adam aramice diyor ki; "ben tanrının kuzusuyum" ben tanrının büyük şefkat beslediği bir varlığım manasında "kuzuyu" sembolleştirmiştir. ama latinceye çevrilirken "ben tanrının oğluyum" şeklinde çevrilir. bir çok hristiyanlık mezhebi bu yanlış anlaşılma üzerine bina edilir.
gerçi isa diye birisi gerçekten yaşamış mıdır o bile şüphelidir. bütün toplumların mitolojilerinde bir "isa" bulmak mümkündür. zaten artık insanlık anlamalıdır ki din olgusu çok büyük bir yanılsamadan ibarettir. amaaaannn bana ne yaa.
çiftlik kavşağında ki, dinozor manzaralı küçücük evimizde geceler boyu sevişmelerimiz yok. binlerce kez uzaklardadır, binlerce kez dokunduğum ten.
o erciyes'in en güzel kızını hergün doğum günü kızı ilan ettiğime şahid gösterdiğim dinozor yok. o dinozor ki, içerken efkarlanacak şey bulamaz onun üşüdüğüne efkârlanırdık. yalnızlığına üzülüp kar topu oynardık.
seni baş masajı ve kitap okuyarak uyuttuğum geceler yok. gece yan yana uyuyan biz değilmişiz gibi sabah hasretle bir birini öpen biz yok. daha sabah ayrılmamışız gibi akşam uzun uzun hasretle sarılmalarımız yok.
yazabileceğim şiirler çoktan yazılıp bitmiştir. ölümdür yaşanan tek başına.
arabayı kocatepe'ye park edip, selanik caddesinde yemek yemelerimiz yok. hani genelde ben kesin bir eşşeklik yapmış olurdum, yolda somurtursan yolun ortasında barış manço taklidi yapmakla tehtid ederdim seni. veya sen beni kızdırmışsan, hemen barışmassam müjde ar filmindeki "ayı kız" dansı yapmakla tehtid ederdin beni. onlar yok işte. selanik ten kızılay, maltepe üzerinden tandoğan'a el ele yürümelerimiz yok. yolda ki bir milyonculardan sana aldığım küçük hediyeler yok.
bahçeli'nin uzun çınarlı sokaklarında el ele mutlu yürümelerimiz yok. sen sarhoş olunca söylediğin ankara havaları yok. "ali dayı ali dayı, bi gece de yidin tarlayı dayı"
akşamları, odtü deki bitmek bilmeyen seminerleri kırıp çimlerde hazırlık bebeleri gibi bir kırmızı şarapla sevişmelerimiz yok.
bu kadar yokluğu ben kaldırırım da, başkentimizi bu kadar güzellikten mahrum bıraktığımız için ikimiz de tutuklanmalıyız.
içinde biriken zehir
sadece kendini öldürecektir
bir hançer gibi çekersin sevgini
onu ancak öldürmeye yarar
uçarı kuşun sevdanın
alıp başını gitmiştir
düşlerinde bir çocuk hıçkırır
gece camlara sürtünürken.
o erciyes'in en güzel kızını hergün doğum günü kızı ilan ettiğime şahid gösterdiğim dinozor yok. o dinozor ki, içerken efkarlanacak şey bulamaz onun üşüdüğüne efkârlanırdık. yalnızlığına üzülüp kar topu oynardık.
seni baş masajı ve kitap okuyarak uyuttuğum geceler yok. gece yan yana uyuyan biz değilmişiz gibi sabah hasretle bir birini öpen biz yok. daha sabah ayrılmamışız gibi akşam uzun uzun hasretle sarılmalarımız yok.
yazabileceğim şiirler çoktan yazılıp bitmiştir. ölümdür yaşanan tek başına.
arabayı kocatepe'ye park edip, selanik caddesinde yemek yemelerimiz yok. hani genelde ben kesin bir eşşeklik yapmış olurdum, yolda somurtursan yolun ortasında barış manço taklidi yapmakla tehtid ederdim seni. veya sen beni kızdırmışsan, hemen barışmassam müjde ar filmindeki "ayı kız" dansı yapmakla tehtid ederdin beni. onlar yok işte. selanik ten kızılay, maltepe üzerinden tandoğan'a el ele yürümelerimiz yok. yolda ki bir milyonculardan sana aldığım küçük hediyeler yok.
bahçeli'nin uzun çınarlı sokaklarında el ele mutlu yürümelerimiz yok. sen sarhoş olunca söylediğin ankara havaları yok. "ali dayı ali dayı, bi gece de yidin tarlayı dayı"
akşamları, odtü deki bitmek bilmeyen seminerleri kırıp çimlerde hazırlık bebeleri gibi bir kırmızı şarapla sevişmelerimiz yok.
bu kadar yokluğu ben kaldırırım da, başkentimizi bu kadar güzellikten mahrum bıraktığımız için ikimiz de tutuklanmalıyız.
içinde biriken zehir
sadece kendini öldürecektir
bir hançer gibi çekersin sevgini
onu ancak öldürmeye yarar
uçarı kuşun sevdanın
alıp başını gitmiştir
düşlerinde bir çocuk hıçkırır
gece camlara sürtünürken.
bir ateist olarak hiç bir itrazım yok. buyrun yetiştirin. hatta elimden gelen bir katkı olacaksa, demokrasi inancım adına sunmak da isterim. ama bunu devlet imkanlarıyla yapmayın. kul hakkı yemek, allah tarafından yeni bir peygamber gönderilerek günah olmaktan çıkartılmadıysa henüz yapmayın.
hayır doksanlarda bu şarkıyı dinlemezdim. o yıllarda müzik dediğin olay çok kaliteli bir şeydi. ruhumun tek özlemi kalite özlemidir.
ölürken ağzımda değişik bir harman olacağından eminim aşkla alakalı. eski güzel aşklara duyduğum özlem, bu özlemin acısına rağmen ağzımda o güzel günlerin güzel tadı. o güzel tatla gam yemeden gitmek isterdim ama, peki çok uzun zamandır hepimizin kaliteye duyduğu özlem? bu acı tat o harmanı kirletecek diyedir korkum, ölümden falan değil.
bu şarkı benim müzik sevgime çok hitap etmese de, sanırım mutlu iki insanın tanımı yaşam içinde bu şarkının nakaratını, iyi günde kötü günde içlerinden, dışlarından iki ağız, yahut tek ağızla söylemeleridir.
