confessions

samurai

1. nesil Yazar - Harika

  1. toplam entry 63
  2. takipçi 4
  3. puan 5965

oğuz atay

samurai
türkiye'nin en karamsar yazarı olabilme ihtimali yüksektir. yazar üzer ve yazar ağlatır ve yazar çok az güldürür ve yazar çok öğretir. odamda tam gözümü açıp baktığım ilk yerde karşımda durur her sabah. 100 yıllık dost gibidir oğuz atay. bir kere sevdiniz mi ve onun derdini bir kere anladınız mı artık o dert sizin derdiniz olmaya başlar.

oğuz atay öyle hadi bir kitap okuyayım denilip okunacak bir yazar değildir. özenle ve sabırla ve idrak ede ede ve üzüle üzüle ve hayattan küse küse okunmalıdır bence. bir yanınız insanlardan koparken bir yanınız da hayata tutunamamanın ne demek olduğunu size anlatıyor olur.

son söz karakterin iç dünyası diyorsak oğuz atay diyorum.

zengin sözlük yazarlarının denemeleri

samurai
birkaç şarkının sessizliğinden sonra ayağa kalkıp aynaya bakmaya cesaret ediyorum, iki yakamı birleştiren bir boğaz köprüsü. üzerinde binlerce insan aynı yöne koşuyor. elim boğazımda, ben boğazımı sıktıkça insanlar hızlanıyor, hızlanıyor düşünceler. güneş utancından gözlerini yumuyor, ay kahkahalarla yüzüme gülüyor. ardımda kalan hiçbir şey yokken, aklımda kalmış bir şarkı sözüyle yağmur damlalarına ayak uydurmaya çalışıyorum ama nafile. durmuyor zaman, tam karar verecekken nefesimin şiddetiyle bir başka düşün kapısı aralanıyor, elimde bir fırçayla odalara renk katmak için sorgusuz sualsiz atıyorum adımlarımı. farkında değilim karanlığın, söylesene karanlığın içinde hangi rengi görebilir ki insan? ayrılığın, ölümün, yalnızlığın rengi nedir? sevginin, aşkın, içten bir gülüşün rengi.. hayat mı çok karanlık yoksa biz mi, neden seçemiyoruz renkleri?

beyaz bir güvercin kanadının dövdüğü havayı çekiyorum içime, elimde gökyüzünü griye boyamaya hazır bir sigara. bir ona yöneliyorum bir ötekine. bugünlerde şarkılar kadar yalnızım, beni çok uzaklarda dinliyorlar haberim yok hiçbirinden.

albert einstein

samurai
"...ya einstein'ın başına gelen?
vasiyetini titizlikle yazarak, öldükten sonra kendisini yakmalarını istemiş.
bu isteğini yerine getirmişler, ne var ki ona yürekten bağlı, özverili çömezi,
ustasının bakışlarını üstünde duyumsamadan yaşamaya katlanamayacağını düşünmüş. yakılmadan önce, cesedin gözlerini çıkararak alkol dolu bir şişenin içine koymuş, böylelikle, kendisi de ölünceye kadar ustasının ona bakmasını sağlamış."

ağaçkakan

samurai
farklı tespitleriyle okuyanı şaşırtabilecek bir kitap.
tom robbins'in dünyaya birçok insandan farklı baktığının da bir kanıtı.
bir camel paketinde dünyanın sırları çözülür mü?

kitabın girişinde "bu daktilo da beceremezse, siktir et, bu iş olmaz." diyen bir yazar öyle bir dünya kurmuş ki insanın yaşadığı dünyadan soyutlanması işten bile değil.

dışarıdan bakınca bir anarşist aşk romanı gibi gözükse de özünde birçok şey sorgulanır, mesela neler;
- pozitivist kişinin dünyasında, çırpılıp yağda pişirilmiş yumurtanın etkileyici yanı, ne tarafa çevrilirse çevrilsin sarı rengin baki kalmasıdır. varoluşçunun dünyasında çırpılıp tavada pişirilmiş yumurtanın ümitsiz yanı, ne tarafa çevrilirse çevrilsin çırpılmış olmasıdır. kanun kaçağının dünyasında kahvaltıda biralı buğday gevreği yenirdi ve kim takardı yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkmış meselesini...
- yakışıklı prens bir kara kurbağasıydı. leigh-cheri'nin yatağının ayak ucunda, doğal yaşam şartlarına uygun yapay bir ortamda yaşıyordu. evet -meraklı turşular- prenses kurbağayı öpmüştü. bir kez. hafifçe. evet, kendini hıyar gibi hissetmişti. ancak insan prenses olunca biz sıradan insanların pek anlayamadığı şeyleri çeker canı. ayrıca kurbağayı edinirken içinde bulunduğu koşullar onu batıl inançlı davranmaya itmişti. hem bir kurbağanın başına miniminnacık hızlı bir öpücük kondurmak, arzulanan bir kimsenin resmini öpmekten daha mı salakçadır? hem kim şu veya bu vakit bir fotoğrafı öpmemiştir?

