı. petro'yla evlenmek için ortodoks olmaya ek olarak rus dilini ve edebiyatını iyi bir şekilde öğrenmeye ve yeni ülkesiyle ilgili bilgi elde etmeye girişti. aynı zamanda voltaire, montesquieu ve diğer filozofların yazılarına da ilgi gösteriyordu, daha önceki fransız edebiyatı temeli ile buna hazırdı. görüldüğü gibi büyük katerina'nın aydınlanma'ya olan ilgisi saltanatının önemli bir yönünü oluşturacaktı. genç prenses kendini yeni çevresine becerikli bir şekilde adapte etti, arkadaşlar edindi ve saray çevrelerinde bir ölçüye kadar yakınlık ve popülerlik kazandı. masumiyet ve uysallık numarası yaparken entrika ve planlara katılmış ancak izlerini dikkatli bir şekilde kapatmıştı; ta ki 1762 yaz ortasında kocasının devrilmesine ve ardından ölerek kendisini imparatoriçe ıı. katerina yapan başarılı darbeye kadar.
büyük katerina'nın kişiliği ve karakteri daha sonraki yorumcular gibi pek çok çağdaşını etkiledi. imparatoriçe üstün bir zekaya, doğal bir yönetme becerisine, olağanüstü bir gerçekçiliğe, harcayacak enerjiye ve demir bir iradeye sahipti. kararlılığının yanında cesaret ve iyimserlik de vardı. katerina bütün engelleri geçebileceğini inanıyordu ve pek çok kez de haklı çıktı. özdenetim, karar ve propaganda becerisi, erkekleri ve durumları kendi arzularına göre akıllı bir şekilde idare etme becerisi is bu olağanüstü hükümdarın ek değerleriydi. kendisibi besleyen şeyin tutku olduğunu söylemişti. eğer bu tutku sadece tacı ele geçirmek, savaşta zafer elde etmek ya da filozoflardan övgü almak olarak anlaşılmadığı ama her şeyde mükemmel olmak ve her şeyi kontrolü altına almak konusunda ısrarlı bir güdü olarak anlaşıldığı takdirde tarihçi buna katılır. çünkü büyük petro zamanından bu yana ilk defa rusya gece gündüz çalışan, büyük küçük her konuya kişisel dikkat gösteren bir hükümdara sahip olmuştu.
1744 ile 1762 yılları arası katerina için zor geçti. petro berbat bir kocaydı ve alman prensesin imparatorluk sarayındaki pozisyonu haklı bir şekilde izole hatta kocasının keyfine tabi olarak tarif edilebilirdi. katerina'nın zorluklarına ek olarak annesinin büyük frederick'in ajanı olduğu keşfedilmiş ve rusya'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. ancak müstakbel imparatoriçe sarayda sadece hayatta kalmaktan daha fazlasını başardı. petro'yla evlenmek için ortodoks olmaya ek olarak rus dilini ve edebiyatını iyi bir şekilde öğrenmeye ve yeni ülkesiyle ilgili bilgi elde etmeye girişti. aynı zamanda voltaire, montesquieu ve diğer filozofların yazılarına da ilgi gösteriyordu, daha önceki fransız edebiyatı temeli ile buna hazırdı. görüldüğü gibi büyük katerina'nın aydınlanma'ya olan ilgisi saltanatının önemli bir yönünü oluşturacaktı. genç prenses kendini yeni çevresine becerikli bir şekilde adapte etti, arkadaşlar edindi ve saray çevrelerinde bir ölçüye kadar yakınlık ve popülerlik kazandı. masumiyet ve uysallık numarası yaparken entrika ve planlara katılmış ancak izlerini dikkatli bir şekilde kapatmıştı; ta ki 1762 yaz ortasında kocasının devrilmesine ve ardından ölerek kendisini imparatoriçe ıı. katerina yapan başarılı darbeye kadar.
