iz bırakan kitap cümleleri

zeitgeist
üzerinden zaman geçse dahi unutulmayan, kafada veya gönülde iz bırakan cümlelerdir.


gıli, koyu karanlıktan başka bir şeyin gözükmediği camdan bakarken, gelecekteki hayatı perde vazifesi yapan cama yansıdı. labuşlar, kevaşeler, dans edip şarkı söyleyen bıçaklar ve yeşil çuha üzerine düşen cıvalı zarlar! gelecekteki hayatı, geçmişteki hayatının kötü bir taklidiydi!

geleceği yakın planda görmek isteyen gıli, cama yaklaştıkça, görüntü daha fazla flulaştı. camda, üç çatallı bir gölge belirip yok oldu!

gıli, kolera'nın korkarak yanan sokak lambasını görünce, şimdiye döndüğünü anladı. sokak lambasının ışıklarının yansıdığı yere gözlerini uzatıp gecenin şekillerini seyre daldı. zor nefes alan sokak çocukları, "et yedik" hesabı kürdanla dişlerini karıştırıyor, belki de son havalarını atıyorlardı. bitirim adayları sessiz yürüme provası yaparak gelecek için hazırlanıyorlardı.

gece, derin nefesler alarak ilerlerken, gıli'nin seyrettiği şekiller, yerini birbirlerine neşeli sözler söyleyerek misafirliğe giden kedilere, demir parmaklıklı kapıların önünde zar çalkalayan köpeklere terk etti.

camın önünden korkuyla kaçan gıli, bitirimhanenin düşünce odasına geçip boy aynasının karşısına dikildi. sotadan çıkardığı ojeyi koklayıp bir süre nefesini içinde tuttu.

çıldırtıcı görüntülere tutsak olan gıli, ojenin tadını alamadı. geç de olsa, enerjisinin tükenmekte olduğunu fark etti. aynanın karşısında yumuşak, seri ve ağırbaşlı bir hareketle arap sado'nun yadigarı muhteşem sustalıyı açtı.

gençliğini bir süre daha ayna karşısında seyredip sustalıyı bileklerine indirdi!

arka sokaklarda keman filosu tüm kenti uyandıracak biçimde ağlıyor, darbukalar kalp atışlarını en parlak yıldıza hissettiriyordu...

çıt

metin kaçan ağır roman
zeitgeist
sonra zaman geçti. zaman hiçbir şeyi düzeltmez. daha beter de etmez. zamandan bağımsız şeyler bunlar.

herkesin kalbinin çizildiği bir yer var. orada görünmez bir duvara çarpıyorsun. daha öteye gidemiyorsun. bütün dünyan o çakıldığın yerden uzanabildiğin yere kadar oluyor artık. ben de o günlerde bir yerde çakıldım işte. ama tam nerede bilemiyorum. hiçbir zaman da bilemeyeceğim bunu.

iffetimizi tesadüfen koruyor olmamız iffetli olduğumuz anlamına gelmez!

yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizişi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin: hala soğuk biralar oluyor ve bazen güzel kızlar. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor, o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.

aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi.

kar taneleri birbirine benzemez. sözcükler de benzemez. ama bir cümle başka bir cümleyi hatırlatır her zaman. koşan atlar, düşen atları hatırlatır. yağmur yağar, durur, tekrar başlar. yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. spermden mezara kadar... karanlıkta herkese çarpışabilir insan. yalan mı söylüyorum yine, olsun. sen biliyorsun nasılsa. bir sürü doğru söyledik ama burnumuz hiç kısalmadı.

insan zamanını durdurmak istediği yere aittir.

sonrası biraz bulanık... başka bir şeyi ararken bulunan bir şey gibi...

bulduğum yerde yitirdiğim bir şey vardı o sonbahar...

gitmek istemediğin şehirlerden geliyorum geceleri.

sadece geceleri, yapayalnız ve yalınayakken anlaşılabilecek şeyler var.

acılarımız da birbirine benziyor artık. birbirine benzeyen parmaklar gibi ama. her birinin eşsiz bir izi var.

