doğrusu, doğru gideni olamadım eğer bir yanlış yapacaksa da benimle yapmalı, bir günah işleyecekse benimle işlemeli arzusu. ağır bir bencilliktir bu. ağır ve sevimsiz. karşısındakinin iradesini yok sayan, ufaltan, eksilten bir arzu. zarar vermeyi göz ardı eder, tıpkı zararlı bir alışkanlık gibi, hazzı uğruna devam etsin ister. hiçbir şeyin olamadım bırakamadığın zararlı alışkanlığın olayım acizliği. gerçi aşk dediğin biraz da öyle, diğer türlüsü ya dostluk ya da saygının önce olduğu evlilik gibi ilişkiler.
yararlı ve sevilen bir kral olmasına rağmen kaderi bir tür trajedidir. Babasını öldürmüş annesiyle evlenmiştir, ama bunları bilinçli yapmış değildir, lanetli bir çocuktur sadece. eski bir günaha ait bir lanetin kurbanıdır.
bir dosta sen değerlisin denmez, deme gereği duyulmaz. bildirilmesi gereken bir şey değildir. ilişki içinde, sevgiliye de söylenmesi gereken bir şey değil seni seviyorum buna göre, bu zaten bilinmelidir. ama seni seviyorum da farklı bir durum var. bunu söylemek öpüşmek gibi bir şey. kendi hazzı var bunun. söylemesi de duyması da o hazzı canlandırır. bir tür uygulamasıdır aşkın, dokunmak gibi sarılmak gibi, mesele açıklamak değildir.
güçlü bir saygı ve sevgi duyulan, tapınılası.
kutsalı yaşamak ve kutsala dokunmak onu kutsallığından uzaklaştırır. Düşünce bile söylendiğinde kendisinden bir şeyler kaybederken bu dünyadan fazlası anlamına gelen kutsal, ondan uzaklaştıkça parıldar ve büyür. Kutsal bakirelerin kutsallığı gibi. Kutsala dokunmak dokunanı da kirletir, ormanın ruhunu taşıyan ala geyiğin kanına girmek gibi.
kutsalı yaşamak ve kutsala dokunmak onu kutsallığından uzaklaştırır. Düşünce bile söylendiğinde kendisinden bir şeyler kaybederken bu dünyadan fazlası anlamına gelen kutsal, ondan uzaklaştıkça parıldar ve büyür. Kutsal bakirelerin kutsallığı gibi. Kutsala dokunmak dokunanı da kirletir, ormanın ruhunu taşıyan ala geyiğin kanına girmek gibi.
hata, büyük gaflet. Bildiğimiz anlamda hatadan farkı, bu beklenen bir hatadır. Eksik olanın, yanlış olanın kendi doğasını yaşamasıdır. Trajedisi buradadır, o hata yapılacaktı, ama sebep olduğu acı da göz ardı edilecek gibi değildi. Hamartia insanın eksikliğinden, zaafından doğan hatalardır. Sevmeye çalışırken kaçırdığımız aşklarımız gibi.
olur da bir gönlü kırmışsak burada, affola.
varlığı devam etmeyecek yazardır.
varlığı devam etmeyecek yazardır.
4. sezonda en iyi bölüm 5, en kötü bölüm 4 idi benim için. 5 genel olarak sevilmemiş, ama gerçeğe en yakın bölümlerden biriydi.
sevgili sorusu. ilişkinin en heyecanlı zamanlarında sorulur, gülümseyerek sorulur. gülümseyerek cevaplanır. gülümseyerek alınır cevabı da. zaman geçer ve nasıl oldu da keşke artık beni düşünmesen, aklıma gelmesen diyecek noktaya geldi der durursunuz. artık başkasına soracağı bir soru olduğunu anlarsınız. ayrılık biraz da budur.
zevk. yaşamı bunun üzerine bina etmenin deniz suyu içerek susuzluğunu gidermekten farkı yok. büyük depreyona veya duvara çarpmaya kadar gidebilecek bir şeydir bu. gerisi hep yoksunluk hissi. zamansız biten aşk gibi.
“ her kültürün kendine göre bir medeniyeti vardır.kültürün kaçınılmaz akıbetidir medeniyet. Olmakta olanın, olmuş hale gelmesidir. Serpilişten sonraki katılaşma, hayattan sonraki ölüm.”