büyük katerina'nın kişiliği ve karakteri daha sonraki yorumcular gibi pek çok çağdaşını etkiledi. imparatoriçe üstün bir zekaya, doğal bir yönetme becerisine, olağanüstü bir gerçekçiliğe, harcayacak enerjiye ve demir bir iradeye sahipti. kararlılığının yanında cesaret ve iyimserlik de vardı. katerina bütün engelleri geçebileceğini inanıyordu ve pek çok kez de haklı çıktı. özdenetim, karar ve propaganda becerisi, erkekleri ve durumları kendi arzularına göre akıllı bir şekilde idare etme becerisi is bu olağanüstü hükümdarın ek değerleriydi. kendisibi besleyen şeyin tutku olduğunu söylemişti. eğer bu tutku sadece tacı ele geçirmek, savaşta zafer elde etmek ya da filozoflardan övgü almak olarak anlaşılmadığı ama her şeyde mükemmel olmak ve her şeyi kontrolü altına almak konusunda ısrarlı bir güdü olarak anlaşıldığı takdirde tarihçi buna katılır. çünkü büyük petro zamanından bu yana ilk defa rusya gece gündüz çalışan, büyük küçük her konuya kişisel dikkat gösteren bir hükümdara sahip olmuştu.
antik roma cumhuriyetinde olağanüstü durumlarda senato tarafından yetkilendirilen kişilere verilen ünvan fakat başta sulla olmak üzere güç ile yanıp tutuşan ihtiraslı komutanlardan tarafından kötüye kullanılmıştır.
Hildegard von Bingen bir kadın yazardır. Hildegard'ın özelliği sahip olduğu Tanrı vergisi, karizmatik yetenekte yatar. Rheinland bölgesinde asil bir aileden gelen Hildegard, küçük yaştan itibaren bir manastırda yaşar ve düşler görür ama bu düşlerden sadece dadısına söz eder. Yıllar sonra geçirdiği bir hastalık sırasında kendisine verilen rolün bilincine varır. Onun görevi, düşlerini açıklamak, Hristiyanlığı erdeme götüren yola döndürmek ve heretikliklerle mücadele etmektir. Hildegard'ın ünü yayılır ve ilk eseri olan Scivias kilise otoriteleri tarafından okunup onaylanır. Bu olay, Hildegard'ın hayatında önemli bir dönüm noktası teşkil eder; o andan itibaren Hildegard edebi faaliyetlerini yoğunlaştırır, kilise adamlarıyla, İmparator Friedrich Barbarossa'yla Bizans imparatoriçesiyle, papayla mektuplaşır.
Hildegard'ın düşleri titizlikle ortaya konulmuştur. Bazen sözlerin de yer aldığı düşleri, yine ilahi kaynaklı olan açıklamalar izler. Dolayısıyla Hildegard sadece bir aracı rolü görür ve alt düzey kültürünü ve Latince alanındaki sınırlı bilgilerini kanıt olarak sunar. Tanrı tarafından seçilmiş olmasaydı, onun gibi zayıf ve kültürsüz bir kadın bu kadar önemli ve derin şeyleri görüp duyabilir miydi? Hildegard'ın eserlerinde işlenen temaların bazıları çok ilginçtir. Liber divinorum operum'daki ilk düş, evrenin birliğini, uyumunu ve akılcılığını göstermeyi amaçlar: "Bender düşteki Tanrı'nın sesi yankılanan bir söz olan rüzgarıyla akılcılığım, yaratılan her şey bu rüzgarla oluşur. Ben her şeyin temeliyim, çünkü yaşayan her şey ateşini benden alır"
Açıkça belirtilmemesine rağmen bu eserin amacı, Katharların önerdiği ikili dünya görüşünü eleştirmek olabilirdi. Hildegard olumlu bir değerle olumsuz bir değer arasındaki mücadeleden dolayı mahvolmuş, uyumsuz bir dünya fikrini reddetmek için, ilahi akılcılıktan sadece akılcı bir evrenin tezahür edeceğini savunur. Hildegard'ın sözünü ettiği akılcılık, evrenin düzeyleri arasındaki paralellikler, içsel çağrılar ve birçok şeyin Teslis'i çağrıştıran üçlü yapısı yoluyla kendini gösterir. Hildegard düşsel eserlerin yanı sıra tıp-fizik alanlarında yazdığı kitaplarda ve Causae et curae hem vücut sıvıları konusunda bir teori geliştirmiş hem de hastalıklara sayısız çare bulmuştur.