- 'şairler rüyalarımızı bizim için hatırlar.'
'sen şair misin?'
'ben kanun kaçağıyım.'
'kanun kaçakları toplumun önemli üyeleri mi?'
'kanun kaçakları toplumun üyesi değildir. fakat toplum için önemli olabilirler. şairler rüyalarımızı hatırlar, kanun kaçakları onları oynar.

- hayır bu zamanda kanun kaçağı olmak da kolay değil. artık ahlaki uzlaşım falan da kalmadı. neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda genel bir fikir birliğinin bulunduğu günlerde kanun kaçağı, ister özgürlük, ister güzellik, ister eğlence uğruna olsun, yapılması gereken o yanlış işleri yapardı o kadar. aradaki ayrımlar bulanıklaştı şimdi.

gibi çok alıntı yapılabilir, orijinal karakterleriyle akılda kalacak bir roman.

pawn sacrifice

samurai
bobby fischer'ın hayatını anlatan satranç oyunu ağırlıklı film çünkü filmin bir kısmını psikolojik hastalıklar, siyaset gibi şeyler de dolduruyor.

satranç sevenlerin -hatta yolunu kaybedenlerin desek daha güzel olur- izlemesi gereken filmlerden birisi. belli bir aile düzeni olmayan fischer'ın en dipten zirveye çıkışını ve bu yolda kaybettiklerini anlatan, anlatabilen bir film olmuş. filmin müzikleri, oyunculuklar gayet güzeldi. en vurucu yeri ise filmin sonunda bizzat fischer'ın yaptığı açıklamalardı. bir an ben de kendimi hasta sandım, belki de hastayımdır.

psikoloji, aksiyon ve gerilim fakat alışılmışın biraz dışında kan ve paraya odaklı değil de başarıya odaklı. izleyin, izlettirin.

black desert online

samurai
2014 yılında korede piyasaya sürülmüş bir mmorpg oyunudur. oyunu oynayıp deneyimlemedim fakat çok fazla videosunu izledim. neden oynayamadığımı da söyleyeyim oyun 50 gb ve türkiye'de yaşıyorum sanırım yeterli olmuştur açıklamam.

oyun kasım ayında kapalı beta ile türkiye'ye giriş yapacak en ucuz paketi 49 tl ve 200 tl ye kadar birkaç oyun paketi mevcut ve aylık ödeme sistemi yok yani oyuna sadece bir kez para veriyorsunuz.

oyun fazlasıyla realizm kokuyor. mesela herhangi bir yere ışınlanma falan yok veya wow'daki gibi uçmak gibi bir eylem mevcut değil. gideceğiniz yere atınızla gidiyorsunuz tıpkı eski dönemlerde olduğu gibi. sonrasında gemi veya kayık gibi şeyler inşa ediyorsunuz ve bunları inşa etmek de öyle bir iki saat değil bir iki ayınızı alıyor.

son olarak oyunu oynamayı düşünen arkadaşlar varsa beraber oynayabiliriz ben de yeni başlayacağım.

yokuş

samurai
dik ve çıkılması sancı veren yoldur. ayrıca sokak ağzında "işi yokuşa sürmek" tabiri vardır. bir işi uzatmak veya yapmamak için bahaneler uydurmak anlamına gelir.

i origins

samurai
reenkarnasyon, din, bilim, ruhlar ve çok çeşitli konulara değinilmiş ve yer yer psikolojiye de girilmiş bir film i origins. göz irislerinin beyinle bir alakası varmış meğerse filmi izleyince anladım.

karakterlere bakacak olursak filmin baş rolünde oynayan "ian" bir ateist bilim adamını canlandırmaktadır ve genelde filmde tanrının ian'a verdiği cevapları izliyor gibiyiz de diyebiliriz kendimize. gerçekten farklı bir konusu var ve bilimsel bir film olmuş. oyunculuklar gayet güzel, vurucu birkaç sahnesi mevcut. izlenilmesi gereken bir film. kesinlikle mi izlenilmesi gerekir diye soruyorsanız, 2013 - 2015 yılları arasında ki filmlere bakacak olursak ve dolu bir film izlemek istiyorsanız evet kesinlikle izlenilmesi gerekir.

teog sisteminin kaldırılması

samurai
denk geldiğim güzel bir soruyu sizlere yöneltiyorum.
Ayşe 2000 yılında ilkokula başlarken Türkiye'de 8. sınıflar liseye geçişte LGS'ye , 12. sınıflar ise üniversiteye girebilmek için ÖSS'ye giriyordu. Ayşe 8. ve 12. sınıfa geldiğinde hangi sınavlara girecek?

A)LGS- ÖSS B)OKS-YGS C)SBS-LYS D)Hiçbiri

bir kitap okudum hayatım değişti

samurai
"kitap okumakla mı yoksa okuduklarını anladıktan sonra onları hayatına entegre ettikten sonra mı kişinin hayatı değişir?" bu tartışmaya açık bir soru gibi durmuyor ama isteyenler yine de tartışabilir.