ölürken ağzımda değişik bir harman olacağından eminim aşkla alakalı. eski güzel aşklara duyduğum özlem, bu özlemin acısına rağmen ağzımda o güzel günlerin güzel tadı. o güzel tatla gam yemeden gitmek isterdim ama, peki çok uzun zamandır hepimizin kaliteye duyduğu özlem? bu acı tat o harmanı kirletecek diyedir korkum, ölümden falan değil.
bu şarkı benim müzik sevgime çok hitap etmese de, sanırım mutlu iki insanın tanımı yaşam içinde bu şarkının nakaratını, iyi günde kötü günde içlerinden, dışlarından iki ağız, yahut tek ağızla söylemeleridir.
son günlerde aralarından bazılarının "iki yıl daha okumayla devlet bize hekimlik hakkı tanısın" diye ucube bir kampanya başlattığı meslek grubudur.
bu kampanyaya destek veren hemşire arkadaşlarımızın hastaya karşı duyulan sorumluluk da, meslek hassasiyeti meselesi de umrunda değildir. tek önemsedikleri, daha fazla para kazanmak ve toplum içinde daha havalı sayılan bir meslek icraa etmektir.
hemşirelik mesleği dünyanın en önemli mesleklerinden biridir. bu meslekte çalışan arkadaşlarımızın iş yükü hekimlerden daha ağırken, hekimlerle aralarındaki maaş uçurumu büyük haksızlıktır.
ama hemşire arkadaşlarımız hiç düşünmezler mi kendilerinin aldığı dört yıllık fakülte eğitiminin alt yapısı 2 yıl daha okuyup hekim olmaları için yeterli mi?
hemşire arkadaşlarımıza tavsiyem, hiç de etik olmayan bu taleplerini tekrar düşünsünler. hemşireliğin ülkemizde daha dört başı mağmur bir meslek tanımı yoktur. keşke enerjilerini, özlük haklarının ve çalışma şartlarının düzeltilmesi gibi hastalar için de iyi olabilecek alanlara sevk etseler.
bu kampanyaya destek veren hemşire arkadaşlarımızın hastaya karşı duyulan sorumluluk da, meslek hassasiyeti meselesi de umrunda değildir. tek önemsedikleri, daha fazla para kazanmak ve toplum içinde daha havalı sayılan bir meslek icraa etmektir.
hemşirelik mesleği dünyanın en önemli mesleklerinden biridir. bu meslekte çalışan arkadaşlarımızın iş yükü hekimlerden daha ağırken, hekimlerle aralarındaki maaş uçurumu büyük haksızlıktır.
ama hemşire arkadaşlarımız hiç düşünmezler mi kendilerinin aldığı dört yıllık fakülte eğitiminin alt yapısı 2 yıl daha okuyup hekim olmaları için yeterli mi?
hemşire arkadaşlarımıza tavsiyem, hiç de etik olmayan bu taleplerini tekrar düşünsünler. hemşireliğin ülkemizde daha dört başı mağmur bir meslek tanımı yoktur. keşke enerjilerini, özlük haklarının ve çalışma şartlarının düzeltilmesi gibi hastalar için de iyi olabilecek alanlara sevk etseler.
değerli hocam psikiyatrst kerem doksat'ın bir deneyimini paylaşmak isterim.
hocamızın çalıştığı üniversitede öğretim görevlisi bir kadın dersin ortasında sürekli lavobaya gidip, sonrasında sırıl sıklam bir şekilde sınıfta ders anlatmaya devam ediyormuş.
idare, bu hanımefendinin kerem beye muhayene olmasını salık vermiş.
kadının anlattığına göre uzaylı bir sevgilisi varmış. bir gece canı bu uzaylıyla sevişmek istememiş. uzaylı manita da bunu kendi gezeginin genelevine satmış.
o gün bugün uzaylı müşteriler olur olmadık yerde ziyarete geliyormuş. kadın da dindar bir kadın olduğu için dersin ortasında abdest alıp gelmekteymiş.
kerem hocanın anlattığına göre kadın çok çirkin bir kadın. normal şartlarda kendisine bir cinsel partner bulması zor. kadının beyni de mutlu olması için böyle bir oyun tertiplemiş. kerem bey, bu hanımefendiye bazı ilaçlar yazıp gönderir.
bir kaç hafta sonra bu hastayı okulun koridorlarında görür. kadıncağız, paspal ve çok mutsuz haldedir. kerem bey sorar; "hocam bu haliniz nedir?"
kadın şöyle cevaplar;
"hocam sizin verdiğiniz ilaçları kullandıktan sonra hiç bir ziyaretçi gelmedi."
kerem bey hastasına ilaçları bırakmasını salık verir.
bu tıbbi anı, paranormal cinsel aktiveteler hakkında doyurucu bir yanıt olmuştur umarım
hocamızın çalıştığı üniversitede öğretim görevlisi bir kadın dersin ortasında sürekli lavobaya gidip, sonrasında sırıl sıklam bir şekilde sınıfta ders anlatmaya devam ediyormuş.
idare, bu hanımefendinin kerem beye muhayene olmasını salık vermiş.
kadının anlattığına göre uzaylı bir sevgilisi varmış. bir gece canı bu uzaylıyla sevişmek istememiş. uzaylı manita da bunu kendi gezeginin genelevine satmış.
o gün bugün uzaylı müşteriler olur olmadık yerde ziyarete geliyormuş. kadın da dindar bir kadın olduğu için dersin ortasında abdest alıp gelmekteymiş.
kerem hocanın anlattığına göre kadın çok çirkin bir kadın. normal şartlarda kendisine bir cinsel partner bulması zor. kadının beyni de mutlu olması için böyle bir oyun tertiplemiş. kerem bey, bu hanımefendiye bazı ilaçlar yazıp gönderir.
bir kaç hafta sonra bu hastayı okulun koridorlarında görür. kadıncağız, paspal ve çok mutsuz haldedir. kerem bey sorar; "hocam bu haliniz nedir?"
kadın şöyle cevaplar;
"hocam sizin verdiğiniz ilaçları kullandıktan sonra hiç bir ziyaretçi gelmedi."
kerem bey hastasına ilaçları bırakmasını salık verir.
bu tıbbi anı, paranormal cinsel aktiveteler hakkında doyurucu bir yanıt olmuştur umarım
hayat ve zaman senin üstüne doğru kararıp köpürerek akar, seni taş bir duvara sıkıştırır.
biz gençken, bir sorun karşısında yeterli direnci gösteremediğimizde, mücadele edemediğimizde, kırılganlaştığımızda babam öfkeyle sedeflenmiş bir enerjiyle "boğayı" derdi, "boynuzlarından tutup devireceksin."
