nazım hikmet ran

ontolojik sancilarimin merhemi
''bugün pazar.
bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna
şaşarak
kımıldamadan durdum.

sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
toprak, güneş ve ben
bahtiyarım..."
quares
Tam adıyla Nazım Hikmet Ran, 1902 yılında selanik'te doğmuş bir şairdir. Ayrıca oyun yazarıdır. Lakabı ise mavi gözlü devdir. 1963 yılında Moskova'da ölmüştür. Mezarı Moskova'dadır. Eserleri birçok ödül almıştır. Türkiye'deki yaşamının çoğunu hapiste geçirmiş daha sonra Moskova'ya gitmiş ve Türk vatandaşlığından çıkarılmıştır. İşte Nazım Hikmet Ran'ın hayatından kısa kesitler:
Nazım Hikmet,1938'de cezaevine girmiş ve şiirleri yasaklanmıştır. Türkiye'de ancak ölümünden iki yıl sonra 1965'te şiirleriyle yeniden önem kazanmıştır.
Nâzım Hikmet Ran'ın doğum tarihi 17 Ocak 1902'dir. Ölümü ise 3 Haziran 1963'tür. daha çok Nâzım Hikmet olarak bilinirdi. Şairliğin yanı sıra; oyun yazarı, romancı, anı yazarı olarak da bilinirdi. "Romantik komünist" ve "romantik devrimci" olarak da bilinmektedir.
pestenkerani
Ardından hikmetli dizeler miras bırakmış şair. Kalifiyeli, yivli ve çok atarlı bir vatan hainidir(!) İhanet hiç bu kadar şiirsel olmadı ve olamaz.
quares
gelsene dedi bana
kalsana dedi bana
gülsene dedi bana
ölsene dedi bana
geldim,
kaldım,
güldüm,
öldüm…


3 haziran 1963 - mavi gözlü dev, saygı ve özlemle..
medicago sativa
Mehmet Fuat,"Nazım Hikmet'i anlamak isteyenler,öncelikle 'iyilik' konusu üstünde durmalıdırlar"diyordu,"Yakınları,'Nazım'ın başına ne geldiyse iyiliğinden gelmiştir'derlerdi.Toplumsal alandaki davranışları da,inancı da,kavgası da,arkadaşlarıyla,kadınlarıyla ilişkileri de hep kişiliğinin en belirgin özelliğinin,'iyiliği'nin etkisinde biçimlenmiş olan şair,yaşamının en büyük acılarını da bu yüzden çekmişti".
avni
davet şiiri tek başına onu tanımlamaya yeter diyor onu ve şiirlerini analiz edenler. sevmeyenlerinin bile takdir ettiği o kadar güzel şiirler yazmıştır ki hakkında kelam edenlerin çoğu "şairliği için ne söylesek eksik kalır" demekten kendilerini alamazlar.

Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
bu memleket, bizim.

Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
bu cehennem, bu cennet bizim.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
bu dâvet bizim....

Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman gibi kardeşçesine,
bu hasret bizim...
turuncu gemi
lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
kar yağıyor
karanlıklara.
kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.
kar...
üflenen bir mum gibi söndü
koskocaman ışıklar..
ve şehir
kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.
lambayı yakma, bırak!
kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

dizelerinin sahibi büyük şair.
dirsegi iskemleye dayali
bak usta! memleket tam senin dizelerinde anlattığın gibi hala. ama güzel günler göreceğiz, biliyorum.
biliyorum, biz kaybedersek kalkar yeniden savaşırız. onlar kayberderse eğer, bir daha kalkamayacaklar, biliyorum.
ışıklar içinde uyu...