şöyle bir durum daha var, kişide belli bir birikim söz konusu değilse -burada bahsi geçen birikim, hayattan edinilen acı, tatlı tecrübelerdir- okuduğu şeyleri anlayıp bunları hayata geçirme konusunda birkaç adım geriden gelir.

knut hamsun'ın açlık kitabını ele alacak olursak, hayatında hiç mecburi olarak aç kalmamış birisiyle, romandaki kahramana benzer bir hayat yaşayan birinin anlatılanlardan çıkarımı farklı olur.
konuyu biraz daha açarsak, kişi yaşadıklarıyla önce kapıyı açıp bir şehre girer ve daha sonrasında o şehrin sokaklarında gezerek -okuyarak- o şehri tanır. böylece duygular, insanlık dediğimiz bizi biz yapan şeyler benliğimize kök salar.

acımak - reşat nuri güntekin ise bir insanın kişiliği hakkında kesin kararlar vermek konusunda doyurucu bir eser.

açlık - knut hamsun'ın eseri; öncelikle açlığın insana neler yaptırabileceği ve sonrasında gururun insanı terk edip, etmeyeceği veya kişinin gururu terk edip etmeyeceği kulağınızın dibinde bağıra bağıra anlatılıyor.

bizim büyük çaresizliğimiz - barış bıçakçı ve tutunamayanlar - oğuz atay arkadaşlık ve insan ilişkileri açısından ufkunuzu genişletebilir.

kitab-ı zuhur - bülent yıldız. bu kitap kurgu açısından biraz sıkıntılı olsa da içinde hayata bakış açınızı değiştirecek birçok pencere mevcut.

hayatın gerçekleri

samurai
genelde inanılması güç olan gerçeklerdir. hani şöyle "hayatın acı gerçekleri" diye bir tabir vardır ya işte tam da o'dur aslında. hiç beklemediğin bir anda beklemediğin bir köşeden yersin o tokadı. öyle ki her gerçeği bilmek iyi değil, bazen bırakmak gerekiyor bazı şeyleri. hayat size bu takım gerçeklerle geliyor ise sırtınızı dönüp kaçın derim ya da çok ama çok güçlüyseniz savaşın derim sonucu bellidir zaten.

çam kolonyası

samurai
bir arkadaş zekai özger şiiridir. bestelenip onur akın tarafından seslendirilmiştir. şiir şöyledir ki;

Göğü kucaklayıp getirdim sana
kokla
açılırsın

solmuşsun
benzin sararmış
yorgun bir işçinin yüzüne benziyor yüzün
öyle bükük bakma bana

çam kolonyası getirdim sana
kentli dağlıların haklı sevdasını
bolu ormanlarından çarpan bir koku
sanki köroğlunun ter kokusu
aman kokusu, billah kokusu
canlarım, canım benim
üzme kendini bu kadar
sana umudu öğretmeyenlerin suçu mu var
bak yeryüzü ne kadar geniş
ne kadar dar

Dur
akıtma gönlüm yaşını
gözünden öpecek bir yer bırak
oy bana en yakın
bana en uzak
sevgili yar
Hasretine vur beni
Giyecek çamaşır getirdim sana
adettir diye değil, sevdim diyedir
bağışla, eski biraz
bedenim uygundur diye bedenine
elimle yıkadım, ütüledim
elma ağacında kuruttum

Günler sarmal bir yay gibi
bunu unutma
Bahar annemizin yemenisindeki solgun çiçektir
bunu unutma
Seni ben her yerinden öperim
bunu unutma

kadere inansaydım
sana inanırdım
Düşürmem sigaramın ucundaki külü ben
öyle kırık bakma bana
Caddeler nasıl da genişliyor
sana bunu söyleyecektim
Bileyli bir makas vardı yanımda
sana bunu söyleyecektim
Hadi kes büyüyen tırnaklarındaki kiri
sana bunu...
Oyy nasıl söyleyebilirim
deliren sevdamızın kısrak huyunu

Elimi tut
tuttururlar, o kadarına izin verirler
kahreden bir ayrılığın çılgınlığı değil bu
Bir isyanın kelepçeleşmiş resmidir parmaklarımız

sen içerde
Ben dışarda...
Oyyy mahpusluk mahpusluk...

bryant johnson

samurai
2048 yılından geldiğini iddia eden sarhoş. kendisini uzaylıların sarhoş ettiğini de iddia etmektedir. şimdi aklıma kenan komutan geldi hani şu istanbulu fetheden ne fark var aralarında? bir de adam yanlışlıkla 2017 yılına gelmiş acaba nasıl bir yanlışlık oldu, demek uzaylı diye bir şey var ve uzaylılar alkolü biliyor!

the white ribbon

samurai
biraz olsun eskilere gitmek isterseniz buyurun derim, herkesin kendisinden bir parça bulabileceği bir film olmuş. filmin süresi ise tartışılır bana biraz uzun geldi fakat yine de izlettiriyor kendini. oyuncular size duyguları gayet iyi bir şekilde aktarıyor fakat senaryo da bazı kopukluklar var ve filmin sonuna yaklaştıkça bazı sahneler yarım yamalak kalmış daha iyi olabilirdi fakat yine de izlenir. ve film siyah beyazdır, beni çeken nokta bir yandan da bu oldu.

oh boy

samurai
hayatımda izlediğim en sade film. filmin bambaşka bir ruhu var,yönetmen olaydan olaya koşmak yerine sakin bir olay örgüsü tasarlamış ve var olan olayların sonunda seyirciye düşünme payı bırakmış. barda geçen sahne beni benden almıştır şöyledir ki


