Justinianus 13 Kasım 565 gecesi öldüğü zaman haklı olarak ününün yüzyıllar boyu süreceğinden emindi. Ancak isminin, Romalıların hukuk bilgilerini toplattığı ve defalarca büyük bir övgüyle söz ettiği üç ciltlik Corpus Iuris Civilis eseriyle beraber hatırlanacağını düşünmemiştir, hatta ummamıştır. En önemlisi Konstantinopolis'teki Hagia Sophia olmak üzere bazı olağanüstü mimari eserler dışında, 38 yıllık saltanatının neredeyse tamamına yayılan ve muazzam miktarda insan gücü, insan hayatı ve mali kaynak pahasına gerçekleştirilmiş olan diğer girişimler pek verimli sonuçlar vermeyecek, hatta çok kısa ömürlü olacaktı.
Petrus Sabbatius'un 1 Nisan 481 gecesi, Dacia Mediterranea eyaletinde, Naissos ile Scopia arasında yer alan Bederiana Kalesi yakınlarındaki Tauresium adlı köyde doğduğu sanılmaktadır. Bu bölgede 451 yılında kalkedon yoluyla kabul edilen Hıristiyan inancı geçerlidir ve Latince konuşulur. Justinianus doğduğu topraklara büyük bir bağlılık duyar, Bederiana'yı güçlendirir, Tauresium'u dört kuleli bir kaleye çevirir ve yakınlarında Iustiniana Prima adı altında yeni bir şehir inşa eder. Nis'in 45 km kadar güneyinde, Grad'daki Cari yakınlarında kalıntıları bulunan bu şehir VI. yüzyılın sonlarında çöküşe geçmiş ve muhtemelen 6. yüzyılın sonlarında çöküşe geçmiş ve muhtemelen 614-615'te Slavların saldırısı sonucunda tamamıyla terk edilmiştir. Babasının adının Sabbatius olduğu biliniyor, dolayısıyla Thracia asıllı olabilir.
Justinianus'un kesin olarak bilinmeyen, ama kız kardeşininki gibi adının Vigilantia olduğu sanılan annesinin 450-452 civarında fakir bir çiftçi ailesinin oğlu olarak Bederiana'da doğmuş olan ağabeyi Justinus, I. Leon zamanında Konstantinopolis'e gitmiş, özellikle I. Anastasius'un döneminde parlak bir askeri kariyeri olmuştu. İmparator 8 Temmuz 518 gecesi öldüğü zaman Justinus comes excubitorum idi. Yoğun müzakereler sonucu diğer adaylara göre üstünlük kazanır ve 10 Temmuz günü kendisine Hipodrom'da imparatorluk sancakları teslim edilir. Justinus'un, daha sonra Euphemia adını alacak olan karısı Lupicina'yla çocukları olmadığı için Konstantinopolis'e getirttiği yeğenleri arasında 490 yılında geldiği tahmin edilen Petrus Sabbatius da vardır. Justinus, Sabbatius'un çok iyi bir eğitim almasını ve iyi bir kariyer yapmasını sağlar. Sabbatius 518'de candidatus olur, ertesi sene ise comes unvanını alır. Ardından merkezi ordunun en yüksek rütbesi olan magister equitum et peditum praesentalis unvanını alarak 521'de ilk defa consul olur ve Flavius Petrus Sabbatius Justinianus adını alır. Bundan kısa süre sonra da onursal patricius unvanını alacaktır.
Adına ve başka bazı ipuçlarına rağmen Justinianus'un amcası tarafından evlat edinilmiş olduğu kesin değildir. Aslında 1 Nisan 527'de, imparator ağır derecede hastayken, senatörler tarafından yeğenini istemeden imparatorluk makamına ortak etmek zorunda bırakıldığı sanılır. Böylece Justinianus 4 Nisan günü, devletin ileri gelenleri, senatörler ve subayların huzurunda Konstantinopolis Patriği tarafından taçlandırılır. 1 Ağustos 527'de Justinus ölür ve Justinianus tek başına imparator olur.
Bundan kısa bir süre önce, 525 yılı civarında Theodora'yla evlenmiştir. Theodora şaibeli geçmişe sahip eski bir tiyatro oyuncusu olduğundan Justinianus amcasının senatörlerin böyle kadınlarla evlenmesini yasaklayan eski imparatorluk kuralını feshetmesini istemişti. İmparatoriçenin 28 Haziran 548'deki ölümüne kadar süren evlilikleri boyunca çocukları olmamışsa da hep çok yakın yaşamışlardır. Bir tür iki başlılıktan söz etmek doğru değilse de, Justinianus'un Theodora'ya büyük saygı gösterdiği ve onu yönetim işlerinden uzak tutmadığı kesindir; imparatoriçe kadınların durumunu iyileştirecek kuralları teşvik eder, krallarla ve papalarla temaslar kurar, bazı yüksek düzey yetkililerin kaderleri üzerinde etkili olur ve kesin monofizit görüşe sahip olduğundan kocasının Kalkedon öğretisi eğilimini dengeler ve kendi inancına sahip olanlara destek olarak, bazılarının yıllar boyu sarayında sığınmasına izin verir. Nika İsyanı'ndaki rolünün Prokopius tarafından abartıldığı sanılır; buna göre Theodora kocasının kaçmasını engellemiş, Narses'in zaman kazanmasını ve Belisarius ile Mundus'un hipodroma saldırarak isyanı kanlı bir şekilde bastırmasını sağlamıştır. Ancak bu isyanın Justinianus'un kendisi tarafından hem rakiplerini ortaya çıkarıp yok etmek, hem de hipodromdaki yarışların taraftarlarından doğan iki siyasi-askeri organizasyon olan ve genelde birbirine rakip olup bu isyanda bir araya gelmiş Yeşiller ile Mavilerin kibrini zayıflatmak amacıyla kışkırtılmış olması muhtemeldir.
Orta boylu, sağlıklı bir insan olan Justinianus içki içmezdi, az yerdi ve az uyurdu. Konstantinopolis'ten pek uzaklaşmazdı ve bitmez tükenmez bir enerjiyle kendini yönetim işlerine ve dini meselelere adardı. Onu eş imparator olarak tarif etmek abartılı bir tanım olacaksa da, 518 yılından itibaren amcasının çalışmalarına destek olduğu bilinir; Anastasius'a isyan eden ve Justinus tarafından saraya geri çağrılıp 520 yılında consul unvanı verilen General Vitalianos gibi potansiyel rakiplerinin ortadan kaldırılması fikrine büyük ihtimalle sıcak bakmıştır. Ayrıca Zenon'un ve Anastasius'un monofizitizm yanlısı politikalarını aşıp yeniden Roma'ya yaklaşılmasına katkıda bulunur.
Justinianus, amcasının yerine geçtiğinde imparatorluk, özellikle Kafkasya'deki Hıristiyan krallık, Sasani kralı Kavad'ın halefiyle ilgili sorunlar nedeniyle Sasanilerle savaş halindedir. Kavad'ın ölümünden sonra, Romalılar 532 yılının başlarında kralın oğlu Hüsrev'le “ebedi barış” imzalar; buna göre yüklü bir tazminat ödeseler de bu sayede Pontus Polemoniacus'un doğusundaki iç bölgede yaşayan Tzaniler ile günümüz Türkiyesi ile Gürcistan arasında Kolkide'de bulunan Lazika Krallığı üzerinde kontrol sahibi olarak, Sasani topraklarına girmeden Asya pazarlarına ve Çin ipeğine erişimi garantiler.
Justinianus Doğu sınırını bu şekilde güvence altına aldıktan sonra Vandalların yönetimindeki Afrika'ya yönelir; Konstantinopolis'le anlaşmalar imzalamış olan ve Katolik yanlısı sayılan yaşlı Kral llderik tahttan indirilmiştir ve yerine Gelimer geçmiştir. Orduya komuta eden magister utriusgue militiae per Orientem Belisarius 534'te Gelimer'i yenilgiye uğratarak Sardinya, Korsika ve Balear adalarını da fethetmeyi başarır. Katolik Kilisesi, elinden alınan mülklere yeniden kavuşur, yenilgiye uğrayanların sapkınlıkları ve Aryanlık yeniden mahkûm edilir. Sonraki yıllarda Vandallardan hoşnut olmayan Mağribilerin ve paralarını alamayan askerlerin başlattığı çeşitli isyanlar Johannes Troglita tarafından zorlukla bastırılır ve bu bölge ancak 548'de durulur. 563'te baş gösteren yeni bir isyan da bastırılır. Belisarius ise 535'te Konstantinopolis'e döndüğünde muzaffer bir şekilde karşılanır ve consul unvanını kazanır.
