yetişir
beni hatırladıkça,
arasıra gönlümü al.
sokakta görünce,gülümse,
yanıma yaklaş,
az elin elimde kal.
evine misafir geleyim,
kahvemi sen pişir.
taze doldurulmuş sürahiden
bir bardak su ver
yetişir...
ziya osman saba
sözlüğümüzün ırkçı ve milliyetçi yazarlarına yıkılacakları bir gerçeği açıklamak isterim. biyolojik anlamda ''millet'' diye bir kavram yoktur. hele ki insanlar arasında ''ırk'' diye bir kavram hiç yoktur. biz kendi kendimizi ''milletler'' olarak tasnif etmekteyiz. ve neden 5000 yıldır, dünya milletleri olarak, güzel kültürlerimizle insanları şaşırtıp etkilemenin güzel yolları varken, sığlık içinde birbirimizi öldürüp duruyoruz anlamıyorum. biyolojik olarak ''ırk'' kavramı elbette vardır. fakat bu ayrışım sadece birbiriyle sevişip üreyemeyen türler için geçerlidir. dünyada, her deri renginden, her lisandan insanlar sevişip üreyebilirler. ve bu da mutlaka çok iyi bir şeydir.
barış abinin buna benzer çelişkileri kendince kaleme, notaya döktüğü güzel şarkısıdır.
''zaten paramparça bölünmüş ve yaşanmaz olmuş dünyamız
daha fazla kesip bölmeye hiç gerek yok''
barış abinin buna benzer çelişkileri kendince kaleme, notaya döktüğü güzel şarkısıdır.
''zaten paramparça bölünmüş ve yaşanmaz olmuş dünyamız
daha fazla kesip bölmeye hiç gerek yok''
amaaann uzun boylu sevgi insanımız duymasın. memleketin daha önemli gündemleri varken domates, biber, patlıcan ne ola ki? gerçi en önemli vitamin deposu olan sebzelerdir üçü de. gerekli enzimleri bu sebzelerden almazsanız, hekiminiz size kutu kutu haplar yazar, kol kol iğneler vurur. bugün şok markette bu sebzeler bana baktı, ben bu sebzelere. dayan yağız memo dayan dedim kendi kendime, tanzim marketler bir açılsın hele sen de yirsin bunlardan tekrardan. işte bugün ilgili sebzelere olan platonik aşkımızın şarkısıdır dinleyeceğiniz eser.
haa bir de, tanzim yerlerinde bu sebzeler karneyle mi satılacak? annem anlatıyor o günleri hep, gerçi meydanlarda da birileri o günlerin hikayeleriyle az oy toplamadı. demokrasi olarak 1940'lara, ekonomik bunalımda 1970'lere gelişimizi elimde kalan son hıyarı mum diye yakarak kutlarım. ben her şeyin retrosunu severim, sıkıntı yok benden yana.
haa bir de, tanzim yerlerinde bu sebzeler karneyle mi satılacak? annem anlatıyor o günleri hep, gerçi meydanlarda da birileri o günlerin hikayeleriyle az oy toplamadı. demokrasi olarak 1940'lara, ekonomik bunalımda 1970'lere gelişimizi elimde kalan son hıyarı mum diye yakarak kutlarım. ben her şeyin retrosunu severim, sıkıntı yok benden yana.
bugün 46 yaşında vefat ettiğini öğrendiğim başarılı sanatçıdır. şarkıları kulağımda her zaman ilk gerçek sevdaların ezgisidir. nazım'ın muhteşem şiirini, harikulade bir emekle müzik evrenimize taşımıştır. kendisinin her zaman eksikliğini hissedeceğiz.
yürek bugün her zamankinden daha fazla kirpiklerimin ucunda.
yürek bugün her zamankinden daha fazla kirpiklerimin ucunda.
14. sezon 15. bölümüyle aşk acısını gözümde damlalar, babasızlık ızdırabını boğazımda düğüm düğüm etmiş dizidir. benim babam da 30 yıl sonra karşıma çıksa ne güzel olurdu diye düşündürmüştür. 35 yıl önce tam da bugün babamın öldüğü yaştayım. bütün babalar acılara karşı, bu kadar güzel gülüşleriyle mi meydan okur?
bütün babaların da bazen sadece gülüşleri bile bir hayat dersi mi taşır?
olur da benim babam da 30 kusur yıl sonra karşıma çıkarsa kendisine verecek çok hesabım var.
bütün babaların da bazen sadece gülüşleri bile bir hayat dersi mi taşır?
olur da benim babam da 30 kusur yıl sonra karşıma çıkarsa kendisine verecek çok hesabım var.
ahmet kaya'nın ''resitaller'' albümünde tek bağlama ve enstrumanların en güzellerinden biri olan sesiyle muhteşem seslendirdiği halk ağıdıdır. erkan oğur yorumu da fevkaladedir.
elin elimde olsun
kapı kapı dilenek...
elin elimde olsun
kapı kapı dilenek...
parıltı
âteş gibi bir nehir akıyordu
rûhumla o rûhun arasından
bahsetti, derinden ona hâlim
aşkın bu unulmaz yarasından.
vurdukça bu nehrin ona aksi
kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
baktım ona sessizce uzaktan
vurdukça bu aşkın ona aksi...
muhteşem dizelerinin şairidir.
âteş gibi bir nehir akıyordu
rûhumla o rûhun arasından
bahsetti, derinden ona hâlim
aşkın bu unulmaz yarasından.
vurdukça bu nehrin ona aksi
kaçtım o bakıştan, o dudaktan,
baktım ona sessizce uzaktan
vurdukça bu aşkın ona aksi...
muhteşem dizelerinin şairidir.
bir zamanlar ülkemizin en eşsiz ve nadide doğasına sahip kentiydi. kentin her yerinde kafanı çevirdiğin yerde denize girerdin. kafanı arkaya çevirip az yürüsen muhteşem toroslar ve limon portakal ağaçlarıydı her yer. kentin her yerinden kendiliğinden biten defne ağaçları size bu dünyada cenneti yaşatırdı. bütün köylerinde mutlaka güzel bir ırmak bulunurdu. şimdi bütün o ırmakların üzerinde dev beton siteler var. akdenize özgü, yasemin ve kolonya çiçeklerinin akşam açan kokuları aşk tanrısının gerçek okuydu burada bir zamanlar. onlar da kalmadı artık. süs bitkisi gibi orada burada bir kaç serpiştirilmiş palmiye var işte.