+şerefe arkadaşım.
-şerefe. buralı değilsin değil mi?
+ neden soruyorsun? elbette buralıyım, evlat!sadece biraz uzaktan.60 yıl. sen daha o zamanlar portakal kabuğunda vitamindin, tamam mı?
- 60 yıldır neredeydin?
+ uzakta, ve artık geri döndüm.
-anlıyorum.
+anlamıyorsun. hiçbir şey anlamıyorsun. buradaki her şey çok farklı görünüyor, arkadaşım.orada bir okul vardı.üstüm başım kir içindeydi.sınıfın önünde esas duruşta bekleyip hitler'e "yaşasın hitler" diye selam vermek zorunda olduğumuzdan altımıza ederdik.o yaşlarda durumu gerçekten idrak edemezsin.
-ne yaparsın o halde?
+herkesin yaptığını. burada olmak her zaman güzeldi, tamam mı?yoksa sen farklı bir görüşte misin? öyle mi? farklı bir görüşte misin?
-belki de bugünün perspektifinden...
+evet. bugünün perspektifinden "bugünün perspektifi" o zamanlar anlamsızdı, arkadaşım.bugünün perspektifinden 60 yıl uzaktaydım.cidden hatırlayamıyorum. şu otopark bir zamanlar oyun alanıydı.bütün öğleden sonraları arkadaşlarla orada takılırdık.en küçük ben olduğumdan hedef ben olurdum. böylece geçip gitti.buranın ön tarafında babam bana bisiklet sürmeyi öğretmişti.
kaç kere yere kapaklandım cidden bilmiyorum.ama denemekten asla vazgeçmedi. hep devam ettik.bir gün birden bire tek başıma bisikleti uzun süre sürebildim. güzeldi, belki bisiklet benim
için biraz fazla büyüktü. bisikleti öyle gururlu sürerdim ki insanlar buna gülerdi."sana gülmelerine izin verme" babam hep böyle derdi.ama hiçbir zaman bana güldükleri hissine kapılmadım.mutlu olduklarını düşünüyordum.
-sonra birden gittiler mi?
+bir keresinde babam beni gece vakti uyandırıp şöyle dedi:"benimle caddeye gel evlat.sana bir şey göstermek istiyorum."sonra beraber sokağa çıktık.avucuma birkaç tane taş koyup şöyle dedi:"elinde neler var bak bakalım."sonra bir tane taşı alıp şu camı kırdı.evet. tam oturduğumuz yerdeki camları.insanlar sokağa çıktı.zifiri karanlıktı.bugünkü gibi aydınlık değildi, çünkü artık insanlar karanlığa dayanamıyor.zifiri karanlık.bütün millet taşlarla camları kırıyordu.babam buradaki pencere camlarını paramparça etti. bense sokakta ayakta dikiliyordum.
her yer kırık cam parçalarıyla doluydu ve yanıyordu, sokak ateş yüzünden çok aydınlıktı.ağlamaya başladığım anı net bir şekilde hatırlıyorum.şimdi neden diye sor bakalım?
-neden?
+çünkü o kırık cam parçaları üzerinde artık bisiklet süremeyeceğim diye düşündüm.

zippo çakmak

samurai
bu çakmağı aldım hatta almakla kalmayıp şekil şukul hareketler yapmayı da öğrendim fakat fakirlikten ve üşengeçlikten gazını alamıyorum. click - clack sesi sigara içmeyen insana bile ateş yaktırır. çakmak şu anda kutusunda drakula misali yatıyor.

Edit: çakmağın gazı yakmasanız bile uçuyor gidiyor o yönü kötü ve sürekli yok çakmak taşıydı yok gazıydı derken masraf çıkarıyor. ben çalışırken paramın olduğu dönemde almıştım şimdi işsiz olduğum için fuzuli masraf gözüyle bakıyorum.

son olarak içilen sigaranın tadı cidden farklı oluyor.

varoluşçuluk

samurai
Varoluşçuluk nedir?