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun
meyve çağında ağacın,
serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
Çürüyen diş, dökülen et,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle,
işçi tulumuyla,
bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…
miyesmikcih
ben nazım'ın gözden kaçırılan, pek dillendirilmeyen dizelerini çekip çıkarmayı çok ama çok severim.
karıcığım şiirinden iki satır gözönüne pek gelmese de çoğumuza aşina gelecektir.
bir cumartesi gününü,
hapishane çeşmesiyle ıslanan
bir ikindi vaktini hatırlıyor musun?
bir türkü söylediydi kalaycı şaban usta hatırlıyor musun?
beypazarı meskenimiz, ilimiz,
kim bilir nerde kalır ölümüz...?
tarihsiz yazmış büyük usta.
size bu iki dize çukur dizisindeki çukur evimiz söylemini hatırlatmıyor mu?
dizi film çekenler bu işleri iyi araştırıyor.
nazım ile piraye'den.
zenginsozluk.com/foto
turarmy
1827 yılında Almanya'nın Magdeburg kentinde bir müzik öğretmeninin oğlu dünyaya gelir (Karl Detroit). Anne ve baba sürekli kavga ettiklerinden dolayı çocuk akrabaları tarafından yetimhaneye götürülür.

Çocuk 12 yaşına geldiğinde bir gece yarısı bütün arkadaşları uyurken çarşafları birbirine dolayarak yetimhaneden kaçar ve Hamburg'a gider. Büyük bir liman kenti olan Hamburgda bir gemide miço olarak işe başlayan Karl Detroit, bütün akdenizi dolaşıp, Marmara denizinden boğaza giren gemisinden Kız Kulesini görünce denize atlar ve Kız Kulesine doğru yüzmeye başlar. Çocuk yakalanır ve Sadrazam Âli paşanın (şair) yanına götürülür.


Sadrazam sorar; 'Neden kaçtın Almanyadan?'
Karl Detroit cevap verir: 'Dayak vardı orada, bıktım kaçtım'
'Peki ya neden Akdenizin onca yeri değil de İstanbulda atladın denize evladım?' Diye sorar Sadrazam. Kız kulesini gösterir Karl Detroit ve 'ben o kuleyi çok sevdim' der.
Almanlar çocuğu geri ister, fakat Sadrazam Âli paşa 'hayır alamazsınız, o artık benim oğlum' der ve o gün Karl Detroit adı değişerek Mehmet Ali adını alır ve askeri okula başlar.

Aldığı eğitimin ardından Kırım harbine katılır ve paşa ünvanı alır. O artık sığındığı ülkenin bir Paşasıdır! 1878 Berlin anlaşmasına giden heyetin içinde yer alan Mehmet Ali paşa, doğduğu ülkeye geri dönmüştür ancak artık o bir Osmanlı Paşasıdır.
Almanya dönüşünde Arnavutlukta yolunu kesen eşkiyalar tarafından öldürülen Karl Detroit, arkasında 4 kız çocuk bırakır.

Bunlardan biri, Leyla hanım, bu Leyla hanımın da bir kızı olur, Celile hanım. İlk Türk ressamlardan olan bu Celile hanımın da bir oğlu olur ve o küçük bebek büyüyüp Türk edebiyat tarihine adını Nazım Hikmet olarak yazdırır.


Nazım Hikmet'i herkes konuşuyor, ancak Nazım'a nasıl gelinir, işte böyle.
nalbantyani bezirgan
Üstad, Mayakovski ile tanışmasını büyük insanlık kendi sesinden şiirler kitabında bulunan ve Paris'te yapılmış olan bir röportajda şöyle anlatıyor:

Onunla ilk Moskova'da tanıştım. Sene 1922'ydi. 1922'nin son günleri. Bir kız arkadaşım vardı, genç bir rus kızı. Beni oturduğu yere davet etti. bir otelde kalıyordu. odasına girdim. küçücük bir odaydı ve içerisi öyle dumanlıydı ki insan önünü zor görebiliyordu. içerideki herkes bağırıyordu. ama bir bas ses bütün bu haykırışların üstüne çıkıyordu, bir çan sesi gibi hepsini bastırıyordu. o çan sesini işitmekle kalmadım, çan kulesini de gördüm, deyim yerindeyse. dev gibi bir çan kulesi.