şimdilerde bütün antik kentlerinin yanına berisine mermer ocakları açıldı. içim yanıyor. yüreğim sızlıyor.
şimdilerde bütün antik kentlerinin yanına berisine mermer ocakları açıldı. içim yanıyor. yüreğim sızlıyor.
fransız müziğinin üstüne doğan bir arap güneşidir. sevdiğimiz saydığımız bir abimizdir. çıgan müziğine de büyük katkıları olmuştur. şarkıda diyor ki;
''eyyy erciyes'in muzlu süt tenli prensesi, beklerim bir tango borcun var bana''
benim fransızcamı beğenmeyen kendisi çevirsin de göreyim.
''eyyy erciyes'in muzlu süt tenli prensesi, beklerim bir tango borcun var bana''
benim fransızcamı beğenmeyen kendisi çevirsin de göreyim.
ilgili acayibimsi şarkıcının çok sevdiğim ve beni ağlatan iki şarkısından biridir. çok kaçınmaya çalıştım bu şarkıyı sevdiğimi kendime itirafa, sonradan direnmekten vazgeçtim. bu geceki nöbette kurt gibi acıkmış bir şekilde yemekhaneye girdim ve müzik kanalında bu şarkı vardı. ne iştah kaldı bende, ne de betimin benzimin rengi kaldı melodisini duyunca. her şeye rağmen tabldotumu aldım oturup yemek istedim, çatalla ağzıma götürdüğüm ilk lokmanın zeytin değil, düğüm olduğuna yemin edebilirim. çektim kalktım terk ettim orayı. şimdi eve geldim ve üst üste kaçıncı dinleyişim ben de hatırlamıyorum. hala hiç bir şey yemedim. boğazımda düğümlenme zehirlenmesinden ölür müyüm, yaşar mıyım bilinmez.
yurdumda bütün aşkların açılış fon müziği ''alla beni, pulla beni, al koynuna yar
gözüm senden başkasını görmez oldu yar
gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar?
alla beni, pulla beni, al koynuna yar!!!
değil midir?
senin için dağları deler, yol açarım yar
senin için denizleri kuruturum yar
senin için gök kubbeyi yerlere çalarım yar
canımı iste, canım bile sana kurban yar!!!
barış abi bu şarkısında yurdum erkeğinin hoyrat ve derin aşkında ilk aklından geçenleri yazar. oysa kadın erkeğine şöyle bağırmaktadır;
''dağlar, taşlar, uçan kuşlar senin olsun yar
deniz, derya, gökler hep yerinde dursun yar
gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar?
alla beni, pulla beni, al koynuna yar''
erkek bu, kadını dinler mi hiç. aklımız fikrimiz kendi söyleyeceklerimizde;
''saçlarına yıldızlardan taç yapayım yar
bir nefesle güneşleri söndüreyim yar
çıra gibi uğrunda ben yanayım yar
canımı iste, canım bile sana kurban yar''
kadınsa hala umutsuz bir umut, dünyanın en güzel bağlı bir sevgisiyle aynı şeyleri söylemektedir fakat anlayan kim?
''yıldızlar yerinde güzel bırak dursun ya
saçlarımı ellerinle okşa yeter yar
gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar?
alla…''
işte barış manço, sadece dahi bir müzisyen değil, kadını da, erkeği de aşkında bütünleştirmiş büyük bir filozoftur aynı zamanda. doğuyu da bilir, batıya zaten hakimdir. varlık güzelliğini her şarkısıyla bizlere yansıtır.
ve yazık ki her aşk yine her aşkın sonunda sığındıklarımız yine barış abinin aşk ilahileridir;
kara haber tez duyulur, unutsun beni demişsin,
bende kalan resimleri mektuplari istemişsin.
üzülme sevdiceğim bir daha çıkmam karşına,
sana son kez yazıyorum hatıralar yeter bana.
kurumuş bir çiçek buldum mektuplarin arasinda
bir tek onu saklıyorum, onu da çok görme bana
aşkların en güzelini yaşamıştık yıllarca
bütün hüzünlü şarkılar hatırlatır seni bana.
kırıldı kanadım kolum, ne yerim var ne yurdum
gurbet ele düştü yolum, yuvasız kuşlar misali
selvi boylum senin için katlanırım bu yazgıya
böyle yazmışsa yaradan kara toprak yeter bana...
gözüm senden başkasını görmez oldu yar
gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar?
alla beni, pulla beni, al koynuna yar!!!
değil midir?
senin için dağları deler, yol açarım yar
senin için denizleri kuruturum yar
senin için gök kubbeyi yerlere çalarım yar
canımı iste, canım bile sana kurban yar!!!
barış abi bu şarkısında yurdum erkeğinin hoyrat ve derin aşkında ilk aklından geçenleri yazar. oysa kadın erkeğine şöyle bağırmaktadır;
''dağlar, taşlar, uçan kuşlar senin olsun yar
deniz, derya, gökler hep yerinde dursun yar
gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar?
alla beni, pulla beni, al koynuna yar''
erkek bu, kadını dinler mi hiç. aklımız fikrimiz kendi söyleyeceklerimizde;
''saçlarına yıldızlardan taç yapayım yar
bir nefesle güneşleri söndüreyim yar
çıra gibi uğrunda ben yanayım yar
canımı iste, canım bile sana kurban yar''
kadınsa hala umutsuz bir umut, dünyanın en güzel bağlı bir sevgisiyle aynı şeyleri söylemektedir fakat anlayan kim?
''yıldızlar yerinde güzel bırak dursun ya
saçlarımı ellerinle okşa yeter yar
gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar?
alla…''
işte barış manço, sadece dahi bir müzisyen değil, kadını da, erkeği de aşkında bütünleştirmiş büyük bir filozoftur aynı zamanda. doğuyu da bilir, batıya zaten hakimdir. varlık güzelliğini her şarkısıyla bizlere yansıtır.
ve yazık ki her aşk yine her aşkın sonunda sığındıklarımız yine barış abinin aşk ilahileridir;
kara haber tez duyulur, unutsun beni demişsin,
bende kalan resimleri mektuplari istemişsin.