"boğa" hayattı.
seni bir hücreye kapattıklarında o daracık odanın içinde o geniş omuzlu, iri kaslı "boğanın" da karşısında durduğunu, keskin ve sivri boynuzlarını karnına dayadığını hissedersin.
hareket edecek, kımıldayacak bir yer yoktur.
boğayı nasıl boynuzlarından tutup devireceksin?
yenilecek misin?
tam da seni oraya kapatanların istediği gibi boğanın seni paramparça etmesine izin mi vereceksin?
bu sorular karşına çıktığında bir gerçeği keşfedersin:
hareket etmen gerekir.
ama nasıl?
insanların güçsüz, çaresiz, yetenekleri sınırlı, açgözlü ve arsız bir bedeni vardır.
o bedeni alıp bir hücreye kapattıklarında karşısındaki engelleri aşamaz, kilitli kapıları açamaz, parmaklıkların arasından geçemez, duvarların üstünden uçamaz.
benim zamanımı "nerede" geçireceğime karar verecek birileri hep vardır, peki benim zamanımı "nasıl" geçireceğime karar verebilecek herhangi bir insan, bir irade, bir güç var mıdır?
bunun cevabı beni hapishanede bile gülümsetir.
öyle bir güç yoktur.
"gerçeklik" sadece bedenimizle ilgili olsaydı bir roman okurken, bir film seyrederken hiçbir duygu hissetmememiz gerekirdi.
ama hissediyoruz.
hayalgücümüz başka bir hayalin içine sızıyor, o hayalin parçası haline geliyor, üstelik sadece hayalgücümüz hayalin parçası olmuyor, bedenini de peşinden sürüklüyor. beden kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir olaya "gerçek" tepkiler veriyor.
ben iki yıldır, bir hücrede sivri ve keskin boynuzları olan, gözleri kanlı iri bir boğayla yaşıyorum.
iki yıldır her gün o boğayı boynuzlarından tutup devirmek zorundayım.
bunun için size o boğadan daha hızlı hareket edebilen bir şey lazım: tek bir an içinde bütün dünyayı gezebilen bir hayalgücü.
hayalgücü her kapıdan geçer.
her yere gider.
ve, zamanınızı "nasıl" geçireceğinizi belirleyecek yeryüzünde hiçbir gücün olmadığını, dokunulmaz bir iktidara sahip olduğunuzu bilmenin muazzam hazzını tadarsınız.
hapishane, bedeninizi köleleştirirken zihninizi tanrısal bir güce ulaştırır.
ahmet altan
biz gençken, bir sorun karşısında yeterli direnci gösteremediğimizde, mücadele edemediğimizde, kırılganlaştığımızda babam öfkeyle sedeflenmiş bir enerjiyle "boğayı" derdi, "boynuzlarından tutup devireceksin."
"boğa" hayattı.
seni bir hücreye kapattıklarında o daracık odanın içinde o geniş omuzlu, iri kaslı "boğanın" da karşısında durduğunu, keskin ve sivri boynuzlarını karnına dayadığını hissedersin.
hareket edecek, kımıldayacak bir yer yoktur.
boğayı nasıl boynuzlarından tutup devireceksin?
yenilecek misin?
tam da seni oraya kapatanların istediği gibi boğanın seni paramparça etmesine izin mi vereceksin?
bu sorular karşına çıktığında bir gerçeği keşfedersin:
hareket etmen gerekir.
ama nasıl?
insanların güçsüz, çaresiz, yetenekleri sınırlı, açgözlü ve arsız bir bedeni vardır.
o bedeni alıp bir hücreye kapattıklarında karşısındaki engelleri aşamaz, kilitli kapıları açamaz, parmaklıkların arasından geçemez, duvarların üstünden uçamaz.
benim zamanımı "nerede" geçireceğime karar verecek birileri hep vardır, peki benim zamanımı "nasıl" geçireceğime karar verebilecek herhangi bir insan, bir irade, bir güç var mıdır?
bunun cevabı beni hapishanede bile gülümsetir.
öyle bir güç yoktur.
"gerçeklik" sadece bedenimizle ilgili olsaydı bir roman okurken, bir film seyrederken hiçbir duygu hissetmememiz gerekirdi.
ama hissediyoruz.
hayalgücümüz başka bir hayalin içine sızıyor, o hayalin parçası haline geliyor, üstelik sadece hayalgücümüz hayalin parçası olmuyor, bedenini de peşinden sürüklüyor. beden kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir olaya "gerçek" tepkiler veriyor.
ben iki yıldır, bir hücrede sivri ve keskin boynuzları olan, gözleri kanlı iri bir boğayla yaşıyorum.
iki yıldır her gün o boğayı boynuzlarından tutup devirmek zorundayım.
bunun için size o boğadan daha hızlı hareket edebilen bir şey lazım: tek bir an içinde bütün dünyayı gezebilen bir hayalgücü.
hayalgücü her kapıdan geçer.
her yere gider.
ve, zamanınızı "nasıl" geçireceğinizi belirleyecek yeryüzünde hiçbir gücün olmadığını, dokunulmaz bir iktidara sahip olduğunuzu bilmenin muazzam hazzını tadarsınız.
hapishane, bedeninizi köleleştirirken zihninizi tanrısal bir güce ulaştırır.
ahmet altan
ve praksiteles, tanrımızın bize verdiği en muhteşem heykeltraş.
onun yaptığı heykeli, romalı plinius, 'dünyanın en güzel heykeli' ilan etmişti. praksiteles, atinalı bir heykeltraştı.
bir gün ressam bir arkadaşıyla datça yakınlarındaki knidos'ta bir akşam vakti, sahilin kuytu bir yerinde içkisini içip sanattan konuşuyordu.
tepedeki manastırdan rahibelerin indiğini gördüler.
rahibeler sahile gelip elbiseleriyle denize girdiler, biraz serinlemek için.
aralarından yalnızca biri çırılçıplak soyundu.
genç kadının vücudunu gören praksiteles hemen o anda o vücudun heykelini yapmadan yaşayamayacağını hissetti.