Hildegard'ın düşleri titizlikle ortaya konulmuştur. Bazen sözlerin de yer aldığı düşleri, yine ilahi kaynaklı olan açıklamalar izler. Dolayısıyla Hildegard sadece bir aracı rolü görür ve alt düzey kültürünü ve Latince alanındaki sınırlı bilgilerini kanıt olarak sunar. Tanrı tarafından seçilmiş olmasaydı, onun gibi zayıf ve kültürsüz bir kadın bu kadar önemli ve derin şeyleri görüp duyabilir miydi? Hildegard'ın eserlerinde işlenen temaların bazıları çok ilginçtir. Liber divinorum operum'daki ilk düş, evrenin birliğini, uyumunu ve akılcılığını göstermeyi amaçlar: "Bender düşteki Tanrı'nın sesi yankılanan bir söz olan rüzgarıyla akılcılığım, yaratılan her şey bu rüzgarla oluşur. Ben her şeyin temeliyim, çünkü yaşayan her şey ateşini benden alır"
Açıkça belirtilmemesine rağmen bu eserin amacı, Katharların önerdiği ikili dünya görüşünü eleştirmek olabilirdi. Hildegard olumlu bir değerle olumsuz bir değer arasındaki mücadeleden dolayı mahvolmuş, uyumsuz bir dünya fikrini reddetmek için, ilahi akılcılıktan sadece akılcı bir evrenin tezahür edeceğini savunur. Hildegard'ın sözünü ettiği akılcılık, evrenin düzeyleri arasındaki paralellikler, içsel çağrılar ve birçok şeyin Teslis'i çağrıştıran üçlü yapısı yoluyla kendini gösterir. Hildegard düşsel eserlerin yanı sıra tıp-fizik alanlarında yazdığı kitaplarda ve Causae et curae hem vücut sıvıları konusunda bir teori geliştirmiş hem de hastalıklara sayısız çare bulmuştur.
7/24 ''esnek çalışma'' saatlerine göre kullanılır. patronların ve yöneticilerin veli nimetidir.
rupert murdoch'a ait bir kanalda çalışmaktadır.
Bu vecizenin atfedildiği Bernard de Chartres, antik çağın düşüncelerini tutkuyla savunurken çağdaşlarını, devlerin omuzlarında oturmaları sayesinde kendilerinden öncekilere göre daha uzağı görebilenler olarak tanımlar, Bu vecizenin özellikle orta çağda olmak üzere felsefe tarihinde sık sık kullanılması kaçınılmaz olarak şöyle bir soruyu doğurur: Çağdaşları, eskilerin karşısında tevazu mu gösterir, yoksa tam tersine, kendilerine aktarılan düşünceler karşısında üstünlük mü taslarlar?
güzel manzarası var ama çok kalabalık ki starbucks tarzı kurumsallaşmış yerleri pek sevmediğimden girmemem için bahane oluyor.
biraz aşağıda bulunan susam isimli yerin döneri güzel bilginize.
biraz aşağıda bulunan susam isimli yerin döneri güzel bilginize.