üzülme sevdiceğim bir daha çıkmam karşına,
sana son kez yazıyorum hatıralar yeter bana.
kurumuş bir çiçek buldum mektuplarin arasinda
bir tek onu saklıyorum, onu da çok görme bana
aşkların en güzelini yaşamıştık yıllarca
bütün hüzünlü şarkılar hatırlatır seni bana.
kırıldı kanadım kolum, ne yerim var ne yurdum
gurbet ele düştü yolum, yuvasız kuşlar misali
selvi boylum senin için katlanırım bu yazgıya
böyle yazmışsa yaradan kara toprak yeter bana...
dünya kupası finallerini izlemeye rusya'ya gitmişim. her şey çok güzeldi. maçlar kıran kırana geçti. finale rusya-arjantin kalıyordu. fakat bende maça gidecek bilet parası kalmamış. içim dağ dağ, tepe tepe eziliyordu. bir yandan ülkeye dönünce ''dünya futbolundaki tekelleşmeyi protesto etmek amaçlı son maçı izlemedim'' der hava atarım diye düşünmekteydim. sonra o günün ayın on beşi yani maaş günüm olduğu aklıma geldi. koşa koşa atm'den para çektim. maça 3-4 dakika kalmış. kendi kullandığım eski püskü yavaş bir trenle maça yetişmeye çalışıyordum. o esnada uyandım. umarım maçı arjantin kazanmıştır.
güzel bir hale koray şiiridir;
sevdanın mumu yatsıda söner.
sönecek.
doyan açlık gibi
ansızın
isimsiz bir doyumla
kuralsız bır oyunla
görünmez ellerle
kapkara bır kerpetenle
sökülen yürekten
pastoral sesler bekleme!
beklemeyin kuş sesleri arı vızları
peygamber çiçekleri üzerinde
ses verir yerine. bir konçertodur
yanılsamalar.
korku birinci keman, bas bariton bir çello,
ay geçer, yıl erişir.
nadasa kalır acılar
o esrik tarlada.
bir de ölü bir kuzgunun,
siyahta unutulan telekleri.
'burada bir zamanlar hayat vardı'
gibi duran. öylece sessizce.
sevdanın mumu yatsıda söner.
sönecek.
doyan açlık gibi
ansızın
isimsiz bir doyumla
kuralsız bır oyunla
görünmez ellerle
kapkara bır kerpetenle
sökülen yürekten
pastoral sesler bekleme!
beklemeyin kuş sesleri arı vızları
peygamber çiçekleri üzerinde
ses verir yerine. bir konçertodur
yanılsamalar.
korku birinci keman, bas bariton bir çello,
ay geçer, yıl erişir.
nadasa kalır acılar
o esrik tarlada.
bir de ölü bir kuzgunun,
siyahta unutulan telekleri.
'burada bir zamanlar hayat vardı'
gibi duran. öylece sessizce.
lilith, havva'dan önce adem'e hizmet etmesi için yaratılmış kadının adıdır. fakat teslimiyetçi bir kadın değildir. kendisiyle aynı yaşam formunda olan bir varlığın hizmetkarı olmayı rededer. cinsel ilişkide adem'in üstünde olmasına isyan eder. lilith özü itibariyle yeni bir yaşam savunucusudur. eşit bir insanlık savunucusu. fakat erkek dini tarafından lanetlenir. lilith yerine, adem'in kaburga kemiğinden havva yaratılır.
bu harika şarkıyı, bir zamanlar berbat bir şekilde coverlayan coşkun sabah için idam isterük. klibi de muhteşemdir. izleyin derum.
öğlen saatlerinde sözlüklerde görüp üzerinde durmadığım vakaadır. sözlükçü dostlar ''cumhurbaşkanlığı spor'' diyerek, başakşehir klubüne ironiyle laf sokuyorlardır sandım. haber sitelerinde gerçek bir proje olduğunu öğrenince beynimden vurulmuşa döndüm. eve hala hoyratlığa şaşıran bir insanım. rica ederim, siz de bu durumlara hala şaşırın. zaten bu hoyratlıkların devam etmesinin en önemli sebeplerinden biri insanların şaşırmayıp alışması. son on yıldır türkiye sporunu daha yavaş dinamitleyerek mafh etmek yetmedi mi? neden daha yüksek kalibreli dinamitlere ihtiyaç duyulmakta anlamak güçtür.
neyse, ben inanıyorum, siz de inanın ki geçecek bu kötü günler. hiç bir çağda yozlaşmışlığın beyinde yarattığı çıldırmışlıkla ateş etrafında anlamsızca dans edenlerin çirkinliği çok uzun sürmemiştir. biz şu an korkulu gözlerle izlediğimiz için bu dansı çok uzun sürdü gibi geliyor. şimdilik elimizden gelen tek şey, bizim kendimizi bu virüsten sakınıp o dansa katılmamamız.
kral franco döneminde real madrid takımı sarayın takımıydı. anlayacağınız o da francospordu. barcelona ise bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de halkın takımıydı. o dönem, bu takımların madrid'de oynayacağı bir karşılaşma öncesi bir çok kural francospor lehine değiştirilmişti. barcelona her şeye rağmen maçı 2-1 kazandı.
bu akşam da türkiye saatiyle 23:00'da bu iki takımın maçı var. barcelona'ya en devrimci duygularımı gönderirim. francosporlular krala yaslanmasınlar yıkılırlar.
bir galatasaray taraftarı olarak da haykırıyorum ki, eyy başakşehir seni şampiyon yaptırmayacağız. aslan cimbom bu ligde oldukça sen şampiyon olamayacaksın.
neyse, ben inanıyorum, siz de inanın ki geçecek bu kötü günler. hiç bir çağda yozlaşmışlığın beyinde yarattığı çıldırmışlıkla ateş etrafında anlamsızca dans edenlerin çirkinliği çok uzun sürmemiştir. biz şu an korkulu gözlerle izlediğimiz için bu dansı çok uzun sürdü gibi geliyor. şimdilik elimizden gelen tek şey, bizim kendimizi bu virüsten sakınıp o dansa katılmamamız.
kral franco döneminde real madrid takımı sarayın takımıydı. anlayacağınız o da francospordu. barcelona ise bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de halkın takımıydı. o dönem, bu takımların madrid'de oynayacağı bir karşılaşma öncesi bir çok kural francospor lehine değiştirilmişti. barcelona her şeye rağmen maçı 2-1 kazandı.
bu akşam da türkiye saatiyle 23:00'da bu iki takımın maçı var. barcelona'ya en devrimci duygularımı gönderirim. francosporlular krala yaslanmasınlar yıkılırlar.
bir galatasaray taraftarı olarak da haykırıyorum ki, eyy başakşehir seni şampiyon yaptırmayacağız. aslan cimbom bu ligde oldukça sen şampiyon olamayacaksın.
muhteşem bir tanita tikaram şarkısıdır. unutulmaması, unutturulmaması gereken nadide bir eserdir.