ertesi gün manastıra gidip başrahibeden genç rahibenin heykelini yapmak için izin istedi. 'biz karışmayız' dedi başrahibe, 'kendisine bir sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz.'
heyecanlı heykeltraş, genç rahibeyi çıplak heykeli için poz vermeye ikna etti.
heykeli yaparken kızın hikâyesini de öğrendi.
genç kız, bir adamı öldürmüştü.
mahkeme genç kızı ölüme mahkum etmişti.
yargıçlar idam kararını okudukları sırada, genç kızın artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını gören avukatı birden ortaya fırlamış, genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri yırtıp, kızın çıplak bedenini yargıçlara göstermişti:
'bu memeleri yok etmeye razı olacak mısınız?'
genç kızın memelerini gören yargıçlar yeniden toplantıya çekilmişler ve o güzel memelere kıyamadıkları için idam kararını değiştirip kızı bir manastırda yaşamaya mahkum etmişlerdi.
praksiteles, 'hayat kurtaran' o vücudun heykelini yaptı.
adını, 'knidos afroditi' koydu.”
işte kimileri bu yazıyı yazıyor, kimileri hayat kurtaran vücutların heykelini yapıyor, kimileri de ne o yazıyla, ne o heykelle ilgileniyor, sadece o yazıyı yazana, o heykeli yapana düşman oluyor.
hayat bir seçim.
neye kızıp, neyi sevdiğin, yaptığın bu tercih, aslında senin kim olduğunu ve nasıl yaşayacağını, hayatla ne tür bir ilişki kuracağını, hayatın neresinde duracağını, duygularının ve algılarının derinliğini, sanatla ve geçmişle ilişkini belirliyor.
bazen tek bir cümleyi ya da yazıyı pusula yaparak çizdiğin rota, hayatının gideceği yönü gösteriyor.
ahmet altan
(ee tabii ki yok daha memeler)
onun yaptığı heykeli, romalı plinius, 'dünyanın en güzel heykeli' ilan etmişti. praksiteles, atinalı bir heykeltraştı.
bir gün ressam bir arkadaşıyla datça yakınlarındaki knidos'ta bir akşam vakti, sahilin kuytu bir yerinde içkisini içip sanattan konuşuyordu.
tepedeki manastırdan rahibelerin indiğini gördüler.
rahibeler sahile gelip elbiseleriyle denize girdiler, biraz serinlemek için.
aralarından yalnızca biri çırılçıplak soyundu.
genç kadının vücudunu gören praksiteles hemen o anda o vücudun heykelini yapmadan yaşayamayacağını hissetti.
ertesi gün manastıra gidip başrahibeden genç rahibenin heykelini yapmak için izin istedi. 'biz karışmayız' dedi başrahibe, 'kendisine bir sorun, kabul ederse heykelini yapabilirsiniz.'
heyecanlı heykeltraş, genç rahibeyi çıplak heykeli için poz vermeye ikna etti.
heykeli yaparken kızın hikâyesini de öğrendi.
genç kız, bir adamı öldürmüştü.
mahkeme genç kızı ölüme mahkum etmişti.
yargıçlar idam kararını okudukları sırada, genç kızın artık yapılacak hiçbir şey kalmadığını gören avukatı birden ortaya fırlamış, genç kızın yanına gidip, üstündeki elbiseleri yırtıp, kızın çıplak bedenini yargıçlara göstermişti:
'bu memeleri yok etmeye razı olacak mısınız?'
genç kızın memelerini gören yargıçlar yeniden toplantıya çekilmişler ve o güzel memelere kıyamadıkları için idam kararını değiştirip kızı bir manastırda yaşamaya mahkum etmişlerdi.
praksiteles, 'hayat kurtaran' o vücudun heykelini yaptı.
adını, 'knidos afroditi' koydu.”
işte kimileri bu yazıyı yazıyor, kimileri hayat kurtaran vücutların heykelini yapıyor, kimileri de ne o yazıyla, ne o heykelle ilgileniyor, sadece o yazıyı yazana, o heykeli yapana düşman oluyor.
hayat bir seçim.
neye kızıp, neyi sevdiğin, yaptığın bu tercih, aslında senin kim olduğunu ve nasıl yaşayacağını, hayatla ne tür bir ilişki kuracağını, hayatın neresinde duracağını, duygularının ve algılarının derinliğini, sanatla ve geçmişle ilişkini belirliyor.
bazen tek bir cümleyi ya da yazıyı pusula yaparak çizdiğin rota, hayatının gideceği yönü gösteriyor.
ahmet altan
(ee tabii ki yok daha memeler)
geçen yüz yılın yaşamış en büyük üç devrimcisidir. promethus'tan bu yana insanlığa verilmiş en güzel hediye olan bilimsel sosyalizmi inşaa etmişlerdir.
tamam yazık ki, onların öngördüğü gibi, geçen yüz yılda büyük dünya devrimi patlak vermedi. ama idiaa ediyorum ki bu olmadıysa mevcut devrimciler yüzünden olmamıştır. bu dediğimi başka zaman tartışırız.
bu üç büyük dehanın, bilimsel sosyalizm tezleri geçen yüz yılda geçerliydi. ama bu yüz yılda artık bambaşka bir sosyalizmi kurmak gerekiyor. tabii ki bu anlayışı onlardan öğrenerek yapmak gerekir.
bir kere artık sınıfa karşı sınıf tezi bu yüz yıl için geçerli bir mücadele tekniği değildir. ve proleterya diktatörlüğü bu zamanın düşü olmaktan çok ötedir.
proleterya'dan önce ekolojiyi kurtaramazssak ne yatacak yerimiz, ne de yaşayacak bir dünya'mız olmayacak çok yakın bir zaman içinde.
ekolojinin kurtuluşu da bu üç büyük dahinin öğrettiklerinde yatıyor. şimdilerde geri dönüşüm yollu dünyayı kurtarmak, su savaşları değil su barışları reklamlarıyla burjuva tırı vırıları dolaşmakta ortalıkta.
kapitalizm günü kurtarma sisteminin adıdır. dünyanın ekolojik kurtuluşu asla burjuvazinin vicdanına bırakılamaz çünkü burjuvazinin bir vicdanı yoktur.
tamam yazık ki, onların öngördüğü gibi, geçen yüz yılda büyük dünya devrimi patlak vermedi. ama idiaa ediyorum ki bu olmadıysa mevcut devrimciler yüzünden olmamıştır. bu dediğimi başka zaman tartışırız.