Vandallara karşı kazanılan zaferle rahatlayan Justinianus, Roma İmparatorluğu'nun birliğini yeniden sağlama projesi çerçevesinde Ostrogotların Aryan krallığına yönelir. Theodoric'in 526 yılındaki ölümünden sonra yerine on yaşındaki yeğeni Alaric geçer, ama yönetim annesi Amalasunta'nın elindedir. Gotların ileri gelenleriyle ihtilafa düşen Amalasunta krallığını önce Justinianus'a sunsa da ardından vazgeçer ve oğlunun 534'deki ölümünden sonra kuzeni Theodorico'nun tahta çıkmasını sağlar, ama Theodorico onu tutuklattırıp öldürür. Bu fırsatı kaçırmayan imparator magister militum per Illyricum Mundo'ya Dalmaçya'yı Gotlardan geri almakla görevlendirir. Sicilya'ya gönderilen magister militum per Orientem Belisarius ise Sicilya'yı neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan fetheder ve 31 Aralık 535'te Syracusae'ya girer. Afrika'ya kısa bir sefer düzenledikten sonra İtalya Yarımadası'ndan yukarıya uzanır, Napoli'yi fetheder ve 9 Aralık 536'da Roma'ya girer. Tahttan indirilip Aralık 536'da öldürülmüş olan Theodorico'nun yerine Got kralı seçilmiş olan Vitiges Roma'yı kuşatır, ama Mart 538'de geri çekilir. Yaz ortalarında Narses'in kumandasındaki yedek kuvvetler Belisarius'a katılır, ama bu iki komutan arasındaki ihtilaf Milano'nun düşmesine neden olur. Narses'in geri çağrılmasını sağlayan Belisarius Orta-Kuzey İtalya'nın büyük kısmını işgal eder ve Gotların ona yaptığı Batı imparatoru olma teklifini kabul eder gibi yaparak savaşmadan Ravenna'ya girer. Verona dışında Veneto bölgesindeki diğer askeri merkezler barışçıl bir şekilde ona boyun eğer; Gotların hayatları ve malları bağışlanır ve Belisarius çok büyük bir zafer kazanmamış olmasına rağmen Konstantinopolis'te törenle karşılanır.
İtalya'da elde edilen başarıya rağmen imparatorluk zorluk içindedir. 539-540 yıllarında Kuturgur Hunları Thracia, Illyria ve Yunanistan'a iki kez saldırarak başkenti tehdit eder. Mısır'da 541'de baş gösteren hıyarcıklı veba salgını aynı yılın sonunda Konstantinopolis'e ulaşır ve 542 yılının tamamı boyunca her tarafa yayılarak kıtlıklara yol açar. İyileşmesinin ardından bile Justinianus'un hastalığı, kendisinin ve halkının imparatorluğun olumlu kaderine olan inancını sarsmaya devam eder. Üstelik ağustos ayında şiddetli bir deprem yaşanır. Ayrıca 540 yılının başlarında kuzeybatıya doğru ilerlemeye başlayan Hüsrev önüne çıkan sayısız şehri yağmalar, Antakya'yı yıkar ve halkını köleleştirir. İmparator saygınlığını büyük ölçüde kaybeder ve Sasanilerin geçici olarak da olsa geri çekilmesini sağlayabilmek amacıyla tazminat ödemek zorunda kalır. Sasaniler 541 yılında, Roma'nın egemenliğine dayanamayan Kral Gubaze'nin davetini kabul ederek Lazika'yı işgal ederler. Belisarius'un gelişi ve veba korkusu Hüsrev'in ertesi yıl geri çekilmesine neden olur. Bu arada haksız suçlamalara uğramış olan Belisarius 542 yılının sonlarında görevden alınır. Yerine getirilen Martinus ertesi yıl Ermenistan'da ağır bir yenilgiye uğrar; Hüsrev 544 yılında Mezopotamya seferine yeniden başlasa da engellenir ve 545'te ağır bir tazminat karşılığında beş yıllık bir ateşkes antlaşması imzalamayı kabul eder. 557'de imzalanan bir başka antlaşmayla, çarpışmaların devam ettiği Lazika neredeyse tamamıyla Roma kontrolüne girer. 561 yılının sonunda ise elli yıllık bir barış antlaşması imzalanır, ancak imparatorluk bir yıllık çok yüksek tazminat ödemek zorunda kalır ve Sasanilere haraç öder hale gelir.
Bu arada Ostrogotlar İtalya'nın kuzeyinde yeniden örgütlenirler. 541 yılının sonlarında kral ilan edilen Totila Romalıları defalarca yenilgiye uğratır, Güney İtalya'nın büyük kısmını işgal eder ve 543 yılının ilkbaharında Napoli'ye girer. Comes sacri stabuli unvanı verilmiş olan Belisarius'a, az sayıda birlik ve sınırlı mali kaynakla da olsa 544'te İtalya'nın komutanlığı verilir. Totila 17 Aralık 546'da Roma'yı işgal eder, ama kısa süre sonra geri çekilerek şehrin Belisarius tarafından istila edilmesine karşı koyamaz. Yedek kuvvet çağrısına cevap alamayınca, general Konstantinopolis'e geri çağrılır. 549 yılının başlarında ulaştığı şehirde, general Konstantinopolis'e geri çağrılır. 549 yılının başlarında ulaştığı şehirde, Justinianus'a karşı komplo hazırlamakla suçlanır, Temmuz 563'te temize çıkartılsa da Mart 565'te hayata veda eder. Belisarius'un yerine İtalya'ya atanan, imparatorun kuzeni Germanus'un 550 yılında Serdica'da hastalanarak ölmesinin ardından Totila 16 Ocak 550'de Roma'yı geri alır. Bu durumda Germanus'un yerine, monofizit inancına sahip olup Theodora'nın gözdesi olan ve praepositus sacri cubiculi olan Ermeni asıllı, hadım edilmiş general Narses atanır. Bol miktarda mali kaynak ile güçlü ve yüksek düzeyde silahlandırılmış bir orduya sahip olan Narses 6 Haziran 552'de Ravenna'ya ulaşır ve Roma'nın yukarısına hareket eden Totila'yla karşı karşıya gelir. Savaş büyük olasılıkla Haziran ayı sonunda, Busta Gallorum adlı bir platoda gerçekleşir. Gotlar yenilgiye uğrar ve yara alan Totila kaçarken ölür. Onun yerine geçen Kral Teias, bu arada Roma'yı işgal etmiş olan Narses tarafından Campania'da yakalanır ve Lattari Dağlan'nın eteklerinde ağır bir yenilgiye uğrayarak ölür. 553'te Franklar ile Alamanlardan oluşan güçlü bir ordu İtalya'ya inerek özellikle güney bölgelerini yakıp yıkar; iki liderden Leutharis hastalanır ve memleketine dönmeye çalışırken Vittorio Veneto yakınlarında ölür, kardeşi Butilinus ise Capua yakınlarında yenilgiye uğrar ve neredeyse bütün adamlarıyla beraber öldürülür. Roma'ya dönen Narses zorlukla da olsa Gotların son direnişini kırar ve Kasım 562'de Verona ve Brescia'yı fethederek, Frankları yerleştikleri Veneto bölgesinden kaçırarak İtalya'yı yeniden Romalıların eline geçirmiş olur. Büyük şan ve şöhret kazananNarses muhtemelen 574'te, neredeyse doksan beş yaşındayken Roma'da ölür.