şimdiye değin çeşitli karşılıklar verilmiş bir sorudur bu. sözgelişi, weil'e göre varoluşçuluk bir bunalım, mounier'ye göre umutsuzluk, hamelin'e göre bunaltı, banfi'ye göre kötümserlik, wahl'a göre başkaldırış, marcel'e göre özgürlük, lukacs'a göre idealizm (düşüncülük), benda'ya göre usdışıcılık (irrationalisme),foulquie'ye göre saçmalık felsefesidir. bu değişik karşılıklar varoluşçuluğu gereğince tanıtıyor mu bize? eski deyişle, «agyârım mâni, efrâdmı câmi» bir tanıma (tarife) varıyor mu? sanmıyorum.çünkü onlar, tanımlamaktan çok, varoluşçuluğun belli bir yanına parmak basıyorlar. belli bir özelliğini yada belirtisini ortaya koyuyorlar. üstelik abartarak, büyüterek...acaba varoluşçuluğun bütün temel özelliklerini ku­caklayan bir tanımı yapılamaz mı? jean-paui sartre'a sorarsanız, bundan kolay bir şey yoktur: «varoluşçuluğu okurlara tanımlamak mı? çok kolay bir iştir bu! felsefe terimleriyle söylersek, her nesnenin bir özü, bir de varlığı vardır. öz, sürekli nitelikler topluluğu demektir. varlık (ya da varoluş) ise dünyada etkin olarak bulunuş demektir. çoğu kimseler özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanırlar. örneğin, bezelyeler bir bezelye düşüncesine göre yerden biter, yuvarlaklaşırlar. hıyarlar, ancak hıyarlık özüne uyarak hıyar olurlar: bu düşünüş köklerim dinden alır. bir ev kurmak isteyen kimsenin, ne biçim bir nesne yaratmak istediğini iyice bilmesi gerekir: burada öz, varoluştan önce gelir. insanları tanrının yarattığına inanan kimseler ise şöyle düşünürler:tanrı, insanları kendindeki insan düşüncesine, göre var eder. öte yandan, inançsız kimseler de şu geleneksel görüşe bağlanırlar: nesne, ancak özüne uyduğu zaman var olur. nitekim xviii. yüzyıl hep şuna inandı: bütün insanlara özgü (has) ortak bir öz vardır; bu değişmez özün adı insan doğası'dır.

varoluşçuluk ise tam tersini öne sürer bunun: insanda —ama yalnız insanda— varoluş özden önce gelir. bu demektir ki, insan önce vardır; sonra şöyle yada böyle olur. çünkü bu, özünü kendi yaratır. nasıl mı? şöyle: dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır...görüldüğü gibi, gerçekte, sartre da tanımını yapmıyor varoluşçuluğun. onun birkaç ana özelliğini açıklamakla kalıyor. tümel bir tanıma ulaşmıyor. ulaşsaydı, «varoluş özden önce gelir» ilkesi apayrı yorumlara uğramazdı. jaspers, heidegger ve sartre gibi önde gelen varoluşçular ana konularda anlaşmazlığa düşmezlerdi. o kadar ki, varoluşçuların çoğu bu adı dahi benimsememiştir. örneğin, heidegger derslerinden birinde ona karşı konuşmuştur. jaspers, varoluşçuluğun varoluş felsefesini öldürdüğünü öne sürmüştür.

bazı düşünürler —örneğin tillich— bu çıkışın köklerini makinecilikte buluyorlar. makinenin üretimde kullanılması birtakım ters sonuçlar doğuruyor: bir yandan, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor. neredeyse, dönen çarkın bir vidası haline geliyor, nesneleşiyor. öbür yandan —sosyalistlerin
de söylediğine göre— makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. iki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda —hiçlikle karşı karşıya— yaşamak zorunda bırakıyor. bu aykırı durum, bireyin yavaş yavaş kişiliğinden olmasına, toplumda yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına, bunalmasına yol açıyor. giderek insanoğlu, sartre'm deyişiyle, «nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık» haline giriyor. «geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.» «tarih denen arabaya hayvanca koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen» bir varlık...

pisagor

samurai
psikopat matematikçi ve örgüt lideri. evet yanlış okumuyorsunuz adam ciddi manada psikopat. ileri sürdüğü tezleri yok sayanlara falan işkence yapıyorlarmış pisagor örgütü. öğrencileri de körü körüne bağlıdırlar galiba pisagora hepsi birer canlı bomba. tabii ne derece katılar orasını bilemiyorum ama okuduklarımdan yola çıkarsak adamlar psikopat. yararları da var zararları da biz bardağın dolu tarafını görelim. bu pisagor amca akustik denen şeyi de bir demircinin çalıştığı sırada keşfetmiş sonrasında bildiğimiz üçgen teorileri var ve pisagor akımı ve örgüt üyeleri var. düşünsenize adamın öğrencisisiniz ve yemeğe davetlisiniz üçgen peynir üçgen kesilmiş karpuzlar sonrasında kare gömlekler tabii bu kare gömlekler muhalefet taraf. yemek sonunda kılıçlar çekiliyor falan aman yarabbim ne boktan bir iç dünyam varmış. gidiyorum gerekli bilgileri aktaradım.

500t

samurai
bir otobüs ne kadar durağa uğrayabilir ki sorusunun 15.000 durak olarak cevap bulmuş halidir. ne kadar abartsam da binildiğinde pişman eden halk otobüsüdür. sevdiklerinizle bir nebze de olsa katlanabilirsiniz ama evde tek başınıza asla denemeyin.

bab'aziz

samurai
islam'ın batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalışan, masal tadında bir film.

filmin açılışında "dünyadaki insan sayısı kadar tanrıya doğru giden yol vardır." diye bir sözle başlıyor ve daha ilk dakikasında sizi sadece kendinizi düşünmeye itiyor.

filmde farklı yerlerden insanların bir derviş toplantısına gelmek için uzun yollar katettiği ve en önemlisi bu toplantıya herkesin içinde allah sevgisi olarak gelmediği anlatılıyor; kimi sevgilisini bulmak için, kimisi abisinin katilini bulmak için bu toplantıya geliyor. gidilen bu yer çöller arasında saklı olan bir yer yani herkesin kolay kolay bulabileceği bir yol değil, bunu da filmde yeteri kadar vurgulamışlar. burada benim anladığım şeylerden birisi, bir şeye inandığın müddetçe onu yapamaman çok zor, yeter ki inan diyor sana. bir diğeri ise kişinin içinde %100 allah sevgisi yoktur, birçok farklı dünyevi sebeplerden dolayı o'na yöneliriz gibisinden bir şey.