bu üç büyük dehanın, bilimsel sosyalizm tezleri geçen yüz yılda geçerliydi. ama bu yüz yılda artık bambaşka bir sosyalizmi kurmak gerekiyor. tabii ki bu anlayışı onlardan öğrenerek yapmak gerekir.
bir kere artık sınıfa karşı sınıf tezi bu yüz yıl için geçerli bir mücadele tekniği değildir. ve proleterya diktatörlüğü bu zamanın düşü olmaktan çok ötedir.
proleterya'dan önce ekolojiyi kurtaramazssak ne yatacak yerimiz, ne de yaşayacak bir dünya'mız olmayacak çok yakın bir zaman içinde.
ekolojinin kurtuluşu da bu üç büyük dahinin öğrettiklerinde yatıyor. şimdilerde geri dönüşüm yollu dünyayı kurtarmak, su savaşları değil su barışları reklamlarıyla burjuva tırı vırıları dolaşmakta ortalıkta.
kapitalizm günü kurtarma sisteminin adıdır. dünyanın ekolojik kurtuluşu asla burjuvazinin vicdanına bırakılamaz çünkü burjuvazinin bir vicdanı yoktur.
ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız. (kartaca'lı hanibal)
ilk önce tırsarım abi. yalan yok tırsarım. şimdi derim ki adam soracak ''olum bir artı bir küçücük evinin, mutfak, tuvalet, banyo dahil her yerinde bu kül tablaları ne arıyor?'' bir de, evin her tarafı boş instark paketi dolu. malumunuz on boş pakete bir paket bedava veriyor.
hadi bütün teftişlerden geçtik de, adam sormaz mı ''olum bu yaşına gelmişssin neden hala evlenmedin?''
''efendim ben ekoseksüelizmi içselleştirmeye çalışıyorum''
dersem kesin döver. hakkı vardır.
hadi bütün teftişlerden geçtik de, adam sormaz mı ''olum bu yaşına gelmişssin neden hala evlenmedin?''
''efendim ben ekoseksüelizmi içselleştirmeye çalışıyorum''
dersem kesin döver. hakkı vardır.
ben çok vatansever bir insanım. sadece bir ay değil, 20 yıllık çalışma hayatımda her ay bir maaşımdan fazlasını devlet'e bağışlıyorum zaten. bordorumu elime alıyorum ki, benden habersiz neler neler bağışlamışım. sağlık sigortası matrahımın yarısını özel bir sigorta şirketine yatırsam her ay kıçımın kılının rengi değişsse bana helikopter kaldırır. diğer hususlara hiç girmiyorum bile.
şu geyikten de gına geldi artık; ''sen bu devletin ekmeğini yiyorsun'' yok öyle bir şey yahuu. her akşam bimden ekmeği 1 liraya alıyorum ben. zaten benzin pompasını arabamın yakıt hanesine mi sokuyorlar ya da nereye sokuyorlar belli değil artık. kullandığım elektiriğin, kullanmadığım dörtte üçünün parasını ödüyorum. canım kötü çikolata çekse haftada bir lüks tüketime giriyor. bu giren çıkanlardan kanayan taraflarımı silecek olsam, tuvalet kağıdı da zamlandı artık ona da güç yetmiyor. peki şimdi kim benim ekmeğimi yiyor?
daha ne yapayım devlet baba? çıplak da uzanayım mı her ay istiyorsan?
şu geyikten de gına geldi artık; ''sen bu devletin ekmeğini yiyorsun'' yok öyle bir şey yahuu. her akşam bimden ekmeği 1 liraya alıyorum ben. zaten benzin pompasını arabamın yakıt hanesine mi sokuyorlar ya da nereye sokuyorlar belli değil artık. kullandığım elektiriğin, kullanmadığım dörtte üçünün parasını ödüyorum. canım kötü çikolata çekse haftada bir lüks tüketime giriyor. bu giren çıkanlardan kanayan taraflarımı silecek olsam, tuvalet kağıdı da zamlandı artık ona da güç yetmiyor. peki şimdi kim benim ekmeğimi yiyor?
daha ne yapayım devlet baba? çıplak da uzanayım mı her ay istiyorsan?
en sevdiğin şair?
en sevdiğin şiir?
filmlerine tutkuyla bağlı olduğun yönetmen?
woody allen'ın en sevdiğin üç filmi?
eğer okumamış olsaydın bir yanını eksik hisedecek olduğun filozof?
kemal sunal'ın en sevdiğin üç filmi?
en çok ağladığın sadri alışık filmi?
en sevdiğin şiir?
filmlerine tutkuyla bağlı olduğun yönetmen?
woody allen'ın en sevdiğin üç filmi?
eğer okumamış olsaydın bir yanını eksik hisedecek olduğun filozof?
kemal sunal'ın en sevdiğin üç filmi?
en çok ağladığın sadri alışık filmi?
teizm afyon çekmenin tek yasal yoludur. hatta toplum ve devlet tarafından buna teşvik bile edilirsiniz. oysa hakikat her zaman için gerçek olmayan da saklıdır. dinler bu hakiketleri görmemeniz için gözünüze perde çeker. 20. yüzyılda insanın karşısına bu kadar çok hakikat sıralanmışken, insanın hakikatten kaçması hayatını heba etmesi demektir.
ben bir ateistim. benim bir dine ihtiyacım yok. kendi irademin üzerinde hiç bir iradeyi üzerime giyemem. sayın tanrı şayet varsa bile lütfen bana yardım etmesin. dünyada bu kadar açlıkla, zulümle boğuşan mazlum varken o yüce gücünü benim gündelik sorunlarım için kullanması bana utanç verir.
açık konuşmak gerekirse benim de naçiz ruhumun dine ihtiyacı olduğu zamanlar oluyor. bu ihtiyacımı sanatla karşılıyorum. sanat çok tanrılı dinlerin en güzelidir.
ben bir ateistim. benim bir dine ihtiyacım yok. kendi irademin üzerinde hiç bir iradeyi üzerime giyemem. sayın tanrı şayet varsa bile lütfen bana yardım etmesin. dünyada bu kadar açlıkla, zulümle boğuşan mazlum varken o yüce gücünü benim gündelik sorunlarım için kullanması bana utanç verir.
açık konuşmak gerekirse benim de naçiz ruhumun dine ihtiyacı olduğu zamanlar oluyor. bu ihtiyacımı sanatla karşılıyorum. sanat çok tanrılı dinlerin en güzelidir.