19.yüzyılda çin de ortaya çıkan bir topluluk batılıların kafasını kesmeleri ve üstlerinde bulunan muskalar sayesinde kurşun geçirmeyeceklerini inanırlardı.
sonuç: britanya liderliğindeki koalisyon güçleri tarafından yok edildiler ve çin tamamen batı pazarına açıldı.
sonuç: britanya liderliğindeki koalisyon güçleri tarafından yok edildiler ve çin tamamen batı pazarına açıldı.
native dillerimden biri.
inatla izlemediğim tv serisi.
film vizyona girmeden önce ciddi bir pr çalışması yapıyorlar.
weimar ve dessau merkezli eğitim vermiş olan 30'lu yıllarda zirvesini görmüş mimari başta olmak üzere birçok alanda ürünler çıkarmış ekoldür.
isveçte öğrenciler ve yeni evlenenlerin alışveriş yaptığı alt segment firma.
Kurtuba Halifeliği'nin 1031 'de ani bir şekilde sona ermesi, İslamiyet'in İber Yarımadasındaki varlığını sonlandırmak yerine yarattığı ağır siyasal ve askeri gerilemeyle Hıristiyan hasımlarının ilerleme sürecini başlatır. Reinos de Taifa adı verilen bu yeni dönemde 250 yıldır süren Emevilerin güçlü halifeliği kırk kadar küçük krallık, emirlik ve sultanlığa bölünür.
Halifeliğin yıkıntılarından kısa sürede, Malaga'nın Hammudileri ve Granada'nın Zirileri başta olmak üzere Sakalibaların, yani Slavların veya Valencia'nın Amirileri gibi genelde Kafkas asıllı kölelerin ve Arapların Berberi Müslüman krallıkları doğar. Araplar Saragoza'da önce Yemen asıllı Tucibiler, sonra da Hudi Hanedanı altında organize olur; Toledo'da ise 1018-1081 arasında idarede olan Zunnunileri, 1022'den beri Badajoz'u yöneten Aftasidler izler. Sevilla'ya yerleşen Kadı Ebu el-Kasım muhammed med bin Abbad'ın soyundan gelen Abbadiler de 1031 - 1069 arasında Ebu Hazın Cevher bin Muhammed bin Cevher'in soyundan gelenler tarafından yönetilen Kurtuba'yı da kontrolleri altına alır. Bu topluluk bilim ve edebiyat insanlarının cömert himayesi sayesinde meşruiyet kazanmaya ve onların şöhretlerinden yararlanmaya çalışır.
Ancak Hıristiyan hasımları da eskiye göre çok daha etkili bir şekilde örgütlenir. Tarihi çok eskilere dayanan Asturya-Leon Krallığına, 1031 yılına kadar Leon'a bağlı olan Kastilya Krallığı, Aragon Krallığı ve Barselona Kontluğu eklenir. Bu arada önce Pamplona, sonra Navarra adını alan krallık, Pirene Dağları'nın en kuzeyinde yer alan Bask bölgelerini yönetmeye devam eder,16. yüzyıl başlarında da zoraki olarak İspanya Krallığıyla birleşir.
Abbadi yönetimindeki Sevilla, Endülüs'ün en önemli şehri haline gelip Kurtuba'yı da ele geçirirken , El Mutemid sayesinde Toledo'nun Leon ve Kastilya kralı VI. Alphonsus tarafından fethinin Hıristiyanlar üzerinde çok büyük psikolojik etkisi olacaktır, çünkü hem fethedilen ilk büyük Müslüman şehridir hem de eski Vizigot başkenti yeniden hristiyanların eline geçer, bu da zorlu, ama umut verici Reconquista'nın ilk adımıdır.
1078'de Sevilla halkı onur kıncı mudejar konumuna düşer, ama Endülüs'ün kaçınılmaz olarak tamamıyla parçalanması, bir süreliğine de olsa Sevilla, Badajoz, Kurtuba ve Granada elçilerinin müdahale etmesi için yalvardığı Berberi Murabıtların Sultanı tarafından engellenir.