Bazı sabahlar oluyor ki hayatın hiçbir yüzüne tutunamadığımı hissediyorum. Biraz zaman evvel beni dertleri, hırsları, çileleri ile saran veya bütünleştiren şeylerin soğuk, pürüssüz ve uzantısızca öylece duruşu gibi bir şey oluyor. Soğuk yüzeylerine gitmiyor ellerim. Hiçbir şey içimde yeterince dertleşemiyor, henüz başlamış gün gibi, hissedilmez bir halde, dev bir boşluğu açmak istercesine biraz uzakta duruyorlar.
Böyle sabahları dolduran, bir özlem duygusunun yoğun fikir akışı, hatıra akışı, his akışı oluyor.yoksun ve yokluğunu fırsat biliyor sana dair her şey. Bu garip bir yokluk, uzak zamanlarımızda bazen öfkenle, ayrılığınla, hüznünle doluyum. Sen bir ruh gibi hemen yanımdasın ve sanki yaptığım her şey ve düşündüğüm, hissettiğim, aynı anda senin dünyalarında aksediyor. Beni duyduğuna dair garip bir hisle doluyorum.
Böyle sabahlarda seni bu dünyadan koparıp ait olduğun dünyada uykulara almışlar gibi hissediyorum seni. Beni duyamazsın, hissedemezsin gibi. Tecritsin gibi her şeyden. Sana ait bir iz bulamam, arayamam bile seni bulamayacağımı bildiğimden. Bu anlarda seni bulmak seninle olmak bana kalmış bir şey değil. Sana dair yokluğun, senin yokluğunun, asıl yokluğa en benzeyen hali bu zamanlar. Ve gecelerin, uzun yalnız gecelerin, benim içinde olmadığım ve sana ait bir dünya olan uzun ve yalnız gecelerinden sonra, ben tüm bu zamanlarını düşünüp, yokluğu hatırlatan yalnız sabahlara uyanıyorum. Sabahlarım uzuyor, ve zorlaşıyor. Belki de bu sebeple en çok sabahları zorlanıyorum. Ve sana ait, geceden kalan tutunacak bir şey olmadan, senin yaşayıp kapattığın geceden sonra, bu sakin, bu soğuk sabahla baş başa oturuyorum.
Bir yüzün var kara kara güller gibi gözlerinde yıldızlar deniz fenerleri ve dudakların kırmızı hayat dolu halleriyle hayat döker gibidir.saçlarına değen rüzgar kıymetlidir. Her şeyin matlığı ve zorluğu arasında senden gelen sevgiye dair olan o sıcaklık, o bana doğru parıldayış, her bir cümlende kurulu olan sanki bir beşere ait değilmişcesine ya da bir insanın cümleleri başka alemlerden tatlar giyinmişçesine içime bıraktığı his.. sözlerine her değdiğimde neyle ilgili olursa olsun, sanki kalbimin ve ruhumun susuz kaldığı şeyi yudumlar gibi hissediyorum.
Doyamıyorum bu sebeple. Bu sebeple mesele ne olursa olsun, uzatıyor, dinliyor, konuşuyorum. Kendi sözlerimi senin sözlerinin devamını getiren şeylerse eğer sevebiliyorum ancak. Sana benden yayılanlara yüzün dönüyor, gülüyor ve ısınıyorsa eğer sana doğru yayılmak içimdeki kuvveti en fazla vermek istediğim şey haline geliyor. Gerçekleri, gizleri, engelleri, eksikleri, korkuları susturuyor ya da kabulleniyorum. Kabulleniyorum, bir şeyler her nasıl olursa yolunu bulacak. Ben yalnızca içimdeki sesin akışını dinliyorum.
Yan yana oturuyoruz kısa anlarda. Bir gemi geçiyor izliyoruz. Bir hikaye canlanıyor aklımızda. Gemide yazılan mektupları düşünüyoruz. Limanı, göğü, denizi ve insanı. Enginlere açılamasak da, enginleri ve aşk hikayelerini konuşup yaşanamayan her neyse görüyoruz. Bize ait olmayan ama çağrıştıran Yaşananları ve yaşanamayanları konuşarak susuyoruz. Ellerim tutamıyor ellerini, ama benim içimde, aralarındaki cam engelin iki yüzüne ellerimizi koymuş, değemesek de birbirine uzanışını görmek ister gibiyiz. Ben böyle düşlüyorum, sende bunu çok görmezsin elbet. Ve elbet, kucağında kalakalmış ellerine, saygım, kalbine olan sevgimin hayranlığımın uyandırdığı kıyamamak ve dokunamamak hissi gibidir.