beni al, zamanın dışına götür. biraz sarıl, biraz koru, biraz öp; sonra yine sokağa bırak. elimden tut, var olmayan şeylere ekle, zihnimin bataklığından kurtar.

konuşabilecek gücümüz varsa ağladıklarımız yalan, sahiden bak. beni al, biraz sarhoş et; biraz saçlarına tak, biraz da yağmurların peşinden koştur. beni al, erken öldür; mutsuzluk uzun sürmez.

bütün gün soğukta gezmiştim, duygularım donsun diye.

emrah serbes hikayem paramparça.
zeitgeist
yaşam, zamansız. yaşamın hiçbir zamanı yok. çocukluk, kadınlık, erkeklik, yaşlılık, yaşam, ölüm, sevgi, sevgisizlik, doyum, doyumsuzluk, her şey iç içe. akıl, delilik, varlık, boşluk iç içe. kuzey avrupa'nın beyaz geceleri gibi. kararmayan havanın ardından, hemen gene, günün ağarması gibi.

tanımadığın bir kentte ne denli isterdin yitip gitmeyi... ama öyle kolay değil. henüz rüzgarlara doydun mu. sor kendine...

bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım.

ve bana geceler yetmiyor. günler yetmiyor. insan olmak yetmiyor. sözcükler, diller yetmiyor.

yolculuklara dönüyorum. kentlerden sakladığım resimlere. duramam.

kendimden uzaklaşmam gerek.

kentten ya da ülkeden ayrılmadığım günlerde oteli değiştiriyorum. kendi kendimden böyle bir rahatlıkla, çıkıp gitmeyi nasıl da isterdim.

herhangi bir yol. bu yolun istanbul'da bitmesi bir rastlantı.



tezer özlü - yaşamın ucuna yolculuk
zeitgeist
sakın üzülme. üzülme ve bil ki dünya dediğin lüzumsuz bahçe, bazen her yer, bazen tek bir yer, bazen de hiçbir yerdir. insan dediğin kötü tohum, bazen her şey, bazen tek bir şey, bazen de hiçbir şeydir. ama tuhaf olan bu değildir behiye. bu işteki asıl acayiplik, öyle ya da böyle oluşunun aslında hiç fark etmeyişidir. ve işte tam da fark etmediğini fark ettiğin o nefti anda, alemin ritmi bozulur, içi boşalır, bir güvercinin karda bıraktığı ayak izlerine dönersin. sonra azıcık kar yağar, silinirsin. böyledir. yani bütün uzun hikayeler bu kadarcıktır aslında. ne kadar uzun başlarsan başla, sonunda hep kısacık bitersin. bir rüyadan öbürüne devrilirken birdenbire nefesin kesiliverir. ne bahçe kalır geriye, ne çiçek ne de tohum. bitersin.

nermin yıldırım - saklı bahçeler haritası
zeitgeist
benimkisi, hiçbir zaman hiçbir şeyle açıklanamayacak kadar derin, hiç kimsenin anlayamayacağı ölçüde karmaşık ve acayip bir yorgunluktu.

öyle ki, geride kalan taş döşeli sokaklardan büyük büyük caddelere, şehrin tepelere doğru tırmanan boz bulanık görüntüsüne, bu görüntüyü ayakta tutan gürültüsüne, derinlere çöken kirine, kapılardan taşıp parkları ve meydanları tıklım tıklım dolduran apartman yalnızlıklarına, kayıplara karışmış iri gözlü cüceler gibi bu yalnızlıkların gölgesinden uzak uzak bakan çocuklara, sonra sabahtan akşama dek bir yerden bir yere çeşitli bahaneler ve külüstür otobüslerle taşınan insan suretindeki sıkıntılara, bu sıkıntıları süsleyen şarkılarla kitaplara, karanlık sokaklarda karanlık sakallarıyla dolaşan beli silahlı adamlara, yıkıldı yıkılacak iş hanlarına, beti bereketi uçmuş tozlu dükkanlara, harap çarşılara, renk renk ışıklar içerisinde yüzen lüks alışveriş merkezlerine, buralara girip çıkan ıssız kadınlara ve yüzlerini hiç görmediğim daha milyonlarca insanla milyonlarca eşyaya kadar hemen hemen herkes ve her şey bir an için bende yaşamıştı sanki... ya da ruhumun olanca diriliğiyle ben bütün bu sayıp döktüklerimi doğuran, bunları kat kat çevreleyen ve gelecekte gene bunlardan doğup çeşitli kılıklarda boy gösterecek olan hikayelerin hepsini birden yaşamıştım.