doğada her varlık zıddıyla vardır. sosyal bilimlerdeki kavram ve terimlerden, fizik bilimine kadar bu böyledir. hegel bu zıdların değerlendirilmesinden oluşturulan yaşam içinde kurabileceğimiz felsefeler için şöyle bir formül oluşturmuştur. ''tez, anti tez, sentez''
dünyada en çok geçerliliği olan ve gönderme yapılan diyalektikler, hegel diyalektiği, aristo mantığı ve marks'ın diyalektik metaryalizmidir.
bütün teist yapıların bile kökeni, var oluş ve ortaya çıkış hikayelerinde diyalektik vardır. kal-u bela miti buna en iyi örnektir. kal-u belada allah, meleklerine insanı yaratacağını söylediği zaman hemen allahın bir zıddı türer o da şeytandır.
diyalektik anlayış gündelik yaşamda gayet rahat hayatımıza giyebileceğimiz bir anlayıştır. gündelik kavramlarda bazen diyalektiği parçalamak gerekir.
''otorite'' kavramını ele alalım.
otorite iyi bir şey midir? kötü bir şey midir? bu otorite kavramının birey üzerinde uygulanış biçimine bağlı bir olgudur. iş yaşamında idarecileriniz pozitif bir otorite şekli sergilerse işlerin işleyişi ona göre olumlu olur. yahut siz iş yaşamınızda bir idareciyseniz göstereceğiniz kararında ve etkili otorite işlerin düzgün yürümesini sağlayacaktır. ebebeynlerinizin üzerinizde kuracağı müspet anlamdaki otorite mevzusuna girmeyeceğim. çünkü daha ülkemizde öyle bir otorite çeşidi icat edilmedi. ama biz yetişkinler olarak bir an evvel öz yaşamımızdaki olumsuzluklar için ebebeynlerimizi suçlamayı bırakıp müspet öz disiplinimizi inşaa etmemiz gerekmektedir.
diyalektik felsefe, ve hatta diyalektik bilimi de diyebiliriz kapitalist modernitenin hayatımızı kalitelileştiriyor gibi yaparak en geri dönülmez tahribatlara yol açtığı yaralara karşı da bir silahtır.
hayatın karşımıza çıkartığı kavramları kabaca ikiye ayırabiliriz. ''algılar'' ve ''olgular'' ''vahşi kapitalizm'' sözcüğü de bir algıdır işin esasında. hatta bir anlatım bozukluğudur vahşi kapitalizm, çünkü kapitalizmin vahşi olamayan bir çeşidi yoktur.
kapitalist modernitenin günümüz insanına dayattığı en sahte algı da ''30 yaşından sonra yaşlandın, necazeti yedin'' algısıdır. kendi yaşamımdan örnek vermek gerekirse olgu hiç de öyle değildir. geçen günlerde 29 yaşında bir kadın arkadaşım istanbul'da çok ünlü olan bir diyetisyene gitti. kadıncağızı görseniniz serçe parmağım zayıflığında bir şey. diyetisyen vücut yağ kitle endeksin daha bilmem neyin bilmem neyin fazla diyor. bu arkadaşım diyetisyenden çıkar çıkmaz, tam da klinik'in karşısındaki lüks spor salonuna ayda 600 yeni ytl karşılığında yazılıyor.
dünyada en çok geçerliliği olan ve gönderme yapılan diyalektikler, hegel diyalektiği, aristo mantığı ve marks'ın diyalektik metaryalizmidir.
bütün teist yapıların bile kökeni, var oluş ve ortaya çıkış hikayelerinde diyalektik vardır. kal-u bela miti buna en iyi örnektir. kal-u belada allah, meleklerine insanı yaratacağını söylediği zaman hemen allahın bir zıddı türer o da şeytandır.
diyalektik anlayış gündelik yaşamda gayet rahat hayatımıza giyebileceğimiz bir anlayıştır. gündelik kavramlarda bazen diyalektiği parçalamak gerekir.
''otorite'' kavramını ele alalım.
otorite iyi bir şey midir? kötü bir şey midir? bu otorite kavramının birey üzerinde uygulanış biçimine bağlı bir olgudur. iş yaşamında idarecileriniz pozitif bir otorite şekli sergilerse işlerin işleyişi ona göre olumlu olur. yahut siz iş yaşamınızda bir idareciyseniz göstereceğiniz kararında ve etkili otorite işlerin düzgün yürümesini sağlayacaktır. ebebeynlerinizin üzerinizde kuracağı müspet anlamdaki otorite mevzusuna girmeyeceğim. çünkü daha ülkemizde öyle bir otorite çeşidi icat edilmedi. ama biz yetişkinler olarak bir an evvel öz yaşamımızdaki olumsuzluklar için ebebeynlerimizi suçlamayı bırakıp müspet öz disiplinimizi inşaa etmemiz gerekmektedir.
diyalektik felsefe, ve hatta diyalektik bilimi de diyebiliriz kapitalist modernitenin hayatımızı kalitelileştiriyor gibi yaparak en geri dönülmez tahribatlara yol açtığı yaralara karşı da bir silahtır.
hayatın karşımıza çıkartığı kavramları kabaca ikiye ayırabiliriz. ''algılar'' ve ''olgular'' ''vahşi kapitalizm'' sözcüğü de bir algıdır işin esasında. hatta bir anlatım bozukluğudur vahşi kapitalizm, çünkü kapitalizmin vahşi olamayan bir çeşidi yoktur.
kapitalist modernitenin günümüz insanına dayattığı en sahte algı da ''30 yaşından sonra yaşlandın, necazeti yedin'' algısıdır. kendi yaşamımdan örnek vermek gerekirse olgu hiç de öyle değildir. geçen günlerde 29 yaşında bir kadın arkadaşım istanbul'da çok ünlü olan bir diyetisyene gitti. kadıncağızı görseniniz serçe parmağım zayıflığında bir şey. diyetisyen vücut yağ kitle endeksin daha bilmem neyin bilmem neyin fazla diyor. bu arkadaşım diyetisyenden çıkar çıkmaz, tam da klinik'in karşısındaki lüks spor salonuna ayda 600 yeni ytl karşılığında yazılıyor.