Aynı yıl 23 Ekim'de Badajoz yakınlarındaki Zallaka'da Müslümanların kazandığı büyük zafer, İberya'daki İslam varlığının süresini uzatacak gibi görünse de kısa süre içinde Endülüs'teki en iyimser Müslümanlar bile Yusuf bin Taşfin'in yardım etmemesinin pek de özverili bir hareket olmadığını anlar.
Hudiler dışındaki Tavaif-ül-Mülk beyleri oldukça hızlı ve acımasız bir şekilde yerlerinden edilir. 1090'da Granada ve Sevilla, ertesi yıl da Alphonsus'la nafile ve zoraki bir ittifaka girmeyi deneyen Kurtuba geri alınır. Amirilerden geri aldığı Valencia'nın beyi olan El Cid de 1099'da Murabıtlarla savaşırken ölür.
Murabıtların tahttan inmesini sağlayanlar ''muvahhidler'' yine müslüman ve yine Berberidir ve Yusuf bin Taşfin'le Kuzey Afrika'nın aynı bölgesinden gelirler.
Heretik gözüyle baktıkları Murabıtlardan kurtulmak için 1123- 1124 arasında Kuzey Afrika'dan yola çıkan Muvahhidlerin Endülüs'e ulaşması 1145- 1146 yıllarını bulur; onları davet eden Murabıt beyi Muhammed bin Ganiye bölge halkıyla ters düşer. Ancak Muvahhidlerin murabıtlardan daha da hoşgörüsüz olduğunu sadece, acımasız bir şekilde zulüm görüp yeni beylerin yobaz gazabıyla neredeyse yok olan Kuzey afrika'da ki Yahudi ve Hıristiyan toplulukları değil, Endülüs'ün müslümanları da fark eder.
Muvahhidler 18 Temmuz 1195'te Kastilya kralı Alphonsus'a karşı bir zafer kazansa da, Müslümanların Las Navas de Tolosa'da uğradıkları ağır yenilgi İslamiyet'in İber Yarımadasındaki hakimiyetinin sonunun başlangıcına da işaret eder.
11. ve 13. yüzyıllar arasında neredeyse tüm Müslüman krallıkları Kurtuba, Almeria, Badajoz, Murcia, Niebla ve Valencia çeşitli Hıristiyan devletler tarafından ele geçirilir. 1110'daki Murabıt ve 1118'deki Aragon istilasından önce, 1076'da Denia ile Balearları kontrolü altına alan Saragoza'nın emiri Mücahit el-Emiri 1015-1016 arasında Sardinya'yı fethetmeyi denemiş, ancak Pisalılarla Cenevizliler arasındaki sıradışı bir ittifak sonucu geri püskürtülmüştü.
Varlığını daha uzun sürdürmeyi başaran tek Tayfa Krallığı, Granada Sultanlığı'dır, ama bunun da nedeni, 1237- 1492 arasında Kastilya'nın vassalı olma durumuna katlanmasıdır; Granada'dan toplanan altın sikkeler Kastilya'nın İslam karşıtlığını yumuşatır, sultanlık da böylece göstermelik de olsa, siyasal varlığını sürdürmeye devam eder. Las Navas de Tolosa'daki Müslüman yenilgisiyle Ocak 1492 arasında 280 yıl var-
Müslümanların dır. Bu uzun dönem kültürel açıdan olağanüstü derecede verimli geçer; siyasal açıdan Hıristiyan krallıklarını memnun ederken Müslümanlar için büyük hayal kırıklıkları yaratır. Savaşlar ve barış antlaşmaları, ağır vergiler ve entrikalar, ittifaklar ve ihanetlerle dolu geçen neredeyse üç yüzyıllık sürede karşıt safları oluşturanlar daima Müslümanlarla Hıristiyanlar değildir. Merini beyi Ebu Yusuf Yakup Endülüs'ün son şansıdır. 1275'te Cebelitarık Boğazı'nı geçer ve Kuzey Afrika kaynaklı bu üçüncü seferin kendilerine Kastilyalılardan kurtaracağını uman Granadalılar tarafından kendisine sunulan Algesiras'a girer. Ebu Yusuf'un dört yıl sonra tam da Algesiras sularında kazandığı deniz zaferi Nasri Sultanlığı'nın kayıplarını telafi eder gibidir, ama Ebu Yusuf'un halefi Ebu Yakup aynı başarıyı sürdüremez, çünkü kendi ülkesinde de Tlemsenli Abdülvadilerin giderek artan husumetiyle karşı karşıyadır.