hasan ali toptaş - bin hüzünlü haz
ontolojik sancilarimin merhemi
istediğim, denizi yazmak. zümrütlerin, gökyakutların sabrını; ağaçların tarihsizliğini… bir tek kıyısını kavrayabildiğimiz, anlamını ancak bir tek kıyısıyla kurduğumuz denizin öyküleri yoktur bir kara adamı için. yolculuklara, ister gerçek ister düşsel olsunlar, yakıştırdığımız son, öbür kıyıda bitse bile, deniz gene tek kıyılıdır, üzerinde yaşayıp çalışan biri olmadıkça. deniz, kara adamının yalnız sınırlarını kaldırışı değil, sınır düşüncesini içinden çıkarıp atıvermesidir. her şeyin bir aradalığının bir yerde başlaması ya da bitmesidir. istediğim, denizi yazmaktı. her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile.


Altı ay bir güz - bilge karasu..
quares
"böyle olmasını istemezdim ama hep olurdu. dünyanın bütün kızılderilileri yenilir, spartaküs kaybeder, gün batarken sararır, kuşlar döner, sadri alışık denilen hergele, her filminde ağlardı. o ağladıkça ben de ağlardım. nedenimi bilmez ağlardım. ağladıkça sadri'ye kıl kapar gıcık olurdum. üçüncü şahıs olarak kalışına, hep gidici kadınları sevişine, bu gidiciliklerin bir mecburiyet gibi duruşuna, sadri'nin bu mecburiyetlere, giden kişinin özgürlüğü olarak bakıp, ona ihanet etmemek için kendine ihanet edişine."

fakat müzeyyen bu derin bir tutku - ilhami algör
quares
"amcanın inlemelerini duydum işerken. benim tuvalete dahi geliyorsa, bulunduğu odayı inletiriyordu demek ki.
"duyma," dedim, "yatsın geçer." şimdi mühim olan sophokles'tir. onun üzerine bir iki kelam ederim belki yarın belki öbür gün derste, adam yerine koyarlar. odaya geldim, amcanın inlemesi sanki benim düşüncelerimi okumuş gibi peşimden geldi. duymayayım diyorum, yine duyuyorum. ne okuduğumdan bir şey anlıyorum ne not aldığımdan. en sonunda amcanın iniltileri öyle bir yükseldi ki içimde inlemeye başladı sanki. amca içimde inleyince, içimdeki eski serseri, "senin dersini, kitabını sikerim," dedi yeni gayretkeş bene.
tragedya bitişik evde yatıyor şu an. sophokles'in son tragedyası, yokuştan düşen amca. sisifos'tan bile zor durumda şu an. sisifos'un gücü kuvveti yerindeydi en azından, yokuştan düşen o değildi, çıkardığı kayaydı. sisifos'un sıfırdan başlayacak gücü vardı her zaman.
gittim kapılarını çaldım..."

emrah serbes -müptezeller
quares
-jean baudrillard, gerçeğin yerini sahtenin aldığını söyler ve yeni duruma simulakra (sahte gerçek) adını verir.
ferdi tayfur, "bana gerçekleri söyle" der.

-jean baudrillard, kapitalizmi tüketmek ve ihtiyaçlar uydurup bunları gerçek ihtiyaçlarmış gibi alıgaltmakla suçlar.
ferdi tayfur, "neyleyim sen yoksan eğer dünyanın servetini" der.