tanrı' nın tüm çocuklarının, seyahat ayakkabılarına ihtiyacı vardır,
problemlerini burdan başka yere taşımak için.
tüm iyi insanlar iyi kitaplar okurlar
artık vicdanın temiz
konuştuğunu duyuyorum kızım
artık vicdanın temiz
bu sabah alnımı silerken
herşeyi silip süpürüyorum
çok iradeli olduğumu ve senin dediklerini
asla yapmayacağımı düşünmek hoşuma gidiyor
seni asla duymayacağım
ve dediklerini yapmayacağım
bak gözlerim sanki hologram
bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla birşey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla
biz sadece küçük boş bir pastayı dağıttık
insanların geceleri yaptığı gibi eğlenmek için
gecenin geç saatlerinde düşmanlığa ihtiyaç duyulmaz
ürkek bir gülümseme ve özgürlük molası
onların farklı düşünceleri umrumda değil
farklı düşünceler benim için iyidir
kol kola ve yalın ve bütün
tanrının tüm çocukları kendiş yollarını buluyor
bak gözlerim sanki hologram
bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla birşey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla
bir fincan çay, düşünmek için zaman ayır, evet
bir hayatı riske etmek için olan zaman,bir hayatı,bir hayatı
tatlı ve yakışıklı
yumuşak ve tombul
ışığı görene kadar pisboğazsın
pisboğazsın, ışığı görene kadar
insanların yarısı gazete okur
iyi ve güzel okurlar
güzel insanlar, sinirli insanlar
insanlar satmak zorundadır
senin satmak zorunda olduğun haberleri
bak gözlerim sanki hologram
bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla birşey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla
tanrı' nın tüm çocuklarının, seyahat ayakkabılarına ihtiyacı vardır,
problemlerini burdan başka yere taşımak için.
tüm iyi insanlar iyi kitaplar okurlar
artık vicdanın temiz
konuştuğunu duyuyorum kızım
artık vicdanın temiz
bu sabah alnımı silerken
herşeyi silip süpürüyorum
çok iradeli olduğumu ve senin dediklerini
asla yapmayacağımı düşünmek hoşuma gidiyor
seni asla duymayacağım
ve dediklerini yapmayacağım
bak gözlerim sanki hologram
bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla birşey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla
biz sadece küçük boş bir pastayı dağıttık
insanların geceleri yaptığı gibi eğlenmek için
gecenin geç saatlerinde düşmanlığa ihtiyaç duyulmaz
ürkek bir gülümseme ve özgürlük molası
onların farklı düşünceleri umrumda değil
farklı düşünceler benim için iyidir
kol kola ve yalın ve bütün
tanrının tüm çocukları kendiş yollarını buluyor
bak gözlerim sanki hologram
bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla birşey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla
bir fincan çay, düşünmek için zaman ayır, evet
bir hayatı riske etmek için olan zaman,bir hayatı,bir hayatı
tatlı ve yakışıklı
yumuşak ve tombul
ışığı görene kadar pisboğazsın
pisboğazsın, ışığı görene kadar
insanların yarısı gazete okur
iyi ve güzel okurlar
güzel insanlar, sinirli insanlar
insanlar satmak zorundadır
senin satmak zorunda olduğun haberleri
bak gözlerim sanki hologram
bak, aşkın ellerimden kırmızı kırmızı akıyor
ellerimden
asla,aklımı karıştırmaktan daha fazla birşey olamayacağını biliyorsun
aklımı karıştırmaktan fazla
öncelikle eklemeliyim ki, kim venezuela bahsine chavez'e pislik atarak başlıyorsa o kişinin tıyneti hakkında aklımda üç ihtimal beliriyor. sömürgeci hayranı bir salatalık olabilir, su katılmamış bir salak olabilir, size ezberlerini bilgi diye yutturmaya çalışan bir hacivat olabilir.
başta söylemeliyim ki chavez gibi halkçı bir lider dünya halklarının başına çok az gelebilecek enternasyonalist kalbi insan sevgisiyle dolu, halkının onurunu bedeller ödemek pahasına göze almış büyük bir insandır. yöntemlerinde sayısız hata ve eleştiri elbette bulunabilir. fakat venezula hakkında konuşuyorsak gün o gün değildir.
kendisini saygı ve sevginin en güzel haliyle yad ediyorum.
marks'a göre yaşadığımız çağ hala insanlık öncesi tarih olarak adlandırılır. büyük dünya devrimlerinden sonra insanlık tarihi yazılmaya başlanacaktır. isterim ki, öyle bir çağa ulaşmış olalım ve halklar özellikle devrimci mücadelede baskın bir önderliğe ihtiyaç duymayıp, kollektif aklın getirdiği güçle yollarını doğru bir şekilde çizip yürüsünler. fakat daha öyle ileri bir zamanda olmadığımızı üzülerek saptıyorum. chavez'den sonra ülkenin başına geçen maduro, gençliğinden beri işçi mücadelesinin merkezinde yer almış devrimci bir kadroydu. iktidarının ilk yıllarında halkçı yönünde bir sapma olmadığının tespitleri de gözümde açıktır. gün maduro'yu da eleştirecek gün de değildir. fakat kendisinin dünyanın en alçak sömürgeci yaptırımları karşısında chavez kadar iyi bir önderlik örneği gösteremediğinin de venezula halkı tarafından bu kirli saldırıları savuşturduktan sonra idrak edilmesi gerekiyor.
venezuela'nın son ahvali üzerine yazılabilecek sayfalarca yazılacak şey vardır elbette. fakat elimden geldiğince özetleyeceğim.
maduro'nun ülkeyi demir yumrukla yönettiği üzerine çok kirli bilgiler yayılıyor. mesela bunlardan birisi, bir anayasa mahkemesi hakiminin cezaevinde olduğu. bu hakim beyi youtube'de araştırsanız göreceksiniz ki, elinde taramalı tüfekle helikopterden bina tarayan bir teroristtir. yine cezavinde olduğu ve muhalefet lideri olduğu söylenen kişi de, halkın üzerine ateş açmış bir cia ajanıdır.
aylardır venezula'da halkın ilaç ve gıdaya ulaşımda büyük sıkıntılar yaşadığı doğrudur. fakat bu sıkıntının temelinde iki yüzlü dünya emperyalist ülkeleri vardır. büyük ambargolarla halk açlığa mahkum edilse de, onurunu katık ediyor, insanca eşit bir ülkenin yolunda yürümekten vaz geçmiyor venezuala'da.