Ağustos 554'te Justinianus, Papa Vigilius'un teşvikiyle bir emirname yayınlayarak İtalya'yı yasa düzenlemelerinin ve gelecekteki yasaların yetki alanına dahil eder. İtalya'da kalan Gotların büyük kısmı mülklerini muhafaza ederken Aryan kiliselerinin mülkleri Katolik Kilisesi'ne devredilir. Ordunun komutası Narses'e, sivil idare ise praefectus praetorio Italiae'ya verilir. Sicilya, Konstantinopolis tarafından atanan bir praetor tarafından yönetilir. Sardinya ile Korsika ise Afrika eyaletine dahildir. Ancak yıllarca süren savaşların yol açtığı büyük yıkım 556'da Papa Pelagius tarafından bile kınanır. Longobard kralı Alboin'in 568 veya 569'da başlattığı işgal birkaç düzine yıl içinde imparatorluğun İtalya'daki topraklarını az sayıda, ama önemli yerleşim bölgesine ve adalara indirger.
Bu arada Justinianus, Vizigot kralı Agila'ya karşı başkaldırmış olan Athanagild'in çağrısına uyarak 552'de neredeyse doksan yaşında olan Liberius'un komutasındaki bir orduyu İspanya'ya gönderir. İmparatorluk ordusu Iber Yarımadasının güneydoğu bölgesini fethetmeyi başararak orayı magister militum Spaniae komutasındaki bir eyalet haline getirir, ancak 555 yılında kral olan Athanagild'in başlattığı İspanya seferi 625'e kadar tamamlanır.
Afrika'nın imparatorluk tarafından geri alınmasında atılan daha istikrarlı adımlar Arap fethi karşısında sona erecektir. Yine de, Johannes Troglita'nın hayranları Prokopius ve Corippus'un da tanıklık ettiği gibi, gerçekleşen savaşlar ve isyanlar sonucunda nüfus azalır ve yoksul düşer. Justinianus'un Batının tamamının veya büyük bir bölümünün siyasi birliğini Konstantinopolis yönetiminde yeniden tesis etme hayali de hızla suya düşecektir.
Ordunun Batıda ve özellikle de Sasanilere karşı kullanılmasıyla zayıf düşen Balkan-Tuna bölgesi 539-540'tan itibaren defalarca Barbarların saldırısına uğrar. Özellikle Kuturgurlar 559'da Konstantinopolis'in kapılarına dayanarak büyük şaşkınlık yaratır: Belisarius, Kuturgurları çıkarmayı başarsa da Justinianus'un istilacılara silahla karşı koyma konusundaki acizliği nedeniyle onları ancak para ödeyerek uzaklaştırmayı başarır. Ancak 480'li yıllardan itibaren önce Slavların sonra da Bulgarların yerleşmeye başladığı Balkanlar sonraki yüzyılda imparatorluğun elinden tamamıyla çıkacaktır. 557-558 yılları arasında bir dizi deprem Hagia Sophia Kilisesi'nin bile kısmen çökmesine neden olur ve 558'de veba salgını yeniden baş gösterir. Biri 548 sonları ile 549 başları arasında, diğeri de 562'de olmak üzere imparatora karşı planlanan iki komploya devletin ileri gelenleri dahil olur ve tespit edilmiş olmalarına rağmen cezalandırılmazlar; tam tersine, birinci komplonun ardındaki isimlerden biri olan Ermeni General Artabanus 550'de magister militum per Thracias olarak atanır. İmparator tepkisiyle bazen acımasız olabiliyorsa da genel anlamda tükenmiş gibidir ve ilahi güçler artık ona destek olmamaktadır.
Başkentte giderek artan huzursuzluk ve karışıklık durumu, daha çok son yıllarda Mavilerin ve özellikle Yeşillerin kışkırtmaları sonucunda halk isyanlarına dönüşür. İmparatorun kendisi de acizliğinin farkında gibidir; biri 542 ile 550-551 arasında diğeri 559'da olmak üzere çıkardığı iki yasayla kıtlıkların, depremlerin ve veba salgınlarının eşcinsellerin ve dine küfredenlerin günahkâr davranışlarından kaynaklandığını ilan eder. Kutsal Kitap'ta geçen Sodom'a yapılan gönderme, imparatorun halkın öfkesini dindirmek için Tanrı'ya karşı işlenen kusurların, dolayısıyla da felaketlerin sözde sorumlularını tespit etme amacı güder.
fransızların saygı duruşu olarak yaptıkları Celles et Ceux des Cimes et Cieux izlenmelidir.
6 temmuz 1886'da doğdu. bir ilkçağ tarihçisinin oğluydu, école normale supérieure, leipzig ve berlin üniversitelerinde eğitim gördü. i. dünya savaşı'nda piyade olarak savaştı. savaştan sonra doktorasını tamamlayan bloch, 1919-36 arasında strasbourg üniversitesinde ders verdi. 1929'da meslektaşı lucien febvre ile annales d'histoire economique et sociale dergisini kurdular. 1936'da sorbonne'da iktisat tarihi profesörlüğüne atandı. ii. dünya savaşı patlak verdiğinde 53 yaşında olmasına karşın yeniden orduya katıldı ve 1940'ta fransa almanya'ya teslim olana değin görev yaptı. ardından da fransız direniş hareketi'ne katıldı. 1944'te gestapo tarafından yakalandı, işkence gördü, hapse atıldı ve sonunda lyon yakınlarında bir toplu idamda kurşuna dizildi.
yapıtları;
les rois thaumaturges (1924)
les caractères originaux de l'histoire rurale française (1931)
apologie pour le métier d'historien (1949).
yapıtları;
les rois thaumaturges (1924)
les caractères originaux de l'histoire rurale française (1931)
apologie pour le métier d'historien (1949).
en güzel elliott smith parçalarından biri.
Bogomil adlı Bulgar bir rahipten adını alan ve 10. yüzyılda ortaya çıkmış olan Bogomilizm; Bizans İmparatorluğu'nun sınırlarını aşan Bogomilizm Kuzey İtalya ile Güney Fransa'nın bazı bölgelerine yayılır ve Catharosçuluğa ilham verir. Sadece onu eleştirenler yoluyla bilinen bu doktrinle ilgili doğrudan kaynaklar yoktur; resmi Ortodoks kilisesini tanımayan Bogomilciler İsa'nın gerçek müritleri olduklarını öne sürerler, ibadeti, litürjiyi, Pater Noster dışındaki duaları, teslisi, dini törenleri, azizlere, ikonalara ve kutsal emanetlere ibadet etmeyi reddederler ve Maniheistliğe atıfta bulunurlar.
Romalı tarihçilerin en iyilerinden olan Ammianus Marcellinus'un verdiği bilgiler nedeniyle, 354'ten 378'e kadar olan dönem ayrıntılarıyla bilinir. Yunanlı bir aileden gelen Ammianus Antiokheia yerlisiydi, fakat o, Roma ülküsüne bağlılık fikrini imparatorluğun Yunanlılara nasıl aşıladığının güzel bir örneğini oluşturur. Roma ordusunda görev yaparken, hayatının son yıllarını Roma'da ve Latince yazarak geçirdi. İlk Cumhuriyetin sade alışkanlıklarıyla, kentte kendi çevresinde gözlemlediği soyluların çöküşü arasındaki karşıtlığı gösterirken, Roma'nın ilk günlerini özlemle anıyordu. onların zenginlikleri, iddia edildiği üzere yozlaşmaları ve çevrelerini saran bir köle güruhuyla caddelerden geçişleri hakkında yaptığı betimlemeler, yapıtının en canlı tasvirleri arasında yer alır.
Ammianus Tarihi, Tacitus Tarihi'nin sona erdiği IS 96 yılından başlar. Bununla birlikte, eski kitapların tümü kaybolmuştur. 354'ten günümüze kalanlar kişisel deneyime ve çağdaş kanıtlara dayanır ve bütün gücüyle siyasi anlamda ayakta kalmaya yoğunlaşmış bir imparatorluk hakkında, diğerlerinden kat be kat iyi, Hristiyan olmayan bir bakış açısını yansıtır. Ammianus'un yapıtı, sunduğu ayrıntılardaki zenginliğin çok ötesinde, birçok düzeyde dikkate değerdir. Tacitus'un yaptığı gibi o da, mutlak yetkeye sahip bir insandan etrafa yayılan terör havası oluşturur ve yapıtının son bölümlerinde, Roma ordularının 378 yılında Andrianapolis'te aldığı ve eski olan her şeyi silip süpüren bozgundan önce, imparatorluğu kasıp kavuran 'barbar' kalabalıkların yol açtığı güçsüzlüğü anlatır.