Merini beyi Ebu El-Hasan Ali'nin gösterdiği çabalar işe yaramaz. 30 Ekim 1340'ta Rio Salado üzerinde uğranılan ağır yenilgi Endülüs'ün hayatta kalma umutlarını tamamıyla söndürür.
Dağılmakta olan siyasal ve askeri tabloyu toparlayacak bir mucize beklentisi içindeki Nasriler Elhamra'daki muhteşem saraylarında yaşamaya devam eder; son sultan olan ve Boabdil olarak bilinen Ebu Abdullah Muhammed Katolik kralların nihai kuşatmasına ve cömert sayılabilecek şartlarına boyun eğmek zorunda kalır.
Ancak İspanya'daki İslam varlığı o yıl sona ermez. Geriye kalan ve kırsal kesimde göze batmadan tarlalarda mütevazı işlerde titiz bir şekilde çalışarak yaşamaya çalışan Müslümanlar giderek daha çok zulme ve zalim bir ayrımcılığa maruz kalır. Kardinal Ximenes de Cisneros'un uyguladığı zalim baskılar sonucunda birçoğu zorunlu olarak Hıristiyanlığı kabul eder ve onlar için moriscos terimi kullanılmaya başlanır, çünkü durumları, Hıristiyanlığı isteyerek seçen tomadizosa göre farklılık gösterir.Bir yüzyıldan uzun bir süre bu kabus gibi ortamda yaşayan Müslüman Endülüslüler yayınlanan bir emirnameyle nihai olarak ülkeden gönderilir Onların çalışkanlıklarından ve yeteneklerinden yararlananlar Kuzey Afrika ile Osmanlı İmparatorluğudur. Bu arada İspanya da ciddi boyutta bir tarım kriziyle karşı karşıya kalmaya başlasa da bu kriz, Yeni Dünya'yı talan eden Conquistadoresin geri getirdiği Amerikan altınının ardında gizlenir.
Halifeliğin yıkıntılarından kısa sürede, Malaga'nın Hammudileri ve Granada'nın Zirileri başta olmak üzere Sakalibaların, yani Slavların veya Valencia'nın Amirileri gibi genelde Kafkas asıllı kölelerin ve Arapların Berberi Müslüman krallıkları doğar. Araplar Saragoza'da önce Yemen asıllı Tucibiler, sonra da Hudi Hanedanı altında organize olur; Toledo'da ise 1018-1081 arasında idarede olan Zunnunileri, 1022'den beri Badajoz'u yöneten Aftasidler izler. Sevilla'ya yerleşen Kadı Ebu el-Kasım muhammed med bin Abbad'ın soyundan gelen Abbadiler de 1031 - 1069 arasında Ebu Hazın Cevher bin Muhammed bin Cevher'in soyundan gelenler tarafından yönetilen Kurtuba'yı da kontrolleri altına alır. Bu topluluk bilim ve edebiyat insanlarının cömert himayesi sayesinde meşruiyet kazanmaya ve onların şöhretlerinden yararlanmaya çalışır.
Ancak Hıristiyan hasımları da eskiye göre çok daha etkili bir şekilde örgütlenir. Tarihi çok eskilere dayanan Asturya-Leon Krallığına, 1031 yılına kadar Leon'a bağlı olan Kastilya Krallığı, Aragon Krallığı ve Barselona Kontluğu eklenir. Bu arada önce Pamplona, sonra Navarra adını alan krallık, Pirene Dağları'nın en kuzeyinde yer alan Bask bölgelerini yönetmeye devam eder,16. yüzyıl başlarında da zoraki olarak İspanya Krallığıyla birleşir.