-jean baudrillard, artık tarih diye bir şey kalmadığını, tek yapabileceğimizin tarihin nereden itibaren gerçekliğini kaybettiğini bulabilmek olduğunu söyler.
ferdi tayfur, "allahım sen bilirsin" der.

-jean baudrillard, "derinlik, daima kesintinin ardında; anlam ise, daima engelin ardında sapmaya uğrar..." buyurmuştur
ferdi tayfur, "korkma söylemem, adını kimselere duyurmam. sen bile bilmeyeceksin ömrün boyunca" der.

-jean baudrillard, karamsarlık açısından oğuz atay'ın siyaset bilimi simülasyonudur.
ferdi tayfur, oğuz atay'ın yazdığı her satırın fon müziğidir.

ali lidar
mechul amca
Herkes tarih okuyor albayım; bugüne değer veren kalmadı.
-Oğuz Atay - Tehlikeli oyunlar

”Kitaplar yüzünden çok acı çekiyorum Esat abi.
Sanki hepsi benim için yazılmış.” - Oğuz Atay - Tutunamayanlar
quares
şimdi düşünüyorum, kaç yıl sonra, alkol, sigaralık, kubar, extacy, eroin, kokain, amfetamin, roj, taş, çakmak gazı ya da edebiyat fark etmez, hayatınızın hangi döneminde olduğunuz da fark etmez, hepsi geçer, hepsi biter, hepsinin kafası siktirip gider, karanlığın kalbiyse her zaman orada kalır, atmaya devam eder, duyması gerekenler için. içimden öyle geldi o gece, falezlerin ucunda, ulur gibi, acıyla havladım birkaç sefer, sonra baktım birileri yaklaşıyor, hemen sustum.

müptezeller
ontolojik sancilarimin merhemi
'' 'neden' sorusu piçliği yok eder. 'çünkü' ile başlayan cümleler sadece istenildiğinde kurulmalıdır. aksi takdirde piçlerin diğer insanlardan farkı kalmaz. oysa piçler diğer insanların aklına gelmeyen her şeydir.''
ontolojik sancilarimin merhemi

''ağrıları, düşleri, anıları, bir ölçüde de olsa iletilebilir kılmak çabası, bir noktadan sonra gülünç olabiliyor. avutmak, ya da katılmak isteyenlerin anlama çabası, ne kadar büyük olursa olsun, iletilemeyen, belki de baştan -iletilemeyeceğine erdiğimiz için-iletilmek istenmeyen bir anlamın suruna çarpar. ağrılar tek kalıplı, düşler akışkandır. olsa olsa anıların, paylaşılabilir noktalarına dayanarak, anlaşılmaz olmaktan sıyrıldığını görebilmişizdir. işin püf noktası, paylaşılabilir görüneni öne çıkarmak, sezilebilir görünene -belli etmeden- bütün gücüyle dayanmak, gerisini de kendimize göre getirmek; yani, bildiğimiz, istediğimiz düzeni kurarak...''
ontolojik sancilarimin merhemi
''ölüye, ölecek olana bakan kişinin baş döndürücü üstünlüğünü, diri olmanın üstünlüğünü duyması. bu üstünlük, kişiliğin ötesindeki bir üstünlük, öleceğini bilen, ölmek istemeyen, bir şeylere tutunmak umuda, yakınlarının eline, gözüne, sözüne, yatak çarşafına, parmaklarını kanatan taşlara, tırnaklarını kıran asfalta tutunmak tutunmak dileyen insanı bir nesne, bir böcek bile değil, bir nesne haline getiri verir...''
oblomov
“Üzülme baba,” dedim, “alt tarafı bir ev, alt tarafı beton parçası ya. Çalışır ederiz, yine alırız. Ben de çalışırım bundan sonra, söz, alırız bir ev daha.” “Ona üzülmüyorum ki ben,” dedi babam. “Her ay evin taksitini ödedik de ne oldu. Bak, uçup gitti elimizden balon gibi. Keşke seni ağlatmasaydık çocukken. Keşke sana o akülü arabayı alsaydık.”
0 /