ülkenin son ahvalinde, abd'nin kirli yüzü bir kez daha ortaya çıkmıştır. abd eskiden dünya halklarının başında iyilik meleği rolü yapan bir azraildi. ve halklar artık uyandı ki, azrail'in can dağıttığı görülmemiştir. abd artık halklara pislik atarken, iyilik meleği kostümünü giyme gereği bile görmüyor. öz hali olan azrail haliyle dayatıyor ölümü. fakat artık halkların geldiği bilinç düzeyinde abd bir azrail değil, zayıflamış bir azrailimsidir.
venezuala'nın son halinde beni en çok hayal kırıklığına uğratan konu, avrupa birliğinin olaya hoyratça yaklaşımıdır. onlar da yenilecek ve bu iki yüzlü ab liderlerinden halkları gereken hesabı soracaktır. zaten fransa örneğinde olduğu gibi buna çoktan başladılar.
onuruyla dövüşen hiç bir halk yenilmez. venezuela halkı da bunu bir kez daha, 21. yy'nin ilk çeyreğinde dosta düşmana bunu ispat edecektir.
başta söylemeliyim ki chavez gibi halkçı bir lider dünya halklarının başına çok az gelebilecek enternasyonalist kalbi insan sevgisiyle dolu, halkının onurunu bedeller ödemek pahasına göze almış büyük bir insandır. yöntemlerinde sayısız hata ve eleştiri elbette bulunabilir. fakat venezula hakkında konuşuyorsak gün o gün değildir.
kendisini saygı ve sevginin en güzel haliyle yad ediyorum.
marks'a göre yaşadığımız çağ hala insanlık öncesi tarih olarak adlandırılır. büyük dünya devrimlerinden sonra insanlık tarihi yazılmaya başlanacaktır. isterim ki, öyle bir çağa ulaşmış olalım ve halklar özellikle devrimci mücadelede baskın bir önderliğe ihtiyaç duymayıp, kollektif aklın getirdiği güçle yollarını doğru bir şekilde çizip yürüsünler. fakat daha öyle ileri bir zamanda olmadığımızı üzülerek saptıyorum. chavez'den sonra ülkenin başına geçen maduro, gençliğinden beri işçi mücadelesinin merkezinde yer almış devrimci bir kadroydu. iktidarının ilk yıllarında halkçı yönünde bir sapma olmadığının tespitleri de gözümde açıktır. gün maduro'yu da eleştirecek gün de değildir. fakat kendisinin dünyanın en alçak sömürgeci yaptırımları karşısında chavez kadar iyi bir önderlik örneği gösteremediğinin de venezula halkı tarafından bu kirli saldırıları savuşturduktan sonra idrak edilmesi gerekiyor.
venezuela'nın son ahvali üzerine yazılabilecek sayfalarca yazılacak şey vardır elbette. fakat elimden geldiğince özetleyeceğim.
maduro'nun ülkeyi demir yumrukla yönettiği üzerine çok kirli bilgiler yayılıyor. mesela bunlardan birisi, bir anayasa mahkemesi hakiminin cezaevinde olduğu. bu hakim beyi youtube'de araştırsanız göreceksiniz ki, elinde taramalı tüfekle helikopterden bina tarayan bir teroristtir. yine cezavinde olduğu ve muhalefet lideri olduğu söylenen kişi de, halkın üzerine ateş açmış bir cia ajanıdır.
aylardır venezula'da halkın ilaç ve gıdaya ulaşımda büyük sıkıntılar yaşadığı doğrudur. fakat bu sıkıntının temelinde iki yüzlü dünya emperyalist ülkeleri vardır. büyük ambargolarla halk açlığa mahkum edilse de, onurunu katık ediyor, insanca eşit bir ülkenin yolunda yürümekten vaz geçmiyor venezuala'da.
ülkenin son ahvalinde, abd'nin kirli yüzü bir kez daha ortaya çıkmıştır. abd eskiden dünya halklarının başında iyilik meleği rolü yapan bir azraildi. ve halklar artık uyandı ki, azrail'in can dağıttığı görülmemiştir. abd artık halklara pislik atarken, iyilik meleği kostümünü giyme gereği bile görmüyor. öz hali olan azrail haliyle dayatıyor ölümü. fakat artık halkların geldiği bilinç düzeyinde abd bir azrail değil, zayıflamış bir azrailimsidir.
venezuala'nın son halinde beni en çok hayal kırıklığına uğratan konu, avrupa birliğinin olaya hoyratça yaklaşımıdır. onlar da yenilecek ve bu iki yüzlü ab liderlerinden halkları gereken hesabı soracaktır. zaten fransa örneğinde olduğu gibi buna çoktan başladılar.
onuruyla dövüşen hiç bir halk yenilmez. venezuela halkı da bunu bir kez daha, 21. yy'nin ilk çeyreğinde dosta düşmana bunu ispat edecektir.
son dönemde internetin büyük bir bilgi kirliliği nehrine dönüştüğü herkesin malumudur. internetteki bilgi kirliliğiyle ilgili en çok canımı acıtan husus, bir lise talebesinin bile yazmayacağı kadar kötü şiirlerin ve metinlerin, can yücel, nazım hikmet, cemal süreyya gibi yazarlarımızın imzalarıyla dolaşıma sokulması ve insanlarımızın bunu yemesidir.
nikola tesla ile ilgili güvenilir kaynaklardan çok sayıda kitap okumuşumdur. şurası çok enterasan ki, internetin bilgi kirliliğinde tesla ile yazılanların eksiği vardır abartısı yoktur.
sayın tesla, mezun olduktan sonra gencecik bir çocukken hocası onu sağlam bir referans mektubuyla abd'den ahbabı olan edison kapitalist müptezelinin yanına gönderir. halk arasında edison'la ilgili en yanlış bilinen bilgi, edison denen kapitalist kavasın elektiriği bulduğudur. oysa edison elektiriği değil, ampülü icat etmiştir.
tesla abd'ye geldiği günlerde her yerde çirkin bir kablo kirliliği gözüne çarpar. buna çözüm olacak fikrini patronu olan edison'a açar. edison, tesla'ya ''bu fikri gerçekten hayata geçirebilirsen sana üç milyon dolar veririm'' der.
işte o zaman bu gencecik mühendis, bugün hala evlerimizde kullandığımız şebeke elektirğini geliştirir. evlerimizde hala kullandığımız prizler de tesla'nın icadıdır.