Abbadi yönetimindeki Sevilla, Endülüs'ün en önemli şehri haline gelip Kurtuba'yı da ele geçirirken , El Mutemid sayesinde Toledo'nun Leon ve Kastilya kralı VI. Alphonsus tarafından fethinin Hıristiyanlar üzerinde çok büyük psikolojik etkisi olacaktır, çünkü hem fethedilen ilk büyük Müslüman şehridir hem de eski Vizigot başkenti yeniden hristiyanların eline geçer, bu da zorlu, ama umut verici Reconquista'nın ilk adımıdır.
1078'de Sevilla halkı onur kıncı mudejar konumuna düşer, ama Endülüs'ün kaçınılmaz olarak tamamıyla parçalanması, bir süreliğine de olsa Sevilla, Badajoz, Kurtuba ve Granada elçilerinin müdahale etmesi için yalvardığı Berberi Murabıtların Sultanı tarafından engellenir.
Aynı yıl 23 Ekim'de Badajoz yakınlarındaki Zallaka'da Müslümanların kazandığı büyük zafer, İberya'daki İslam varlığının süresini uzatacak gibi görünse de kısa süre içinde Endülüs'teki en iyimser Müslümanlar bile Yusuf bin Taşfin'in yardım etmemesinin pek de özverili bir hareket olmadığını anlar.
Hudiler dışındaki Tavaif-ül-Mülk beyleri oldukça hızlı ve acımasız bir şekilde yerlerinden edilir. 1090'da Granada ve Sevilla, ertesi yıl da Alphonsus'la nafile ve zoraki bir ittifaka girmeyi deneyen Kurtuba geri alınır. Amirilerden geri aldığı Valencia'nın beyi olan El Cid de 1099'da Murabıtlarla savaşırken ölür.
Murabıtların tahttan inmesini sağlayanlar ''muvahhidler'' yine müslüman ve yine Berberidir ve Yusuf bin Taşfin'le Kuzey Afrika'nın aynı bölgesinden gelirler.
Heretik gözüyle baktıkları Murabıtlardan kurtulmak için 1123- 1124 arasında Kuzey Afrika'dan yola çıkan Muvahhidlerin Endülüs'e ulaşması 1145- 1146 yıllarını bulur; onları davet eden Murabıt beyi Muhammed bin Ganiye bölge halkıyla ters düşer. Ancak Muvahhidlerin murabıtlardan daha da hoşgörüsüz olduğunu sadece, acımasız bir şekilde zulüm görüp yeni beylerin yobaz gazabıyla neredeyse yok olan Kuzey afrika'da ki Yahudi ve Hıristiyan toplulukları değil, Endülüs'ün müslümanları da fark eder.
Muvahhidler 18 Temmuz 1195'te Kastilya kralı Alphonsus'a karşı bir zafer kazansa da, Müslümanların Las Navas de Tolosa'da uğradıkları ağır yenilgi İslamiyet'in İber Yarımadasındaki hakimiyetinin sonunun başlangıcına da işaret eder.
11. ve 13. yüzyıllar arasında neredeyse tüm Müslüman krallıkları Kurtuba, Almeria, Badajoz, Murcia, Niebla ve Valencia çeşitli Hıristiyan devletler tarafından ele geçirilir. 1110'daki Murabıt ve 1118'deki Aragon istilasından önce, 1076'da Denia ile Balearları kontrolü altına alan Saragoza'nın emiri Mücahit el-Emiri 1015-1016 arasında Sardinya'yı fethetmeyi denemiş, ancak Pisalılarla Cenevizliler arasındaki sıradışı bir ittifak sonucu geri püskürtülmüştü.