Ammianus'un dünyası, dolayısıyla, iktidardakilerin kalabalıkların baskısını hissettiği, çoğunlukla bu tepkiye merhametsizce karşılık verdikleri bir dünyaydı. Ammianus, Constantius'un hükümdarlığı sırasında örneğin, en tepeden en alta kadar imparatorun özellikle nefret beslediklerine karşı yapılan zulmü ayrıntılarıyla anlatır. Pannonia'da Probus adındaki bir praefectus, kimi zaman yoksulları intihara sürükleyen, zenginleri ise bu yıkıcı uygulamalardan kaçıp kurtulmaya sevk eden bir zorbalıkla topladığı vergilerle, imparatorun gözüne girmeye çalışmıştı. Bu, dördüncü yüzyıldan günümüze kalan ve Roma yönetiminin giderek vahşileştiği genel bir tablodur. Yine de bunun gerçeği tam anlamıyla yansıtıp yansıtmadığını söylemek güçtür. Roma yönetimi, devleti gücendirenlere hemen hemen hiç merhamet gösterilmemesi bir yana, yoksullar pahasına daima elit zümrelerin yanında olmuştu.
Ammianus Tarihi, Tacitus Tarihi'nin sona erdiği IS 96 yılından başlar. Bununla birlikte, eski kitapların tümü kaybolmuştur. 354'ten günümüze kalanlar kişisel deneyime ve çağdaş kanıtlara dayanır ve bütün gücüyle siyasi anlamda ayakta kalmaya yoğunlaşmış bir imparatorluk hakkında, diğerlerinden kat be kat iyi, Hristiyan olmayan bir bakış açısını yansıtır. Ammianus'un yapıtı, sunduğu ayrıntılardaki zenginliğin çok ötesinde, birçok düzeyde dikkate değerdir. Tacitus'un yaptığı gibi o da, mutlak yetkeye sahip bir insandan etrafa yayılan terör havası oluşturur ve yapıtının son bölümlerinde, Roma ordularının 378 yılında Andrianapolis'te aldığı ve eski olan her şeyi silip süpüren bozgundan önce, imparatorluğu kasıp kavuran 'barbar' kalabalıkların yol açtığı güçsüzlüğü anlatır.
Ammianus'un dünyası, dolayısıyla, iktidardakilerin kalabalıkların baskısını hissettiği, çoğunlukla bu tepkiye merhametsizce karşılık verdikleri bir dünyaydı. Ammianus, Constantius'un hükümdarlığı sırasında örneğin, en tepeden en alta kadar imparatorun özellikle nefret beslediklerine karşı yapılan zulmü ayrıntılarıyla anlatır. Pannonia'da Probus adındaki bir praefectus, kimi zaman yoksulları intihara sürükleyen, zenginleri ise bu yıkıcı uygulamalardan kaçıp kurtulmaya sevk eden bir zorbalıkla topladığı vergilerle, imparatorun gözüne girmeye çalışmıştı. Bu, dördüncü yüzyıldan günümüze kalan ve Roma yönetiminin giderek vahşileştiği genel bir tablodur. Yine de bunun gerçeği tam anlamıyla yansıtıp yansıtmadığını söylemek güçtür. Roma yönetimi, devleti gücendirenlere hemen hemen hiç merhamet gösterilmemesi bir yana, yoksullar pahasına daima elit zümrelerin yanında olmuştu.
para peşin kırmızı meşin felsefesiyle yaşadığım için umursamadığım not.
Abelardus'a göre de tümeller nesnelerin değil, kelimelerin dünyasına aittir. Ama Roscelliunus'un tersine tümellerin semantik değerini vurgular. Bu kelimeler dinleyen kişinin zihninde birçok bireyin özelliklerini sentezleyen bir kavram doğurur. Örneğin "insan" kelimesi bir res, yani kendinden bir olgu değil, bütün insanlarda bulunan bir dizi özellik anlamına gelir. Nitekim Aristoteles'in de dediği gibi, Abelardus'a göre de tümeller, ''çoğunluğa atfedilen yüklemler"dir, ama bir yüklem atfetme sorunu taşırlar çünkü gerçekte var olanlar sadece bireylerdir. Tümel terimler ve kavramlar varlığı yansıtmaz, farklı bireylerin konumlarına, bir olma şekline dayanır; örneğin insanların ortak noktası, insan olmalarıdır.
Öyleyse tümellerin kaynağı nedir? Tümeller benzer nesnelerle ilgili tekrarlanan deneyimleri ifade etmek için insanın zihninde doğar. Tümellere dayatılan kelimeler onları insanların zihninde çağrıştırma gücüne sahiptir. Tümel kavramı "ortak ve karışıktır," ortak özellikler sergileyen birçok bireyin yerine kullanılan muğlak bir imgedir. Bu düşünceler önemli bir sonuca götürür: Nesnelerin olma şekli, bizim onları algılama şeklimizden farklıdır.
Başka bir deyişle kelimelerle nesneler arasında birbirini yansıtma ilişkisi yoktur. Bu tartışmada Abelardus'un düşünce sisteminin özelliklerinden biri ortaya çıkar: Dil düzeyiyle nesne düzeyinin birbirinden ayrılması, bunu yaparken de birinci düzeyin ve incelenme biçiminin temel alınması.
Öyleyse tümellerin kaynağı nedir? Tümeller benzer nesnelerle ilgili tekrarlanan deneyimleri ifade etmek için insanın zihninde doğar. Tümellere dayatılan kelimeler onları insanların zihninde çağrıştırma gücüne sahiptir. Tümel kavramı "ortak ve karışıktır," ortak özellikler sergileyen birçok bireyin yerine kullanılan muğlak bir imgedir. Bu düşünceler önemli bir sonuca götürür: Nesnelerin olma şekli, bizim onları algılama şeklimizden farklıdır.
Başka bir deyişle kelimelerle nesneler arasında birbirini yansıtma ilişkisi yoktur. Bu tartışmada Abelardus'un düşünce sisteminin özelliklerinden biri ortaya çıkar: Dil düzeyiyle nesne düzeyinin birbirinden ayrılması, bunu yaparken de birinci düzeyin ve incelenme biçiminin temel alınması.
''söz vermiştim kendi kendime: yazı bile yazmayacaktım. yazı yazmak da bir hırstan başka neydi ? burada namuslu insanlar arasında sakin ölümü bekleyecektim. hırs, hiddet neme gerekti? yapamadım. koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. oturdum. adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. kalemi yonttum. yonttuktan sonra tuttum öptüm. yazmasam deli olacaktım.''
(bkz:sait faik abasıyanık)
(bkz:sait faik abasıyanık)
latince yoktan var edilmek anlamına gelen söz. imparator justinianus'un simplicius'un da ders verdiği atina'daki yeni-platoncu felsefe eğitimine son verilmesini emrettiği yıl olan 529'da, philoponus, proklos'a karşı, dünyanın ebediyetini konu alan bir eleştiri yazısı yazar. philoponus yoktan var edilmeyi savunur ve doğanın başka herhangi bir gücünden daha üstün kudrete sahip ilahi bir yaratıcının eseri olduğunu söyler. bu anlayış hem platon'un hem de aristoteles'in felsefesine yabancıdır. platon'a göre yaratıcı-tanrı amorf olan bir maddeye şekil verir, ama onu yaratmaz; stagiralı filozofa göre ise hiçbir şey yoktan var edilmez, gök ilahi bir varlıktır, dolayısıyla da ebedi olmalıdır. philoponus'a göre ise bir tek tanrı her şeye kadirdir ve kudretinin sınırı yoktur, evrenin bütün diğer varlıkları ise sınırlı bir güce ve ömre sahiptir. philoponus'un yoktan var edilmeye dayalı yaratılışçı anlayışı, simplicius tarafından eleştirilir, çünkü önce hiçbir şey yapmayan, sonra belli bir anda unsurları yaratan, sonra evren tanrı'nın müdahalesi olmadan var olabildiği için yine başka bir şey yapmayan tanrı düşüncesi felsefi açıdan dayanaktan yoksun bir anlayıştır. simplicius gibi pagan bir filozofun itirazlarının hıristiyan filozoflar arasında bile saygı gördüğünü belirtmek gerekir, ilk yüzyıllardaki hıristiyanların hepsi evrenin bir başlangıcının olduğu düşüncesini desteklemezler. örneğin hem piskopos hem de hıristiyan bir filozof olan cyreneli synesius platoncu felsefenin etkisi altında kaldığından evrenin bir başlangıcının olduğunu ve bir sonunun olacağını reddeder. philoponus, evrenin yaratılışına dair kendi anlayışını, platon'un zamanla ilgili olarak timaios'ta öne sürdüğü teoriyle tamamıyla uyumlu görür: zaman evrenle beraber başlar ve ondan önce hiçbir şey yoktur.