kalabalıkta kalabalıkça yalnızlık
yalnızladıkça birbirimizi
haydi çoğalalım
çoğaltarak kendimizi
bir canım çoğal da bin can ol
ısıt yaşlıların yalnızlıklarını ilinsin üşümüşlüğü bırakılmışların
çoğalın dudaklarım çoğalın sonsuz
öpün bütün ağlayan çocukları kimsesiz
çoğal gözlerim çoğal
gör bütün görmeyenlerde yapayalnız
ellerime tutunun ellerime çoğalın
okşayın sevecenlikle çocukları
hıçkırırlarken uykularında bile
aziz nesin
yalnızladıkça birbirimizi
haydi çoğalalım
çoğaltarak kendimizi
bir canım çoğal da bin can ol
ısıt yaşlıların yalnızlıklarını ilinsin üşümüşlüğü bırakılmışların
çoğalın dudaklarım çoğalın sonsuz
öpün bütün ağlayan çocukları kimsesiz
çoğal gözlerim çoğal
gör bütün görmeyenlerde yapayalnız
ellerime tutunun ellerime çoğalın
okşayın sevecenlikle çocukları
hıçkırırlarken uykularında bile
aziz nesin
supernatural dizisinde mark sheppard tarafından adeta oyunculuk dersi verircesine canlandırılan karakterdir. kendisine biz kral diyoruz. anası kızıl cadı rowenna'nın da ağır hastasıyız.
wallahi biz kral'ı özledik.
rowenna sana da bir çift sözüm var.
sevdim seni bir kere
başkasını sevemem
cadı diyorlar sana
desinler değişemem, desinler değişemem...
wallahi biz kral'ı özledik.
rowenna sana da bir çift sözüm var.
sevdim seni bir kere
başkasını sevemem
cadı diyorlar sana
desinler değişemem, desinler değişemem...
programların birinde yayına ailenin kayıp torunu bağlandı. çocuğun ismi recep tayyip. bu çocuk, ailesinin kendisine yaptığı kötülükleri açık seçik anlattı. bu çocuk yayında konuşurken bütün aile "yalan söylüyorsun recep tayyip, yalancısın sen recep tayyip" diye höykürüyordu.
o an içimde yayının emniyet güçlerimiz basılıp bu garabet ailenin toplanıp götürüleceğine dair büyük umut doğmuştu.
o an içimde yayının emniyet güçlerimiz basılıp bu garabet ailenin toplanıp götürüleceğine dair büyük umut doğmuştu.
eğer babası kızı vermezsse, mutluluğumuzun bozguncusu kayınpeder'in sibirya'da kürek mahkumu olarak sürüneceğini bilmek iyi olurdu. ama yani yoldaş stalin'e ''allahın emri peygamberin kavli'' nasıl dedirteceksin? adam ateist bir kere. hadi ağzından girdin, bıyığından yoldun dedirttin, dili nasıl dönecek ki buna? zaten kendisi çelikten iradedir, israr edersen çeliği indirir kafana. yok yok, erdoğan yahut katar emiri daha akla yatkın geldi şimdi, hem bakarsın uçak falan da hediye edebilirler düğün hediyesi olarak. hadi hediye etmesinler de balayı müddetince ödünç verirler heralde. garip stalin'inimin nesi var ne versin? garip genel sekreter maaşıyla bir çeyrek altın anca takabilir.
her şey iyi hoş da, istetecek kız yok işte. bir de o olsaydı bu kadar lafa değecekti de o yok. kız nerede abicim? neredee arkadaşım kız? nerede dayı oğlu bu kız?
her şey iyi hoş da, istetecek kız yok işte. bir de o olsaydı bu kadar lafa değecekti de o yok. kız nerede abicim? neredee arkadaşım kız? nerede dayı oğlu bu kız?
filmi de çekilen stephen king'in hayvan mezarlığı romanından bahsetmek isterim. ilgili mezara gömülenler geri döner, döner ama gelen kişi sizin bildiğiniz aradığınız kişi değildir artık. şair'in dediği gibi bir tel kopmuş ve bütün ahenk bozulmuştur aranızda. o çok özlediğiniz insanla tekrar birleşseniz bile aynı romandaki gibi birbirinize artık iki zombi'sinizdir. bu süreçte modern çağın torbacıları olan pstikaytrlar'a gitmek yerine kendinizi sevmeyi öneririm. ayrıldığınız kişi sizin anneniz değildi onun şefkatine muhtaç değilsiniz. yahut babanız da değildi ki onun otoritesi hayatınızda bir boşluğa yol açssın.
mutlaka bir yas süreci yaşanmalıdır. şair murathan mungan'ın da dediği gibi aşk acılarınıza yara bandı niyetine bedenler sararsanız mikrop kaparsınız. siz güzel hatıraların kıymetini kalbinde hisseden kocaman bir insansınız. geçecek bu günler.
mutlaka bir yas süreci yaşanmalıdır. şair murathan mungan'ın da dediği gibi aşk acılarınıza yara bandı niyetine bedenler sararsanız mikrop kaparsınız. siz güzel hatıraların kıymetini kalbinde hisseden kocaman bir insansınız. geçecek bu günler.
akşam eve gelince imdb 250 listesinden beraber filmler izlemek. aynı anda duygulanmak, aynı anda heycanlanmak, bazen aynı anda korkmak. bütün gün gündelik yaşamdan ilginçlikler biriktirip akşam ona anlatmak için heycanlanmak. kendi tepkilerinin sağlamasını onun vereceği tepkilerle yapmak. hastalanınca başınızda endişeyle bekleyen iki göz. ve daha bir sürü şey.
cinsiyetçi bir tabir de olsa evli dostların ''bekara karı boşamak kolay, o iş realitede öyle işlemiyor'' dediğini duyar gibiyim. bence demeyin. bir kere bu deyim benim yazdıklarıma uymuyor. zaten çok da cinsiyetçi bir deyim, neden diyorsunuz? evet evli olmasam da evliliklerin mutlak huzur adaları haline getirilmesinin zaruri olduğunu düşünüyorum. yapılabilir de. neden kaos kümesine getirilir ki dört bir yandan evlilikler? belki de asıl bunu tartışmak gerekiyor.
cinsiyetçi bir tabir de olsa evli dostların ''bekara karı boşamak kolay, o iş realitede öyle işlemiyor'' dediğini duyar gibiyim. bence demeyin. bir kere bu deyim benim yazdıklarıma uymuyor. zaten çok da cinsiyetçi bir deyim, neden diyorsunuz? evet evli olmasam da evliliklerin mutlak huzur adaları haline getirilmesinin zaruri olduğunu düşünüyorum. yapılabilir de. neden kaos kümesine getirilir ki dört bir yandan evlilikler? belki de asıl bunu tartışmak gerekiyor.