yazık ki edison hiç bir zaman tesla'ya vaad ettiği parayı ödemez. tesla başkan buna çok öfkelenir ve istifa eder.
genç tesla, edison'un rakip firmasında işe başlar. o yıl new-york'da çok büyük ve önemli bir fuar yapılacaktır. ihaleyi edison kaybeder ve tesla'nın çalışmaya başladığı firma alır. edison buna öfkelenip ampülün kullanma hakkını bu firmaya vermez. bunun üzerine nikola tesla, üç ay gibi bir sürede ampülden daha az enerji harcayıp, daha çok ışık veren florasan lambayı icat eder.
sayın tesla'nın beynindeki yüksek bilim ışığı kadar, kalbi de halk sevgisiyle çarpmaktaydı. elektirik enerjisinin halk yararına sıfır bir maliyete yakın üretilebilileceğinin farkındaydı. kullandığımız telefonların ana işleme mantığı sesi elektirik enerjisine dönüştürmesidir. bu yolla bütün dünyaya temiz ve ucuz enerji götürebileceğini biliyordu. ama bu yol petrol devlerinin ekmeğine kan doğramaktı. ve oldukça esrarengiz bir şekilde fbi tarafından tesla ortadan kaldırıldı.
aynı zamanda ''din kitaplarını okuyup anlamayanlara dindar, okuyup anlayanlara ateist denir'' özdeyişinin sahibidir.
bana kendisinde en ilginç gelen yanlarından biri de, a seksüel olmasıdır.
nikola tesla ile ilgili güvenilir kaynaklardan çok sayıda kitap okumuşumdur. şurası çok enterasan ki, internetin bilgi kirliliğinde tesla ile yazılanların eksiği vardır abartısı yoktur.
sayın tesla, mezun olduktan sonra gencecik bir çocukken hocası onu sağlam bir referans mektubuyla abd'den ahbabı olan edison kapitalist müptezelinin yanına gönderir. halk arasında edison'la ilgili en yanlış bilinen bilgi, edison denen kapitalist kavasın elektiriği bulduğudur. oysa edison elektiriği değil, ampülü icat etmiştir.
tesla abd'ye geldiği günlerde her yerde çirkin bir kablo kirliliği gözüne çarpar. buna çözüm olacak fikrini patronu olan edison'a açar. edison, tesla'ya ''bu fikri gerçekten hayata geçirebilirsen sana üç milyon dolar veririm'' der.
işte o zaman bu gencecik mühendis, bugün hala evlerimizde kullandığımız şebeke elektirğini geliştirir. evlerimizde hala kullandığımız prizler de tesla'nın icadıdır.
yazık ki edison hiç bir zaman tesla'ya vaad ettiği parayı ödemez. tesla başkan buna çok öfkelenir ve istifa eder.
genç tesla, edison'un rakip firmasında işe başlar. o yıl new-york'da çok büyük ve önemli bir fuar yapılacaktır. ihaleyi edison kaybeder ve tesla'nın çalışmaya başladığı firma alır. edison buna öfkelenip ampülün kullanma hakkını bu firmaya vermez. bunun üzerine nikola tesla, üç ay gibi bir sürede ampülden daha az enerji harcayıp, daha çok ışık veren florasan lambayı icat eder.
sayın tesla'nın beynindeki yüksek bilim ışığı kadar, kalbi de halk sevgisiyle çarpmaktaydı. elektirik enerjisinin halk yararına sıfır bir maliyete yakın üretilebilileceğinin farkındaydı. kullandığımız telefonların ana işleme mantığı sesi elektirik enerjisine dönüştürmesidir. bu yolla bütün dünyaya temiz ve ucuz enerji götürebileceğini biliyordu. ama bu yol petrol devlerinin ekmeğine kan doğramaktı. ve oldukça esrarengiz bir şekilde fbi tarafından tesla ortadan kaldırıldı.
aynı zamanda ''din kitaplarını okuyup anlamayanlara dindar, okuyup anlayanlara ateist denir'' özdeyişinin sahibidir.
bana kendisinde en ilginç gelen yanlarından biri de, a seksüel olmasıdır.
çok sevip değer verdiğim bir dostumun bana sabah 4 sularında konusunu heycanla anlattığı filmdir. ve arkadaşlığımız boyunca bana önerdiği ilk ve tek film. sabah yedi sularında, hayatımda ilk defa bir filmi, imdb'de araştırmadan, hakkında sözlüklerde yazılan bütün entryleri okumadan oturdum izledim.
kanaatimce bu dünyanın insana yaşattığı acılarla baş etmenin iki sağlam yolu vardır. acılarını yaratıcı bir biçimde ironileştireceksin. ya da intihar edeceksin. bu dünyada insanın insana ettiği bütün zalimliklere diyecek bir çift sözüm var. fakat intihar eden insanlar hakkında arkalarından zalimce sözler duyunca içimden sadece için için ağlamak geliyor. sanırım bu halde linç kültürünün bir parçası. intihar etmek asla tasvip edilecek bir irade değildir fakat yine de kişinin kimseye zarar vermediği bir öz yaşam iradesidir. gerçi son zamanlarda, dünyanın en iyi insanları olarak nitelenebilecek vegan dostlarımızın bile sosyal medyada lince uğradığını görmekteyim. evet gerçekten acılar içinde bir dünya burası. ama bir gün mutlaka birbirini hiç tanımayan insanların bile yaşam iradesinde birbirleriyle ortaklaşacakları günlerin tekrar geleceğinden hiç şüphem yok.
film bir intihar ironisi filmi. sevgilisinden ayrılan genç dostumuz, ona güzel hatıraların verdiği ızdıraba dayanamaz ve bileklerini keserek yaşamına son verir. sanırım ben bir gün intihar etsem asla böyle bir yol seçmezdim. sebebi ise, organlarımın daha sonrasında başka bedenlerde bir işe yaramayacağı sorunsalı. size de tavsiyem ilaa böyle bir eylemsellik içine girecekseniz organlarınızı mutlaka bağışlayın.
daha önce aşk acılarının ironileştirildiği çok sayıda başarılı film izledim. bu tür filmleri izlemek iyi geliyor bana. aşk acısı çekerken aptal saptal hatıralar içinde boğulacak kadar kötü olan tek geri zekalı olmadığımı beyaz camda, ya da perdede görmek güzel. belki de ilk defa bir intihar ironisi filmi izledim. iyi de kotarılmış. bu türde bir filmin müziklerini sadece gogol bordello yapabilir. gerçekten de müzikler filme bambaşka bir güzellik katıyor.