Geç antikçağ felsefesi, Plotinus tarafından öne sürülmüş ve Porphyrius ile Iamblicus gibi yazarlar tarafından ele alınıp geliştirilmiş olan Platon'un düşüncelerinin hâkimiyeti altındadır. V. yüzyıl başlarında Atina'da Yeni-Platoncu okulun kurulması, söz konusu dönemde felsefe çalışmaları için program oluşturulmasında belirleyici bir aşama daha oluşturur. Atinalı âlimler yukarıda sözü geçen hocaların doktrinlerine dayanarak felsefenin bütün unsurlarım içeren ve Aristoteles'ten Platon'a ve Platon'dan teolojinin kaynaklarına, yani tanrıların vahiylerine kadar uzanan bir diziye dayalı bir eğitim planı öne sürer. Özellikle Likya asıllı büyük âlim Proklos Platon'un teoloji konusundaki en önemli diyalogu olduğuna inandığı Parmenides'ten kaynaklanan kavramlara atıfta bulunarak teoloji biliminin sistematik olarak açıklanması projesini tasarlar. Ancak Platon gibi Proklos da sadece kelimelerle yetinmek istemez: Platon'un Devlet adlı eserini konu alan, kurulu düzene getirdiği eleştiriyi gizlemediği ve filozofların en önemli görevinin kent yönetimiyle ilgilenmek olduğunu söyleyen Sokrateses'in öğretisine dikkat çeken muhteşem yorumla zirveye ulaşacak olan teorik faaliyetlerinin yanı sıra “siyasal erdem”lerini topluma katkı yoluyla kent meselelerinin konu edildiği halka açık toplantılara katılımla ve Yunan şehir devletlerinin yönetici sınıflarıyla oluşturduğu mektuplaşmaya dayalı ilişkiyle ifade eder. Roma siyasal otoritesi gibi Bizans siyasal otoritesi de filozofların oluşturduğu yıkıcı potansiyel konusunda daima dikkatli davranmıştır. Dolayısıyla felsefe öğretimini kontrol altına almak için önce Atina'da doğrudan imparator tarafından finanse edilen kürsüler oluşturulur, sonra da Beyrut, Atina ve İskenderiye gibi antikçağın retorik, hukuk ve felsefe alanlarındaki eğitim merkezlerini zayıflatmak amacıyla tek bir mükemmellik odağı II. Theodosius tarafından 425'te kurulan ve Konstantinopolis Üniversitesi olarak bilinen kurum yaratılır. Ancak Atina ile İskenderiye V ila VI. yüzyıllar arasında didaktik ve felsefi araştırma merkezleri olarak itibarlarını korumayı başarırlar. Genelde farklı, hatta zıt bir felsefi amaca sahip olan Atina ile İskenderiye okulları arasında bağlantıların var olduğu, sürekli olarak öğretmen değiş tokuşu olmasından da anlaşılır, örneğin Atina Okulu'nda Proklos'un halefi olan Damascius ilk olarak İskenderiye'de felsefe eğitim almıştı.
İki okul arasındaki asıl fark, siyasi ve dini meseleler karşısında sergiledikleri tavırda ortaya çıkar: Hristiyanlığa karşı daha az düşman tavırlar sergileyen, hatta Johannes Philoponus ve daha sonra Davut, İlyas ve Stephanus zamanında Hıristiyanlığı açıkça destekleyen İskenderiye okulunun temsilcileri siyasal açıdan merkezi iktidara karşı daha temkinli ve uzlaşmacıyken, Atinalı meslektaşları azimli paganlardır ve Platon'un Devlet'ini örnek alan bir toplumu destekler.
İki okul arasındaki asıl fark, siyasi ve dini meseleler karşısında sergiledikleri tavırda ortaya çıkar: Hristiyanlığa karşı daha az düşman tavırlar sergileyen, hatta Johannes Philoponus ve daha sonra Davut, İlyas ve Stephanus zamanında Hıristiyanlığı açıkça destekleyen İskenderiye okulunun temsilcileri siyasal açıdan merkezi iktidara karşı daha temkinli ve uzlaşmacıyken, Atinalı meslektaşları azimli paganlardır ve Platon'un Devlet'ini örnek alan bir toplumu destekler.
Antikçağın felsefi düşüncelerinin aktarılmasında çok önemli bir rol oynayan Johannes Philoponus'un düşünceleri ise erken dönemde bilinmez. Doğuştan Hristiyan olan Yeni-Platoncu düşünür Ammonius Hermiae'ın müridi olan Philoponus, MS II. yüzyıldan itibaren Mısır'da aktif olan ünlü İskenderiye Okulu'nun ileri gelen temsilcilerinden biridir. Justinianus'un Atina Okulu'nu kapatarak pagan felsefesine fiilen son verdiği 529 yılında Philoponus, Hristiyanlığın yaratılış kavramını savunarak Aristotelesçi felsefenin temellerinden birini yıktığı De aeternitate mundi contra Proclum kitabını yayımlar. Philoponus tarafından öne sürülen savlar Bonaventura da Bagnoregio tarafından yeniden ele alınacak ve İbn Rüşd'ü savunanlara karşı kullanılacaktır. Philoponus'un Aristoteles'i konu alan yorumları çok daha geç tarihte tanınacak, ama onlardan etkilenecek olan Arap ve Yahudi filozoflar, skolastikler için önemli karşılaştırma noktaları oluşturacaktır.
Hippo piskoposu Augustinus da Yeni-Platoncu düşünürlerin yazıları hakkında doğrudan bilgi edinir ve kendi felsefi bilgilerinin büyük kısmını onlardan ve ortaçağda çok okunan Kitabı Mukaddes yorumlarının ve okul kitaplarının yazarı, hatip Marius Victorinus'tan elde eder.
Platonculuk ve Yeni Platonculuk genelde geç antik dönemde Yunanistan civarındaki Hristiyan kuramsal faaliyetlere nüfuz eder ve bu etki Batıya da yansır: Saygın orta çağ uzmanı Etienne Gilson bu dönemin felsefesini tarif ederken “Babaların Platonculuğu” ifadesini kullanır.
Hippo piskoposu Augustinus da Yeni-Platoncu düşünürlerin yazıları hakkında doğrudan bilgi edinir ve kendi felsefi bilgilerinin büyük kısmını onlardan ve ortaçağda çok okunan Kitabı Mukaddes yorumlarının ve okul kitaplarının yazarı, hatip Marius Victorinus'tan elde eder.
Platonculuk ve Yeni Platonculuk genelde geç antik dönemde Yunanistan civarındaki Hristiyan kuramsal faaliyetlere nüfuz eder ve bu etki Batıya da yansır: Saygın orta çağ uzmanı Etienne Gilson bu dönemin felsefesini tarif ederken “Babaların Platonculuğu” ifadesini kullanır.
Yeni-Platoncu akımın başlıca temsilcilerinden biri olan Iamblichus'un etkisi daha sınırlıdır: Iamblichus bir yandan Platon ile Pythagoras arasında bir uzlaşma sağlamaya çalışırken, diğer yandan paganizmi Hristiyan saldırılarından koruyacak akılcı bir gerekçe sağlamak amacıyla paganizmin öğretilerini felsefi-bilimsel bir sistem içerisine yerleştirme ihtiyacı hisseder. Iamblichus yazılarında Platoncu felsefenin temelde teoloji anlamına geldiği fikrinin üzerinde durur; bu felsefenin yanında Aristoteles'in eserleri gerçeğe erişim sağlayan bir tür giriş işlevi görür. Böylelikle düşünürler arasında Platon'un theologus , Aristoteles'in de logicus olduğu fikri yaygın olarak kabul edilir.