Kürtçe kötülüğe hayır anlamına gelen sözcükler. Aynı zaman güzel bir kadın ismi.
insan maymun'dan geldi'' önermesi bugüne kadar duyduğum en aptalca cümledir. gerçi bazı iyi niyetli evrimci arkadaşlar ''insan maymun'dan gelmedi dostum, sadece maymun'la ortak ataları var'' diyor. bu daha da aptalca bir önermedir.
çünkü insan hala maymun'dur. bunu sosyolojik veya aristo gibi felsefi bir önerme olarak söylemiyorum. evrimsel antropoloji açısından bu böyledir.
kurt, tilki, ev köpeği, vb. hayvanlar familya olarak ''köpek giller'' olarak geçer.
aslan, kaplan, çıta, ev kedisi vb. hayvanlar familya olarak ''kedi giller'' olarak anılır.
şempanze, goril, şebek, insan vb. hayvanlar da ''maymunlar'' olarak isimlendirilir.
üzgünüm ama bu böyle. işin aslına bakacak neden üzgün olayım ya, üzülseniz de sevinseniz de bu böyledir. yapacak bir şey yok.
çünkü insan hala maymun'dur. bunu sosyolojik veya aristo gibi felsefi bir önerme olarak söylemiyorum. evrimsel antropoloji açısından bu böyledir.
kurt, tilki, ev köpeği, vb. hayvanlar familya olarak ''köpek giller'' olarak geçer.
aslan, kaplan, çıta, ev kedisi vb. hayvanlar familya olarak ''kedi giller'' olarak anılır.
şempanze, goril, şebek, insan vb. hayvanlar da ''maymunlar'' olarak isimlendirilir.
üzgünüm ama bu böyle. işin aslına bakacak neden üzgün olayım ya, üzülseniz de sevinseniz de bu böyledir. yapacak bir şey yok.
haksız olduğunu anlayınca "bak 155'i ararun içeri aldırurun" diyen ahlak çeşidir. tamam kabul ediyorum ararsın aldırırsın. peki bu yaptığın senin ahlaksızlığını ikiye katlamayacak mı? bugün tabandan tavana tüm pisliklerini sonsuz gibi görünen gücün ve paranla kapatabildiğini sanarsın. paranın hiç de sonsuz olmadığı, hatta o paranın senin bile değil borç olduğu ortaya çıktı. biz bunu zaten yıllardır söylüyorduk dinlemedin bizi. gücün de hiç gerçek değildir. o güç sadece top, tüfek ve tomadan falan ibaret bir güç. bugüne kadar siyasal islamın tek gücü halk içindeki niceliğiydi. bu nicelik de halk üzerinde en ileri teknikler kullanılan ilizyon bir meşruuiyete dayanıyordu. istediğin kadar sandık çalıp, fazladan oy pusulası bassan da, bu meşruiyetin hızla eridiğini görmüyor musun?
sen hiç mi ibn-i haldun okumadın? hiç mi yunan tregedyası bilmezssin
sen hiç mi ibn-i haldun okumadın? hiç mi yunan tregedyası bilmezssin
ibrahim balaban türkiye'nin ve hatta dünya'nın en saygın ressamları arasında yer alır. nazım hikmet bursa cezaevine düştüğü zaman cezaevinde ki yoksul mahkumlara halı dokumayı öğreterek onları açlıktan kurtarır. bu yoksul mahkumlar arasında ibrahim balaban ve orhan kemal'de vardır. yoksul köylü çocuklarıdır ikisi de özü itibariyle. orhan kemal'i net hatırlamıyorum ama balaban 17 yaşında sevdiği kıza sarkan adamı vurmaktan maphustur. balaban'a resim yapmayı nazım öğretir. orhan kemal'e de okuma yazmayı öğreten insandır nazım hikmet.
bir gün balaban'a cezaevi idaresinden cezaevi kapısının önünde resim yapma izni çıkar. bu resmi yapar büyük ressamımız. nazım resmi görünce çok duygulanır ve maphushabe kapısı şiirini yazar.
altı kadın vardı demir kapının önünde
beşi toprağa oturmuş, ayakta biri
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
besbelli henüz öğrenmemişler gülümsemeyi
altı kadın vardı demir kapının önünde
ayakları sabırlı, ellerinde keder
sekiz çocuk vardı demir kapının önüde
cin gibi bakıyor kundaktakiler
altı kadın vardı demir kapının önünde
sımsıkı gizlemişler saçlarını
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
birisi kavuşturmuş avuçlarını
bir jandarma vardı demir kapının önünde
ne dost ne, düşman. nöbet uzun, hava sıcak
bir beygir vardı demir kapının önünde
nerdeyse ağlayacak.
bir köpek vardı demir kapının önünde
burnu kara tüyü sarı
kamış sepetlerinde yeşil biber vardı
torbalarda kömür, heybelerde soğan, sarımsak
altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim
altı kadından biri sen değildin ama
beş yüz erkekten biri bendim.
bir gün balaban'a cezaevi idaresinden cezaevi kapısının önünde resim yapma izni çıkar. bu resmi yapar büyük ressamımız. nazım resmi görünce çok duygulanır ve maphushabe kapısı şiirini yazar.
altı kadın vardı demir kapının önünde
beşi toprağa oturmuş, ayakta biri
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
besbelli henüz öğrenmemişler gülümsemeyi
altı kadın vardı demir kapının önünde
ayakları sabırlı, ellerinde keder
sekiz çocuk vardı demir kapının önüde
cin gibi bakıyor kundaktakiler
altı kadın vardı demir kapının önünde
sımsıkı gizlemişler saçlarını
sekiz çocuk vardı demir kapının önünde
birisi kavuşturmuş avuçlarını
bir jandarma vardı demir kapının önünde
ne dost ne, düşman. nöbet uzun, hava sıcak
bir beygir vardı demir kapının önünde
nerdeyse ağlayacak.
bir köpek vardı demir kapının önünde
burnu kara tüyü sarı
kamış sepetlerinde yeşil biber vardı
torbalarda kömür, heybelerde soğan, sarımsak
altı kadın vardı demir kapının önünde
ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim
altı kadından biri sen değildin ama
beş yüz erkekten biri bendim.