filmde intihar eden insanların öldükten sonra araf bir evrende bu dünyanın tıpkısı bir dünyada, diğer intihar eden insanlarla yaşadığını anlatıyor. yine yoksul bir yaşam var. anlayacağınız hayat aşk acısı çekenler için orada da güzel türkümüzde dediği gibi ''bu yıl bize gülmek haram, belki seneye'' halinde geçiyor.
filmde intihar eden genç dostumuz, o evrende yoksul emekçi bir hayat sürerken, uğruna intihar ettiği güzel kızın da ondan sonra intihar edip aynı evrene geldiğini öğreniyor. oradaki kankasıyla birlikte külüstür bir arabaya atlayıp başlıyorlar yenge hanımı çöl yollarında aramaya.
yolda genç bir kadın otostopçuya rastlayıp arabaya alıyorlar. genç kadın israrla o evrenin yöneticilerini aradığını ve kendisinin intihar etmediğini, neden bu evrene düştüğünü sorguluyor. filmdeki kahramanlarımız ona sürekli bu evrende böyle yetkililer olmadığını ve bu aramadan vaz geçmesi gerektiğini öğütlüyor.
siz hiç bu dünyada tanrıyı aradınız mı? düşününce gerçekten de bu dünyada bunu yapmak için geçerli bir nedenimiz yoktur. ama öbür tarafta bir yanlışlık olup oraya gittiğinizi düşünmeniz yeterince geçerli bir sebeptir.
aslında filmde kadının güzel öz yaşam gücüyle erkeğin yaşam gücü çok iyi yansıtılıyor. erkek öldükten sonra bile hala geçmişin gölgesini öpmeye çalışırken kadın bundan sonraki yaşamın güçlü çabasında.
yolda gittikleri külüstür arabanın farları bir türlü yanmıyor. farları ne kadar iyi ustalar tamir etmeye çabalasa da herkes bunların tamir olmasının imkansız olduğu iddiasında. yolda otostopçu kadının aklına bir düğmeye basmak geliyor. ve farlar yanıyor. gerçek hayatta böyle değil midir? yaşam ışıkları yansın diye bir sürü komplike hesaplar yaparken belki de sadece birisinin yaşamınızda bir düğmeye basması gerekiyordur. keşke insanlar bunu kendisi de yapmayı öğrense. gerçi sen yola çık elbet bir yoldaş bulursun demek geçiyor içimden lakin, bu her zaman böyle olmuyor.
filmden çıkardığım cümlelerden biri de, mucizenin hiç bir zaman somut bir durum olmadığı gerçeği. mucize dediğimiz kavram her zaman için bir mucize beklemektir. önemli olan yaşamın bize verdiklerini, ellerimiz, gözlerimiz, zihnimiz yani her duyu organımızla müthiş anlayıp tanımaya çalışmaktadır.
bu da bir mucize değil irade işidir.
ebebeynlerin biz acı çekerken, bazen sadece bir vicdan azabı oldukları çok sade ve güzel biçimde yansıtılmış.
fakat filmin sonu tamamen kıt abd izleyicisine göreydi. sonu çok daha yaratıcı bir şekilde düşünülebilirdi.
hee canım hee, hastanede yoğun bakımda sağımıza dönünce orada bize gülümseyen güzel bir esmer kız olacak hee.
kanaatimce bu dünyanın insana yaşattığı acılarla baş etmenin iki sağlam yolu vardır. acılarını yaratıcı bir biçimde ironileştireceksin. ya da intihar edeceksin. bu dünyada insanın insana ettiği bütün zalimliklere diyecek bir çift sözüm var. fakat intihar eden insanlar hakkında arkalarından zalimce sözler duyunca içimden sadece için için ağlamak geliyor. sanırım bu halde linç kültürünün bir parçası. intihar etmek asla tasvip edilecek bir irade değildir fakat yine de kişinin kimseye zarar vermediği bir öz yaşam iradesidir. gerçi son zamanlarda, dünyanın en iyi insanları olarak nitelenebilecek vegan dostlarımızın bile sosyal medyada lince uğradığını görmekteyim. evet gerçekten acılar içinde bir dünya burası. ama bir gün mutlaka birbirini hiç tanımayan insanların bile yaşam iradesinde birbirleriyle ortaklaşacakları günlerin tekrar geleceğinden hiç şüphem yok.
film bir intihar ironisi filmi. sevgilisinden ayrılan genç dostumuz, ona güzel hatıraların verdiği ızdıraba dayanamaz ve bileklerini keserek yaşamına son verir. sanırım ben bir gün intihar etsem asla böyle bir yol seçmezdim. sebebi ise, organlarımın daha sonrasında başka bedenlerde bir işe yaramayacağı sorunsalı. size de tavsiyem ilaa böyle bir eylemsellik içine girecekseniz organlarınızı mutlaka bağışlayın.
daha önce aşk acılarının ironileştirildiği çok sayıda başarılı film izledim. bu tür filmleri izlemek iyi geliyor bana. aşk acısı çekerken aptal saptal hatıralar içinde boğulacak kadar kötü olan tek geri zekalı olmadığımı beyaz camda, ya da perdede görmek güzel. belki de ilk defa bir intihar ironisi filmi izledim. iyi de kotarılmış. bu türde bir filmin müziklerini sadece gogol bordello yapabilir. gerçekten de müzikler filme bambaşka bir güzellik katıyor.
filmde intihar eden insanların öldükten sonra araf bir evrende bu dünyanın tıpkısı bir dünyada, diğer intihar eden insanlarla yaşadığını anlatıyor. yine yoksul bir yaşam var. anlayacağınız hayat aşk acısı çekenler için orada da güzel türkümüzde dediği gibi ''bu yıl bize gülmek haram, belki seneye'' halinde geçiyor.
filmde intihar eden genç dostumuz, o evrende yoksul emekçi bir hayat sürerken, uğruna intihar ettiği güzel kızın da ondan sonra intihar edip aynı evrene geldiğini öğreniyor. oradaki kankasıyla birlikte külüstür bir arabaya atlayıp başlıyorlar yenge hanımı çöl yollarında aramaya.
yolda genç bir kadın otostopçuya rastlayıp arabaya alıyorlar. genç kadın israrla o evrenin yöneticilerini aradığını ve kendisinin intihar etmediğini, neden bu evrene düştüğünü sorguluyor. filmdeki kahramanlarımız ona sürekli bu evrende böyle yetkililer olmadığını ve bu aramadan vaz geçmesi gerektiğini öğütlüyor.