filmin en can alıcı repliği ise, filmin bir hikayesinde yer alan prensin kardeşi olan hassan ile filmin başkarakteri bab'aziz arasında geçen konuşmadır.

bab'aziz: gel hasan, ölümüme şahit olacaksın, sonra da kumla mezarımı örteceksin.
hasan: neden ben? ben her zaman korkmuşumdur ölümden.
bab'aziz: ölümden neden korkuyorsun? ölüm korkunç değildir. ölüm bir son olabilir mi hiç? başlangıcı ölüm olmayan bir hayatın, sonu ölüm olur mu hiç? anasının rahmindeki bir çocuğu düşün. ona deseler ki, "dışarıda mavi bir gökyüzü, dağlar tepeler, sımsıcak bir güneş, ovalar, ağaçlar, yüce denizler, başka başka insanlra, şehirler var, senin içinde olduğun bir karanlıktır", doğmamış çocuk bunlara inanır mı? inanmaz tabii ki, kendi karanlığında kalmak ister. aynı bunu gibi bilmeyen, inanmayan insan korkar ölümden. benim düğün günümde üzülme.

özellikle şu söz "ölüm bir son olabilir mi hiç? başlangıcı ölüm olmayan bir hayatın, sonu ölüm olur mu hiç?"


dut ağacı

samurai
Barcelona Gipsy Klezmer Orchestrası ve nihan devecioğlu ortak çalışması olan güzelim şarkı. bu şarkıyı da birçok sanatçı seslendirmiştir fakat bence içlerinden en güzeli bu ve grup alzaymır'ın seslendirdikleridir.

kafa karışıklığı

samurai
işi abartacak olursak yaşamakla ölmek arasındaki o boşlukta savrulmaktır. beyninde bir halk vardır artık ve milyon tane siyasi görüş. her sokaktan bir grup çıkar meydana ortalık ana baba günüdür sende öylece bakıyorsundur olanlara.
+ bu mudur hocam?
- evet, özetleyecek olursak bence budur!

mutluluk

samurai
kişiye, zamana, mekana ve daha birçok etkene göre değişiklik gösterebilecek bir duygu halidir. en saçması ve tehlikelisi kişiye göre değişkenlik gösterenidir. düşünün; ben x olayı gerçekleşti diye mutlu olabiliyorum ama bir başkası olamıyor, bu ne büyük bir yoksulluktur! mutlu olamamak, deneyip ve isteyip de mutlu olamamak. sanırım delilik ya da ölümün habercisi birkaç ipucu.

yok yere gülümseyebiliyorsanız yarına birlikte koşulası insanlardan birisiniz demektir. çok fazla detaya girip işi duygusallığa vurmaktansa kısa yazıp okuyanı düşüncelere itmek daha etkili olur galiba herkes için.

insan her zaman mutlu mu olmalıdır bence hayır hatta çok fazla mutlu olmamalıdır insan. mutluluk aynı zamanda rahatlık da demektir bir bakıma veya yanında rahatlığı da getirir bir süre sonra ve bahsi geçen canlı türü insan! şımaran, vefasız ve çıkarcı -hepsi olmasa bile çoğunluğu- olan bir insanlık. bazen durup çektiğimiz acılar aslında bize müstahak diyorum. o kadar çok sorgusuz sualsiz ve şükürsüz yaşıyoruz ki ve 2 kelime öğrenince dünyaları ben yarattım havalarına giriyoruz ki. aman tanrım nerelere geldik!
son söz: gülen bir insanın yüzünden o gülüşü almayın. (biliyorum etkileyici bir son söz olmadı ama şimdilik idare edin)
(not: kısa kesecektik)

zolf

samurai
mohsen namjoo'nun dillere destan, kim bu, bu nedir! dedirten şarkısı. sözlerini şöyle okuyabilirsiniz.

saçlarını rüzgarda savurma, beni berbad etme
naz edip varlığımı kökünden sökme
şehre şöhret olma, beni deli divane edip dağlara düşürme
şirin işvelerini gösterme de beni ferhat etme
ellerle mey içme, ciğerim delip meyden kızıl kanatma
yüzün benden çevirme, feryadımı göklere yükseltme
zülfün döküp beni mahvetme, lülelerine beni mahkum etme
çehreni o kadar güzelleştirme de beni berbad etme
güller açsın yanağında, vazgeçeyim gülden
boyunu göster de geçeyim servinin seyrinden
dostken el olup beni kendimden geçirme
ağyarın gamıyla gamlanıp beni kederlendirme
zülfün döküp beni mahvetme, lülelerine beni mahkum etme
çehreni o kadar güzelleştirme de beni berbad etme