Varlığını daha uzun sürdürmeyi başaran tek Tayfa Krallığı, Granada Sultanlığı'dır, ama bunun da nedeni, 1237- 1492 arasında Kastilya'nın vassalı olma durumuna katlanmasıdır; Granada'dan toplanan altın sikkeler Kastilya'nın İslam karşıtlığını yumuşatır, sultanlık da böylece göstermelik de olsa, siyasal varlığını sürdürmeye devam eder. Las Navas de Tolosa'daki Müslüman yenilgisiyle Ocak 1492 arasında 280 yıl var-
Müslümanların dır. Bu uzun dönem kültürel açıdan olağanüstü derecede verimli geçer; siyasal açıdan Hıristiyan krallıklarını memnun ederken Müslümanlar için büyük hayal kırıklıkları yaratır. Savaşlar ve barış antlaşmaları, ağır vergiler ve entrikalar, ittifaklar ve ihanetlerle dolu geçen neredeyse üç yüzyıllık sürede karşıt safları oluşturanlar daima Müslümanlarla Hıristiyanlar değildir. Merini beyi Ebu Yusuf Yakup Endülüs'ün son şansıdır. 1275'te Cebelitarık Boğazı'nı geçer ve Kuzey Afrika kaynaklı bu üçüncü seferin kendilerine Kastilyalılardan kurtaracağını uman Granadalılar tarafından kendisine sunulan Algesiras'a girer. Ebu Yusuf'un dört yıl sonra tam da Algesiras sularında kazandığı deniz zaferi Nasri Sultanlığı'nın kayıplarını telafi eder gibidir, ama Ebu Yusuf'un halefi Ebu Yakup aynı başarıyı sürdüremez, çünkü kendi ülkesinde de Tlemsenli Abdülvadilerin giderek artan husumetiyle karşı karşıyadır.
Merini beyi Ebu El-Hasan Ali'nin gösterdiği çabalar işe yaramaz. 30 Ekim 1340'ta Rio Salado üzerinde uğranılan ağır yenilgi Endülüs'ün hayatta kalma umutlarını tamamıyla söndürür.
Dağılmakta olan siyasal ve askeri tabloyu toparlayacak bir mucize beklentisi içindeki Nasriler Elhamra'daki muhteşem saraylarında yaşamaya devam eder; son sultan olan ve Boabdil olarak bilinen Ebu Abdullah Muhammed Katolik kralların nihai kuşatmasına ve cömert sayılabilecek şartlarına boyun eğmek zorunda kalır.
Ancak İspanya'daki İslam varlığı o yıl sona ermez. Geriye kalan ve kırsal kesimde göze batmadan tarlalarda mütevazı işlerde titiz bir şekilde çalışarak yaşamaya çalışan Müslümanlar giderek daha çok zulme ve zalim bir ayrımcılığa maruz kalır. Kardinal Ximenes de Cisneros'un uyguladığı zalim baskılar sonucunda birçoğu zorunlu olarak Hıristiyanlığı kabul eder ve onlar için moriscos terimi kullanılmaya başlanır, çünkü durumları, Hıristiyanlığı isteyerek seçen tomadizosa göre farklılık gösterir.Bir yüzyıldan uzun bir süre bu kabus gibi ortamda yaşayan Müslüman Endülüslüler yayınlanan bir emirnameyle nihai olarak ülkeden gönderilir Onların çalışkanlıklarından ve yeteneklerinden yararlananlar Kuzey Afrika ile Osmanlı İmparatorluğudur. Bu arada İspanya da ciddi boyutta bir tarım kriziyle karşı karşıya kalmaya başlasa da bu kriz, Yeni Dünya'yı talan eden Conquistadoresin geri getirdiği Amerikan altınının ardında gizlenir.
ana ürünü baklava ve türevleri olan bir yerden pasta alınmamasını öğreten marka.
teşekkürler seyidoğlu.
teşekkürler seyidoğlu.