siz hiç bu dünyada tanrıyı aradınız mı? düşününce gerçekten de bu dünyada bunu yapmak için geçerli bir nedenimiz yoktur. ama öbür tarafta bir yanlışlık olup oraya gittiğinizi düşünmeniz yeterince geçerli bir sebeptir.
aslında filmde kadının güzel öz yaşam gücüyle erkeğin yaşam gücü çok iyi yansıtılıyor. erkek öldükten sonra bile hala geçmişin gölgesini öpmeye çalışırken kadın bundan sonraki yaşamın güçlü çabasında.
yolda gittikleri külüstür arabanın farları bir türlü yanmıyor. farları ne kadar iyi ustalar tamir etmeye çabalasa da herkes bunların tamir olmasının imkansız olduğu iddiasında. yolda otostopçu kadının aklına bir düğmeye basmak geliyor. ve farlar yanıyor. gerçek hayatta böyle değil midir? yaşam ışıkları yansın diye bir sürü komplike hesaplar yaparken belki de sadece birisinin yaşamınızda bir düğmeye basması gerekiyordur. keşke insanlar bunu kendisi de yapmayı öğrense. gerçi sen yola çık elbet bir yoldaş bulursun demek geçiyor içimden lakin, bu her zaman böyle olmuyor.
filmden çıkardığım cümlelerden biri de, mucizenin hiç bir zaman somut bir durum olmadığı gerçeği. mucize dediğimiz kavram her zaman için bir mucize beklemektir. önemli olan yaşamın bize verdiklerini, ellerimiz, gözlerimiz, zihnimiz yani her duyu organımızla müthiş anlayıp tanımaya çalışmaktadır.
bu da bir mucize değil irade işidir.
ebebeynlerin biz acı çekerken, bazen sadece bir vicdan azabı oldukları çok sade ve güzel biçimde yansıtılmış.
fakat filmin sonu tamamen kıt abd izleyicisine göreydi. sonu çok daha yaratıcı bir şekilde düşünülebilirdi.
hee canım hee, hastanede yoğun bakımda sağımıza dönünce orada bize gülümseyen güzel bir esmer kız olacak hee.
büyük usta erkan oğur'un bu yorumunu iyi bir ortapedi uzmanına yakın bir yerde dinlemeniz ivedilikle önerilir. erkan baba bu nefesi söylerken, kemiklerimi cam tozu gibi kırıyor gibi geliyor. dokularımı iliklerinden söküyor. fakat sonrasında daha iyi omurgada yerini alıyor her hücre.
bir ismin haydar'dır, bir ismin ali
hak murtaza dedi sana ya veli
cihanın ahiri hem de evveli
velayet mülküne sultan olansın
şah!!!
bir ismin haydar'dır, bir ismin ali
hak murtaza dedi sana ya veli
cihanın ahiri hem de evveli
velayet mülküne sultan olansın
şah!!!
başbakan olduğu yıl on yaşımdaydım. o zamanın hürriyet gazetesi dizine kadar etekle oturduğu bir posterini hediye etmişti vatandaşa. o yaşlarda bile fotoğrafı gördüğümde aklımdan ayıp şeyler geçmesi geliyor. gerçi o yaşta benimki masum bir ayıpmış sonrasında onun memlekete ettiği büyük ayıplar geliyor. iktidarı zamanında halkın kat be kat yoksullaşması geliyor. hukuk devletinden sapmanın neticesindeki faili meçhuller geliyor. gaflarından ve bütün tavırlarından belli olan türkiye halkına karşı yabancılığı geliyor.
son zamanlarda da, bu kemal kılışdar'la meral mommy'yi ne zaman gazete görsem aklıma yine tansu çiller geliyor. bu günümüz ikilisinin koalisyonu, doksanların mesut yılmaz, çiller koalisyonu kadar kirli ve yozlaşmış bir ortaklığın adı olduğu beynime mıhlanıyor çıkmıyor.
onların da ortaklaştığı konu halkı soymaktı. günümüz ikilisinin de tek derdi belediye rantını bölüşmek. halkı kurtamakmış, demokrasi getirmekmiş, lakikliği kazanmakmış, bunlar sadece ağızlarında nane.
son zamanlarda da, bu kemal kılışdar'la meral mommy'yi ne zaman gazete görsem aklıma yine tansu çiller geliyor. bu günümüz ikilisinin koalisyonu, doksanların mesut yılmaz, çiller koalisyonu kadar kirli ve yozlaşmış bir ortaklığın adı olduğu beynime mıhlanıyor çıkmıyor.
onların da ortaklaştığı konu halkı soymaktı. günümüz ikilisinin de tek derdi belediye rantını bölüşmek. halkı kurtamakmış, demokrasi getirmekmiş, lakikliği kazanmakmış, bunlar sadece ağızlarında nane.
abi gelmişsin neredeyse 80 yaşına. bu yaşına kadar zaten yöneteceğin kadar yönetmişsin gazianep'i. siyasi hayatının son zamanlarında büyük bir demokrasi adına omurga sergilemişsin eyvallah. daha senin amacın nedir abi? neden yüzde bir oyla, o kadar çok sevildiğin gaziantep'e rezil olma peşindesin? bu yaşta sana ''baş kalayım da, yeter ki soğan başı kalayım'' hırsı yakışıyor mu hiç?
muhteşem bir barış manço eseridir. büyük sanatçı barış manço bu şarkıyı bestelediğinde kırklı yaşlarının başlarındaydı. ben yirmi'li yaşlarımın başından beri büyük bir hüzünle dinlerim. o zamanlar düşünürdüm ki ''yahuu barış abi bu şarkıyı nasıl bir ruh haliyle yazmış. kırklı yaşların başında ömrün son baharı olur mu yahu''
30'ların ortasında seni o kadar iyi anlıyorum ki barış abi. sen iyi ki var oldun bir zamanlar aramızda. ama çok erken gittin be abi.
30'ların ortasında seni o kadar iyi anlıyorum ki barış abi. sen iyi ki var oldun bir zamanlar aramızda. ama çok erken gittin be abi.
yonca evcimik'in 1991 yılında çıkarttığı abone albümünden neredeyse hiç kimsenin bilmediği muhteşem bir şarkıdır. anısı, hatırası yanımda büyüktür. bence bir şans verin dinleyin.
sen hep dört mevsim açan gülsün,
bekle sonbaharda geleceğim...
sen hep dört mevsim açan gülsün,
bekle sonbaharda geleceğim...