saçlarını rüzgarda savurma, beni berbad etme
naz edip varlığımı kökünden sökme

fuhsabad koftecisi

samurai
yıl olmuş 2018 hala ineğin sütü rererösü yapan köfteciler mevcut. yok kedinin sırtını sıvaşlamışlar da neden hamamböceği tü kakaymış. eh be tamam sen cahilsin de internete porno yazıp aratacağına kıskançlıktan öldüğün insanlara laf atayım dediğin şeyleri araştır da destekli salla bari.
insanların canı cehenneme yaşasın hayvanlar diyen biri olarak demem o ki benim kediye köpeğe yararım dokundu (çünkü diğerlerini hayvan sınıfında değerlendirmiyorum (iq sınırına takıldığın için burada sarcasm var köfteci kıps)) da senin insanlığa ne yararın oldu?
ben seni pek ciddiye alıp da destan yazamadım kusura bakma.
sen de klavyenin başında akan salyalarını o masturbasyon peçetene sil de klavyen bozulmasın.

not: gerçek hayatta tanışmak istersen mesaj kutumu renklendir. sana pul koleksiyonumu gösteririm köfteci.

there will be blood

samurai
film iki konu etrafında dönüyor. bunlardan ilki petrol (para) diğeri ise dindir. petrol için savaşan insan bütün maneviyatını, aslında onun olmayan çocuğunu ve ailesini kaybeder fakat sonunda savaştığı şey elinde kalır yani filmde anlatılan bu, din için savaşan sona doğru yaklaşırken her şey mükemmeldir fakat sonlara doğru bir ekonomik rüzgar eser ve sarsılır, para için yollara düşer ve uğruna savaştığı dinini de kaybeder - elde var sıfır - hayata gözlerini yumar.

filmden ne anladık diye kendimize soracak olursak: insan hayattaki amaçlarına sıkı sıkıya sarılmamalı aksi halde hırsına yenilip körleşebilir ve geri dönmek için vakit çok geç olur.
ayrıca filmde daniel her uyandırıldığında ölümle karşılaşıyoruz, buna anlam veremedim. rastlantı mı yoksa anlatılmak istenen bir şeyler mi var anlayamadım.

oyunculukları unutmak olmaz, ayinler ve final sahnesi oldukça etkileyiciydi.

under the skin

samurai
Dünyanın dışından gelen bir varlık(Isserley)-uzaylı diyebiliriz- filmin başrolündeki boşluğu dolduruyor gibi gözükse de aslında yönetmen birçok yeri izleyicilerinin doldurmasını istiyor gibi bir hava esiyor filmde. Sabah, öğle ve akşam erkek avına çıkan Isserley kimi yalnız, kimi çirkin, kimisi ise eğlence düşünü erkeklerin kadınlara karşı beslediği acımasız ve karanlık duyguları sanki önceden seziyormuş gibi bu duyguları besleyen insanları teker teker tuzağına mı çekiyor desek yoksa o duyguları besleyen insanların hakkettiği sonu onlara yaşatıyormuş mu desek bilemedim. Bir nevi tanrının eli görevini üstleniyor. Burada ceza olarak bahsettiğim şey zift, katran gibi siyah bir alan ve erkekler kadına ulaşmak için git gide bu karanlıkta kayboluyorlar. Karanlıktan kasıt büyük bir boşluk olsa gerek çünkü karanlığın içinde bir süre canlı bir şekilde yaşamaya devam ediyorlar eğer ki o yaşamaksa. Filmin belli bir kısmı bu şekilde ava çık, avını bul ve cezasını kes üçgeni etrafında dönüp duruyor ta ki bir gece yüzünde belli başlı büyük yaralar bulunan genç bir adama rastlayana dek.

Hiç sevgilisi olmayan bir adam, hiç kadın tenine dokunmamış, biraz utangaç biraz naif ve fazlasıyla insanlardan sıkılmış bir adam bu adam. Ava çık, avını bul ve cezasını kes üçgeninden bu karakterimiz çırılçıplak kurtulmayı başarıyor veya gitmesine izin veriliyor ve kendini bir ıssız bir ormanlık alanın ortasında koşarken buluyor. Bunun sebebi ise adamın içinde cinsellikle alakalı güçlü duyguların bulunmaması veya ikinci bir ihtimal dış görünüşünden dolayı zaten acı çekiyor olması ve çektiği acıya o karanlığın içindeki boşlukta değil de bugüne kadar olduğu gibi dünyada devam etmesine karar kılınmış olabilir.


Filmin önemli bir yeri de başroldeki karakterimiz Isserley'in restoranda

bir pasta yemesi ve hemen tükürmesi. Dış görünüşü ne kadar güzel olsa da pastanın güzel olmadığı gibi bir anlam çıkarılıyor ve bu benzetmeyi filmde anlatılmak istenenlere yorabiliriz.


Bu geçen sürede başroldeki karakterimiz hiçbir erkek ile cinsel ilişkiye girmiyor, erkekleri peşinden koşturup onları karanlığa çekiyor ve en sonunda baş karakterimiz cinsel ilişkiye giriyor ve büyük bir şaşkınlık içinde kalıyor ve kaldığı yerden uzaklaşıp kafasını dinleyecek bir yere, bir ormana gidiyor. Ormanda barınacak bir yer bulup uyuyor ve kendisine tecavüz edilirken uyanıyor, hızla kaçmaya başlıyor ve sonunda yakalanıyor ve tekrar tecavüze uğruyor iken birden derisini üzerinden atıyor ve adam derisini üzerinden atmış kadını görünce haliyle korkuyor ve duraksıyor o an mantıklı düşünemiyor ve kaçmaya başlıyor. Tabii ki bu gidişin bir dönüşü olacak. Geri döndüğünde elinde bir benzin bidonu, baş karakterimiz olan isserley'i yakıyor ve her şeyin başlamasına vesile olan motorcu abimizin bakışları altında film sona eriyor.