Yeni-Platoncu düşünürlerin başında gelen Porphyrius Plotinus'un müritlerinden biridir. Aristoteles'in mantığına temel bir giriş sunan İsagoge adlı kısa yazısı Boethius tarafından Latinceye tercüme edilir. Didaktik açıdan iddiasının sınırlı olmasına rağmen bu eser tümeller sorununun temelini oluşturur; Porphyrius ilk satırlarda herhangi bir taraf tutmadan klasik filozofların varoluş ve düşüncelerin doğası meselelerine önerdiği çözümleri ortaya koyar. Orta çağda bu meselelerin ele alınması Porphyrius'un bu düşüncelerine dayanır.
dün geceki yayınını pek bir beğendiğim sanal radyo.
''bir toprak parçasının etrafını çevirerek "burası benimdir" diye düşünen ve insanları kendisine inanacak kadar saf bulan ilk insan, medeni toplumun baş kurucusuydu. hiç kimse insanlığı, bunca cinayetten, savaş ve katliamlardan, bunca dehşet ve felaketten, sınır kazıklarını sökerek veya hendeği doldurarak geride kalanlara, "bu sahtekarı dinlemeyin, eğer bir kez yeryüzünün meyvelerinin hepimize ait olduğunu, yeryüzünün meyvelerinin hepimize ait olduğunu, yeryüzünün ise hiç kimseye ait olmadığını unutacak olursanız, mahvolursunuz."
(bkz:jean-jacques rousseau)
(bkz:jean-jacques rousseau)
iö 480'deki Pers istilasının ardından Atina viraneye dönmüştü; tapınakların ve diğer kutsal mekânların yıkıntıları arasında hortlakların ve ruhların dolaştığına inanılıyordu. Bir kaynakta Atinalıların, istilacıların tanrıya karşı saygısızlıklarının belgesi olarak paramparça olan tapınakları öylece bırakmaya ant içtikleri ileri sürülür ve Akropolis'in yeniden inşasıyla ilgili, hiç değilse bir kuşak boyunca hemen hemen hiç kanıt bulunmamaktadır. Pek çoğu Arkaik döneme ait olan heykeller yeni yapılan surların arkasına taşınmıştı. Fakat böyle bir perişanlığa rağmen Yunanlılar zaferleriyle övünüyorlardı; sağlam kalan ordularıyla ve zaferlerinin verdiği güven ve intikam arzusuyla dolu olan Atinalılar, Perslerle savaşa devam etmek istiyorlardı. Atina, Ege'nin kent devletleri arasından, özellikle de 490'lardaki isyandan sonra, Pers buyruğu altında geçen yılların hatıralarını hâlâ yaşatan ve yeni bir Pers saldırısına açık İon kentleri arasından destek bulacağına emindi. Atina, etkili bir koruma sağlayacak büyüklükteki donanmasıyla kent-devletler arasında tekti ve yüzyıllardır süren ayrılıklara rağmen, son savaşta kutsal yapılarını feda etmiş başlıca kent durumundaydı.Bu konuda kendisine tek rakip Dorlu Sparta olabilirdi. Ne var ki 478'de, Plataia'daki savaşın Spartalı komutanı Pausanias, kalan Pers garnizonlarının kovulmasının ardından bir filonun başında Ege'yi geçtiğinde, İon kentlerine karşı küstahça bir tavır takınmış ve bu durum bölgedeki olası bir Sparta etkisinin yitirilmesine yol açmıştı. Böylece, geleneksel korkular ve bağlar, Ege'deki devletlerin Atina'nın liderliği altında bir araya gelmesinde rol oynamıştır. 477'de Delos Birliği kuruldu. Böyle anılmasının nedeni, birlik hâzinesinin ve üye devletlerin toplanma yeri olarak merkezi konumdaki Delos adasının seçilmesiydi. Apollon'a adanmış bir tapınağın da yer aldığı ada, Ionialılar için tinsel bir öneme sahipti. ion kentleri kendi aralarında bir ittifak oluştursalar da, kolonileştirilmiş bir Ege adası olan Lesbos ve Dor Byzantion'u gibi kentlerin de bu birliğe katılan ilk kentler oldukları kabul edilir. Üye devletler ittifakın kalıcı olması ve her kentin birliğe gemi ve para olarak kaynak sağlaması konusunda mutabakata varmıştı. Her yıl ortak bir konsey adada toplanır ve birlik adına geleceğe dönük planlar yapardı. Başlarda Atina'ya hiçbir ayrıcalık tanınmamıştı,fakat diğerlerinden kat be kat fazla olan gücü nedeniyle, çok geçmeden Atina'nın desteği olmaksızın herhangi bir saldırının gerçekleştirilemeyeceği görülecekti. Aynı zamanda Birlik hâzinesi de Atina'nın denetimindeydi.
Aziz Justinus ve Adversus baereses adlı çok önemli bir metin yazmış olan İzmir asıllı Lion piskoposu Aziz Irenaeus gibi saygın yazarlar tarafından mahkûm edilmiş olmasına rağmen Markion'un tezleri yine de bu yeni dinin kutsal metinler açısından temellerinin belirlenmesinin önemini savunur. Özellikle doğudaki kiliselerin büyük rol oynadığı Hristiyanlık doktrininin oluşma süreci, yavaş, olaylarla dolu ve az belgelenmiş bir süreçtir. Apolojist çürütmeler ve sinodlar tarafından mahkûmiyet yoluyla sapkınlıklara karşı yürütülen mücadele bu sürecin en temel aşamalarını oluşturur; ne yazık ki bu sürecin en eski döneminden geriye hiçbir akit, tutanak veya tanıklığın izi kalmamıştır. Muratori Kanonu adı verilen ve Yeni Ahit metininin taslağını içeren belge II. yüzyılın ikinci yarısına aittir. Bu belgenin Roma Kilisesi'nin bir üyesi olan isimsiz yazarı, kitapları bir sınıflandırmaya tâbi tutar; Luka, Matta, Markos ve Yuhanna'nın İndileri evrensel olarak kutsal sayılır ve ayinler sırasında okunur; Petrus'un Vahiy'i gibi kitaplar evrensel olarak kabul görmez, ama çeşitli kiliselerde okunur. Erma Çobanı gibi kitaplar kişisel olarak okunabilse de peygamberlerin kitapları arasında yer almaz. Bir de, Basilides veya Markion'un kitapları gibi sapkın olduğu için reddedilmesi gereken metinler vardır. Caesarea piskoposu Eusebius da buna benzer bir sınıflandırma yapsa da Yuhanna'nın Vahiy'ini, evrensel olarak kabul gören kitaplara karşıt olan kitaplar arasına yerleştirir.
Germen Franklarının yani Ren Nehri'nin güney kısmının kuzey ve doğusuna yerleşmiş olan halkların krallığı, adlarının ilk geçtiği 3. yüzyıl sonu ile 4. yüzyıl başlarından itibaren Batı Avrupa tarihinde önemli bir unsuru oluşturur.
Frankların ilerideki başarılarının temel nedeni, 3. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı Roma İmparatorluğu'nun önlenemez çöküşüdür. İmparator Julianus çeşitli akınlar gerçekleştirmiş olan ve öncü görevi gören Sallevi kabilesini günümüzde Brabant olan bölgeye yerleştirir. Franklar 5. yüzyılın farklı zamanlarında Ren Nehri'nin güney limes'ini ve Sal bölgesinin sınırlarını geçip güneye ve batıya yerleşir ve geç antik dönemin kurallarına uygun şekilde, resmen Roma topraklarını koruma amacıyla kabilenin asıl bölgesini genişletmiş olur.