sonra bizi tanıştırdılar. onun Mayakovski olduğunu söylediler. tabii onu ismen tanıyordum. o sırada rusça okuyamıyordum, ama adını biliyordum. daha o zamadan sovyetler birliği'nde çok tanınmış bir şairdi, ama sanırım tüm dünyada da, en azından edebi çevrelerde tanınıyordu. bizi tanıştırdıklarında 19 yaşımdaydım o sırada, beni genç bir türk şairi diye takdim ettiler. bana karşı o kadar sade bir içtenlik içinde davrandı ki, hemen gönlümü fethetti. sonra şiirlerinden birini söylemesini rica ettim. çünkü bizim devrimizde şiirler daha çok şarkı gibi okunurdu, büyük şairimiz Yahya Kemal'in stili böyleydi, her dize nostaljik ve oryantal bir şarkı gibi uzatılarak söylenirdi, çok neşeli şiirler bile biz söylediğimizde çok hüzünlü bir hal alırlardı.

Mayakovski şiirlerinden birini söylemeye başlayınca ki hiçbir şey anlamıyordum, kafama darbeler iniyor gibi oldu, enerji doluydu, çok dinamikti. o zaman birdenbire anladım ki o, bir merdiven çıkar gibi yazan bir şairdi; rusça bilmediğim için arkadaşlarımdan birine çevirmesini rica ettim. ama herhalde o da yeterince rusça bilmiyordu, bunun çevrilemez bir şey olduğunu söyledi. ama ben onun böyle yazdığını anlamıştım yine de, siz böyle mi yazıyorsunuz diye sordum, gülerek evet dedi.
nalbantyani bezirgan
bütün kapıları kapar üstüme
bütün perdeleri inik
ne bir mendil mavilik
ne bir avuç yıldız.
bizi burda mı bastıracak ölüm
biz bu şehirden gülüm
çıkamayacak mıyız?
3 Ağustos 1959, Laypzig
masal
Her zaman güzelliklerle anılması gereken. Doğduğu gün güzel öldüğü gün güzel. Okuyun. Okumakla kalmayın okutun, çocuklarınıza, yeğenlerinize, öğrencilerinize. Herkes bilsin. Çünkü;

" bu dünyadan nazım geçti "
quares
Bir yanında gogol diğer yanında anton çehov'un mezarı var. Rusya'da nazım hikmet'e verilen önemi buradan anlayabiliriz.

Edit: eski veren necip fazıl'a üstat diyordur.
kombiwankenobi
15 ocak tarihinde iyi ki doğmuş sevgili şair.

ve ayrıca aşklarına asla inanmadığım şair zira bir insan bu kadar çok aşık olabilir mi düşünmedim değil.

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte...
cedric
"bir gün çok bunalırsan
denizin dibinde
yosunlara takılmış gibi
soluksuz
sakın unutma gökyüzüne bakmayı
gökyüzü senindir
gökyüzü herkesindir"
turuncu gemi
serbest şiirleri kadar çok güzel rubaileri de olan şairimizdir.


sarılıp yatmak mümkün değil bende senden kalan hayâle.
halbuki sen orda, şehrimde gerçekten varsın etinle kemiğinle
ve balından mahrum edildiğim kırmızı ağzın, kocaman gözlerin gerçekten var
ve âsi bir su gibi teslim oluşun ve beyazlığın ki dokunamıyorum bile...

«— şarapla doldur tasını, tasın toprakla dolmadan,» — dedi hayyam.
baktı ona gül bahçesinin yanından geçen uzun burunlu, yırtık pabuçlu adam :
«— ben, bu nimetleri yıldızlarından çok olan dünyada açım,» — dedi,
«şaraba değil, ekmek almaya bile yetmiyor param...»


ölümü, ömrün kısalığını tatlı bir kederle düşünerek
şarap içmek lâle bahçesinde, ayın altında...
bu tatlı keder doğduk doğalı nasibolmadı bize :
bir kenar mahallede, simsiyah bir evde, zemin katında...

ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan :
yâkut şarabı billûr kadehe doldur, seher vaktidir ey delikanlı uyan...
perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı,
gecikmeyi affetmeyen fabrikanın canavar düdüğüydü uğuldayan...

ben, bir insan,
ben, türk şairi komünist nâzım hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibâret ben...

insan
ya hayrandır sana, ya düşman.
ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan...


çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü
sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın.
ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın
bahtiyarlığına benzer seni sevmek...
0 /