Kadın neden yakıldı diye kendimize soracak olursak, dış görünüş olmazsa biz aslında bir hiçiz, dış görünüş olmazsa, olması gereken şey ölmemiz gibi bir mesaj veriliyor ve sona yakışır bir mesajla film son buluyor.


Filmimizin özeti bu şekilde, filmde anlatılmak istenenler aslında günümüzde veya belki de günümüzden çok daha eskilerde de var olan kadınlara karşı beslenen acımasız cinsel düşünceler ve dış görünüşün insan beyninde çok fazla yer kaplamasıdır.


Ayrıca filmin aynı isimle michel faber'a ait bir de kitabı mevcut. Ben bu kez değişiklik yapıp önce filmi izledim. Tercih sizlerin sevgili okuyucular. Kafa yorulacak bir film. Her ne kadar karışık gibi dursa da aslında çok sade olan ama kalıpların dışında bir çalışma olmuş under the skin. Umarım severek izler ve okursunuz.

mustang

samurai
olduramamış olan film.
neden olmamış,
birincisi film bir okul çıkışında değilde beş kızın anne babasının cenazesinde veya onları kaybetmenin acısını çekerken başlaması daha iyi olurdu öyle olmasa bile filmin bir yerinde bunun vurgulanması gerekirdi fakat en ufak bir yerinde bile bu vurgu maalesef yok, bu büyük bir eksiklik.

ikincisi filmde gerçekleşen son olay (istanbul'a kaçma) haricindeki olaylar bir anda gerçekleşiyor, filmin süresinin uzun olma korkusu mu yoksa yetersiz bilgiden mi kaynaklanıyor tam karar veremedim ama bilgi yetersizliğinden, yetersiz araştırmadan olsa gerek. çünkü üstünde durulan olaylar bu ülkede yaşanıyor fakat bu şekilde olmuyor maalesef, film gerçeklikten uzaktı.neler gerçeklikten uzaktı, kızların bahçeden elma çalması sırasından geçen muhabbet olsun, kız isteme mevzusu olsun, kızların sinirlenmesi, amcasının kızlara sinirlenip evi hapishaneye çevirmesi olsun hepsi yarım kalmış, gerçeklik vurgusu tam işlenmemiş şeylerdi.
bu kadar olumsuz şey varken film neden sevildi, izlenilmeyecek bir film mi?
film izlenilmeyecek kadar kalitesiz bir film değil, filmi izlenebilecek kılan şeylerden birisi filmin en küçük oyuncusudur diğeri ise ülkemizde hatta dünyada böyle bir yara var fakat üzerinde pek durulmuyor ee bak film yapmışlar sahip çıkalım bari duygusu olabilir.

tekrar izlenir mi veya birine önerilir mi, evet izlenir, önerilir ama üzerinde çalışılması gereken bir film daha iyisi olabilirdi.

canavarlar sofrası

samurai
korkusuz ve marjinal bir film.

tek mekanda geçen ve dört türk tiyatro oyuncusunun başrollerini paylaştığı distopik film. seyirci bunu izler mi, böyle bir film nasıl karşılanır bu gibi soruları ramin martin kendine sorunca ne cevap aldı çok merak ediyorum açıkçası ama özgüveni sağlammış, böyle bir filmi çekmek bence biraz cesaret işi.
eleştirilen o kadar çok şey var ki, tüketim çılgınlığı, insanların gösterişe olan aşırı düşkünlüğü, kişilerin aynı odada yaşamasına rağmen birbirine yabancılaşması, "bana bir şey olmasında kime ne olursa olsun, umrumda değil bana bir şey olmasın!" düşüncesinin vurgulanması kısacası günümüzde karşılaşıp da bazen sineye çektiğimiz olaylar ele alınmış.

filmi izlemeden önce hakkında yapılan yorumları okudum, geneli kötüydü, izleyenler salonu terk etmişler falan fakat ben hiç sıkılmadım hatta heyecanlandım bile izlerken.

filmin kötü yanları da var tabii, bunlardan birisi oyunculuklar çok kötü değil ama kötü. sanırım filmi ayakta tutan tek şey hikayesi ve görüntü kalitesi. bir ara filmde felsefeye geçiş yapılır gibi oldu ama geçemediler, iyi ki geçemediler yoksa iki tane felsefi kitap okuyan bir insanın muhabbetinden ileriye gidemezdi, giriş konuşması onu andırıyordu.

filme kafa yormayı seven insanların izlemesi gereken, üstünde düşünülecek konulara değinilmiş, özgün bir film. güzel mi değil mi ona siz karar verin fakat değindiği konular güzel, işlenişi? işte ona ben de karar veremedim.