Bu halkların kendi değerleri konusunda başlangıçtan beri sahip oldukları bilinç ve Batı devletlerinde onların hakkında edinilen yaygın olumlu görüş, Hristiyan olan Frankların güneydeki komşuları Romalılar tarafından Franklardan daha tehlikeli sayılan pagan Alamanlar üzerinde elde ettiği egemenliğe dayalıdır. Frankların kendi kendileri için kullandıkları; çevik, cüretkâr ve vahşi karakterlerine atıfta bulunan “francus” sıfatı buradan kaynaklanır ve Galya'da hem yeni derebeyleri hem de Roma asıllı çoğunluk açısından, bugün bile geçerli olan ve “özgür” anlamına gelen pozitif hukuki bir anlam kazanır. Bu anlam, Romalıların buyruğu altında olup özgür olmayan halklara karşın bu halkın gerçek durumunu yansıtır.
Frankların ve krallarının soyları, tarihsel olarak geç antik döneme ve ortaçağ başlarına uzanan iki kraliyet ailesine götürülebilir: Başlangıçta pagan olan Merovenjler ve daha sonraları ortaya çıkan Karolenjler Neredeyse tamamı günümüzün Fransa'sı haline gelecek olan Galya'da hem Roma hem de Frank egemenliğinin varisleri olarak Francisci/Franzosen halkı da bu soya aittir. Alman Franken bölgesi de eski istilacılarının adını muhafaza eder ve önce Doğu Franklarının, sonra da Kutsal Roma İmparatorluğu'nun, bölge kralının seçildiği, gelenekleri eskilere dayanan başkentine “Main Nehri üzerinde yer alan Frankfurt” adını verir. Büyükbabası charles martel'in izinde yürüyerek krallığını Elbe Nehri'nin ve muhtemelen Oder Nehri'nin ötesine kadar genişleten Frankların güçlü kralı charlemagne adının Doğu Slav bölgesinde “kral” anlamına gelmesi de Franklara verilen pozitif değerin bir başka örneği olarak gösterilebilir.
Sal Frankları batıda, Roma'ya bağlı, başlangıçta oldukça küçük ve kendi halinde olan, daha sonra güneye ve batıya doğru, Brabant'dan Somme'e kadar yayılan bir krallık kurarlar. 500 yılı civarında, Kral Childeric'in oğlu
Kral Clovis döneminde krallık hâlâ farklı Merovenj devletlerinden oluşmaktadır; Clovis 486-487 yıllarında krallığa Loire'a kadar olan toprakları ve güneybatıda, büyük ölçüde Romalı ve Katolik olan Yeni Istria bölgesini ekler. Bu fetihler sayesinde Clovis başkentini Soissons'dan güneye, Paris'e taşır.
Ren Nehri'nin iki kıyısında oturan Frankların Köln civarında kurduğu Doğu Krallığı 5.yüzyılda hem fetihler hem de muhtemelen 490 yılından hemen önce ve sonra, güneyden gelen eski ve yeni tehditler karşısında gönüllü olarak Franklara katılan, ağırlıklı olarak Katolik olan halkların toprakları sayesinde giderek yayılır.
Kral Clovis'in, Burgon karısının ve Galya-Romalı tebaasının dini olan Katolikliği Reims'te resmi olarak kabulü ve yeni kayın biraderi, İtalya'ya egemen olan Ostrogot kralı Büyük Theodoric'in bağlı olduğu Aryanizmi reddetmesi, 496-497 yıllarında pagan Alamanlara karşı kazanılan ünlü zaferden sonra Doğu İmparatorluğu'na kadar hissedilen bir değişime yol açar. Atamanlara ve özellikle güney Fransa'ya yerleşmiş olan Aryan Vizigotlara karşı kazanılmaya devam edilen büyük başarılardan ve fetihlerden sonra, Franklara ve Galya'nın büyük kısmına egemen olma ve yayılma süreci sırasında başvurduğu tartışmalı yöntemlere ve Fransa'nın Ren bölgesinde daha önce yer almış olan din değiştirme süreçlerinin anısına rağmen, Clovis 507'de Barbar dünyasında Tanrı'dan ilham alan kral ve gerçek Hristiyanlığın temsilcisi olarak bilinir.
Clovis'in 511'de, muhtemelen Manş Denizi'ndeki bir savaşı takiben 45 yaşındaki zamansız ölümünden sonra, imparatorluk Frank hukukuna göre Clovis'in dört oğlu arasında paylaşılır. Clodomir'in 524'te erken yaşta ölümünden sonra geriye üç bölge kalır ve bu arada doğuya ve güneye doğru yeni bir yayılma dönemi başlar; Austrasia, Neustria ve Burgonya imparatorluğa dahil olur ve ardı ardına yeni birleşme ve bölünme dönemleri yaşanır.
Ancak Merovenjlerin altında da Frank Krallığı'nın birliği kavramı var olmaya devam eder. Dolayısıyla krallığın birliği ve mirasın bölünmesine gelince, Pépin ailesinin veya tahminen 640'ta ölen Metz piskoposu Arnoul'un soyunun sözde maiores domus olup tahtı gasp eden Austrasialılar, kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için uzun bir gelenekten devralınan, en azından 678'de Tertry'de Neustrialı düşmanlarına karşı kesin bir zafer kazanan Genç II. Pépin d'Heristal'e kadar uzanan fikirlere gönderme yaparlar. charles martel'den sonra Merovenjlerin yerine Karolenjler gelir. charles'ın en büyük özelliği, İspanya'dan gelen ve Fransa'nın içlerine kadar girmiş olan endülüs emevi ordusunu 732'de,Tours ve Poitiers yakınlarında yenmiş olmasıdır. charles'ın oğlu III. Kısa Pépin de hristiyanlığın koruyucusu olarak 751'de Soissons'ta, Frank geleneklerine göre Papa'nın huzurunda taç giymekle kalmaz, Eski Ahit geleneklerine göre kutsal yağla kutsanarak imparator ilan edilir; bu da son derece anlamlı bir yeniliktir. Askeri açıdan Pépin'in kontrolü altında olan Papalık ile Roma'ya, Longobardlara karşı istedikleri koruma da sağlanır; Frankların Papa'ya beslediği minnettarlık, Pépin'in Papa'ya, Papalık Devleti'nin başlangıcı anlamına gelen toprakları bağışlaması şeklinde ifade edilir.
Karolenj hanedanının başlangıcından itibaren, çok belirgin olmamakla birlikte, krallık topraklarının daha da genişlemesine tanık oluruz. İlk Austrasiah Merovenjler olan II. Theodoric I. Theodebert ve Theodebald zamanında bile Doğu Frank Krallığı'nın oluşturulması için jeopolitik temeller atılır; bu krallık 9.yüzyıldan itibaren Frankların sıkı kontrolünden çıkacak ve Germen Krallığı olarak bilinecektir. Austrasia'da giderek oluşan dil sınırının sağına ve soluna yerleşmiş olan Karolenjler kısa zamanda Yayılmaya başlar ve Thüringen, Alamanya, Bavyera, Saksonya, Kuzey Svabya ve bitişikteki Slav bölgelerini içeren geniş Alman bölgesini krallığa dahil eder, ama bu bölge, hanedanın son varisleri tarafından yine kaybedilecektir. 700 yılından itibaren Willibrord ve Wynfrith Bonifacius gibi, benzer bir dil konuşan Anglo-Sakson misyonerler onlara aktif olarak destek olur. Roma'yı hedef alan reform ve organizasyon çabalarından dolayı eski Frankonya'nın aristokrasisi ve din adamları tarafından engellenen Bonifacius, 754'te, Frank Krallığı'nı ziyaret eden Papa, Saint-Denis'te kralın iktidarının kutsal yağla kutsanmasını tekrar edince, başka birçok kişiyle beraber şehit edilir. Merovenjlerin Paris yakınlarındaki kraliyet mezarında, babası charles martel'in yanında Pépin de yatar.
Frankların ilerideki başarılarının temel nedeni, 3. yüzyılın ikinci yarısından sonra Batı Roma İmparatorluğu'nun önlenemez çöküşüdür. İmparator Julianus çeşitli akınlar gerçekleştirmiş olan ve öncü görevi gören Sallevi kabilesini günümüzde Brabant olan bölgeye yerleştirir. Franklar 5. yüzyılın farklı zamanlarında Ren Nehri'nin güney limes'ini ve Sal bölgesinin sınırlarını geçip güneye ve batıya yerleşir ve geç antik dönemin kurallarına uygun şekilde, resmen Roma topraklarını koruma amacıyla kabilenin asıl bölgesini genişletmiş olur.
Bu halkların kendi değerleri konusunda başlangıçtan beri sahip oldukları bilinç ve Batı devletlerinde onların hakkında edinilen yaygın olumlu görüş, Hristiyan olan Frankların güneydeki komşuları Romalılar tarafından Franklardan daha tehlikeli sayılan pagan Alamanlar üzerinde elde ettiği egemenliğe dayalıdır. Frankların kendi kendileri için kullandıkları; çevik, cüretkâr ve vahşi karakterlerine atıfta bulunan “francus” sıfatı buradan kaynaklanır ve Galya'da hem yeni derebeyleri hem de Roma asıllı çoğunluk açısından, bugün bile geçerli olan ve “özgür” anlamına gelen pozitif hukuki bir anlam kazanır. Bu anlam, Romalıların buyruğu altında olup özgür olmayan halklara karşın bu halkın gerçek durumunu yansıtır.
Frankların ve krallarının soyları, tarihsel olarak geç antik döneme ve ortaçağ başlarına uzanan iki kraliyet ailesine götürülebilir: Başlangıçta pagan olan Merovenjler ve daha sonraları ortaya çıkan Karolenjler Neredeyse tamamı günümüzün Fransa'sı haline gelecek olan Galya'da hem Roma hem de Frank egemenliğinin varisleri olarak Francisci/Franzosen halkı da bu soya aittir. Alman Franken bölgesi de eski istilacılarının adını muhafaza eder ve önce Doğu Franklarının, sonra da Kutsal Roma İmparatorluğu'nun, bölge kralının seçildiği, gelenekleri eskilere dayanan başkentine “Main Nehri üzerinde yer alan Frankfurt” adını verir. Büyükbabası charles martel'in izinde yürüyerek krallığını Elbe Nehri'nin ve muhtemelen Oder Nehri'nin ötesine kadar genişleten Frankların güçlü kralı charlemagne adının Doğu Slav bölgesinde “kral” anlamına gelmesi de Franklara verilen pozitif değerin bir başka örneği olarak gösterilebilir.
Sal Frankları batıda, Roma'ya bağlı, başlangıçta oldukça küçük ve kendi halinde olan, daha sonra güneye ve batıya doğru, Brabant'dan Somme'e kadar yayılan bir krallık kurarlar. 500 yılı civarında, Kral Childeric'in oğlu
Kral Clovis döneminde krallık hâlâ farklı Merovenj devletlerinden oluşmaktadır; Clovis 486-487 yıllarında krallığa Loire'a kadar olan toprakları ve güneybatıda, büyük ölçüde Romalı ve Katolik olan Yeni Istria bölgesini ekler. Bu fetihler sayesinde Clovis başkentini Soissons'dan güneye, Paris'e taşır.
Ren Nehri'nin iki kıyısında oturan Frankların Köln civarında kurduğu Doğu Krallığı 5.yüzyılda hem fetihler hem de muhtemelen 490 yılından hemen önce ve sonra, güneyden gelen eski ve yeni tehditler karşısında gönüllü olarak Franklara katılan, ağırlıklı olarak Katolik olan halkların toprakları sayesinde giderek yayılır.
Kral Clovis'in, Burgon karısının ve Galya-Romalı tebaasının dini olan Katolikliği Reims'te resmi olarak kabulü ve yeni kayın biraderi, İtalya'ya egemen olan Ostrogot kralı Büyük Theodoric'in bağlı olduğu Aryanizmi reddetmesi, 496-497 yıllarında pagan Alamanlara karşı kazanılan ünlü zaferden sonra Doğu İmparatorluğu'na kadar hissedilen bir değişime yol açar. Atamanlara ve özellikle güney Fransa'ya yerleşmiş olan Aryan Vizigotlara karşı kazanılmaya devam edilen büyük başarılardan ve fetihlerden sonra, Franklara ve Galya'nın büyük kısmına egemen olma ve yayılma süreci sırasında başvurduğu tartışmalı yöntemlere ve Fransa'nın Ren bölgesinde daha önce yer almış olan din değiştirme süreçlerinin anısına rağmen, Clovis 507'de Barbar dünyasında Tanrı'dan ilham alan kral ve gerçek Hristiyanlığın temsilcisi olarak bilinir.
Clovis'in 511'de, muhtemelen Manş Denizi'ndeki bir savaşı takiben 45 yaşındaki zamansız ölümünden sonra, imparatorluk Frank hukukuna göre Clovis'in dört oğlu arasında paylaşılır. Clodomir'in 524'te erken yaşta ölümünden sonra geriye üç bölge kalır ve bu arada doğuya ve güneye doğru yeni bir yayılma dönemi başlar; Austrasia, Neustria ve Burgonya imparatorluğa dahil olur ve ardı ardına yeni birleşme ve bölünme dönemleri yaşanır.
Ancak Merovenjlerin altında da Frank Krallığı'nın birliği kavramı var olmaya devam eder. Dolayısıyla krallığın birliği ve mirasın bölünmesine gelince, Pépin ailesinin veya tahminen 640'ta ölen Metz piskoposu Arnoul'un soyunun sözde maiores domus olup tahtı gasp eden Austrasialılar, kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için uzun bir gelenekten devralınan, en azından 678'de Tertry'de Neustrialı düşmanlarına karşı kesin bir zafer kazanan Genç II. Pépin d'Heristal'e kadar uzanan fikirlere gönderme yaparlar. charles martel'den sonra Merovenjlerin yerine Karolenjler gelir. charles'ın en büyük özelliği, İspanya'dan gelen ve Fransa'nın içlerine kadar girmiş olan endülüs emevi ordusunu 732'de,Tours ve Poitiers yakınlarında yenmiş olmasıdır. charles'ın oğlu III. Kısa Pépin de hristiyanlığın koruyucusu olarak 751'de Soissons'ta, Frank geleneklerine göre Papa'nın huzurunda taç giymekle kalmaz, Eski Ahit geleneklerine göre kutsal yağla kutsanarak imparator ilan edilir; bu da son derece anlamlı bir yeniliktir. Askeri açıdan Pépin'in kontrolü altında olan Papalık ile Roma'ya, Longobardlara karşı istedikleri koruma da sağlanır; Frankların Papa'ya beslediği minnettarlık, Pépin'in Papa'ya, Papalık Devleti'nin başlangıcı anlamına gelen toprakları bağışlaması şeklinde ifade edilir.
Karolenj hanedanının başlangıcından itibaren, çok belirgin olmamakla birlikte, krallık topraklarının daha da genişlemesine tanık oluruz. İlk Austrasiah Merovenjler olan II. Theodoric I. Theodebert ve Theodebald zamanında bile Doğu Frank Krallığı'nın oluşturulması için jeopolitik temeller atılır; bu krallık 9.yüzyıldan itibaren Frankların sıkı kontrolünden çıkacak ve Germen Krallığı olarak bilinecektir. Austrasia'da giderek oluşan dil sınırının sağına ve soluna yerleşmiş olan Karolenjler kısa zamanda Yayılmaya başlar ve Thüringen, Alamanya, Bavyera, Saksonya, Kuzey Svabya ve bitişikteki Slav bölgelerini içeren geniş Alman bölgesini krallığa dahil eder, ama bu bölge, hanedanın son varisleri tarafından yine kaybedilecektir. 700 yılından itibaren Willibrord ve Wynfrith Bonifacius gibi, benzer bir dil konuşan Anglo-Sakson misyonerler onlara aktif olarak destek olur. Roma'yı hedef alan reform ve organizasyon çabalarından dolayı eski Frankonya'nın aristokrasisi ve din adamları tarafından engellenen Bonifacius, 754'te, Frank Krallığı'nı ziyaret eden Papa, Saint-Denis'te kralın iktidarının kutsal yağla kutsanmasını tekrar edince, başka birçok kişiyle beraber şehit edilir. Merovenjlerin Paris yakınlarındaki kraliyet mezarında, babası charles martel'in yanında Pépin de yatar.
bana nedense camdan kıvrımlı yolları izleyen yaşlı insanları anımsatıyor.