Böyle sabahları dolduran, bir özlem duygusunun yoğun fikir akışı, hatıra akışı, his akışı oluyor.yoksun ve yokluğunu fırsat biliyor sana dair her şey. Bu garip bir yokluk, uzak zamanlarımızda bazen öfkenle, ayrılığınla, hüznünle doluyum. Sen bir ruh gibi hemen yanımdasın ve sanki yaptığım her şey ve düşündüğüm, hissettiğim, aynı anda senin dünyalarında aksediyor. Beni duyduğuna dair garip bir hisle doluyorum.
Böyle sabahlarda seni bu dünyadan koparıp ait olduğun dünyada uykulara almışlar gibi hissediyorum seni. Beni duyamazsın, hissedemezsin gibi. Tecritsin gibi her şeyden. Sana ait bir iz bulamam, arayamam bile seni bulamayacağımı bildiğimden. Bu anlarda seni bulmak seninle olmak bana kalmış bir şey değil. Sana dair yokluğun, senin yokluğunun, asıl yokluğa en benzeyen hali bu zamanlar. Ve gecelerin, uzun yalnız gecelerin, benim içinde olmadığım ve sana ait bir dünya olan uzun ve yalnız gecelerinden sonra, ben tüm bu zamanlarını düşünüp, yokluğu hatırlatan yalnız sabahlara uyanıyorum. Sabahlarım uzuyor, ve zorlaşıyor. Belki de bu sebeple en çok sabahları zorlanıyorum. Ve sana ait, geceden kalan tutunacak bir şey olmadan, senin yaşayıp kapattığın geceden sonra, bu sakin, bu soğuk sabahla baş başa oturuyorum.
Bir yüzün var kara kara güller gibi gözlerinde yıldızlar deniz fenerleri ve dudakların kırmızı hayat dolu halleriyle hayat döker gibidir.saçlarına değen rüzgar kıymetlidir. Her şeyin matlığı ve zorluğu arasında senden gelen sevgiye dair olan o sıcaklık, o bana doğru parıldayış, her bir cümlende kurulu olan sanki bir beşere ait değilmişcesine ya da bir insanın cümleleri başka alemlerden tatlar giyinmişçesine içime bıraktığı his.. sözlerine her değdiğimde neyle ilgili olursa olsun, sanki kalbimin ve ruhumun susuz kaldığı şeyi yudumlar gibi hissediyorum.
Doyamıyorum bu sebeple. Bu sebeple mesele ne olursa olsun, uzatıyor, dinliyor, konuşuyorum. Kendi sözlerimi senin sözlerinin devamını getiren şeylerse eğer sevebiliyorum ancak. Sana benden yayılanlara yüzün dönüyor, gülüyor ve ısınıyorsa eğer sana doğru yayılmak içimdeki kuvveti en fazla vermek istediğim şey haline geliyor. Gerçekleri, gizleri, engelleri, eksikleri, korkuları susturuyor ya da kabulleniyorum. Kabulleniyorum, bir şeyler her nasıl olursa yolunu bulacak. Ben yalnızca içimdeki sesin akışını dinliyorum.
Yan yana oturuyoruz kısa anlarda. Bir gemi geçiyor izliyoruz. Bir hikaye canlanıyor aklımızda. Gemide yazılan mektupları düşünüyoruz. Limanı, göğü, denizi ve insanı. Enginlere açılamasak da, enginleri ve aşk hikayelerini konuşup yaşanamayan her neyse görüyoruz. Bize ait olmayan ama çağrıştıran Yaşananları ve yaşanamayanları konuşarak susuyoruz. Ellerim tutamıyor ellerini, ama benim içimde, aralarındaki cam engelin iki yüzüne ellerimizi koymuş, değemesek de birbirine uzanışını görmek ister gibiyiz. Ben böyle düşlüyorum, sende bunu çok görmezsin elbet. Ve elbet, kucağında kalakalmış ellerine, saygım, kalbine olan sevgimin hayranlığımın uyandırdığı kıyamamak ve dokunamamak hissi gibidir.
gündem hakkında yazılan şeylerin etkileşim içinde olmaması söz konusu olamaz. bunu uygulamak çok eski bir kafa olarak kalmadı mı ? sözlük en nihayetinde bir sosyal medya aracı. gereksiz bir takıntı bu.
insanın kötülüğünün ve çürümüşlüğünün sınırı yoktur. aynı anda şeytan olmaya da tanrı olmaya da özenen bir varlık insan. empati yapabildiği halde kötülüğe yönelen bir varlık. empati de yapamasaydı, nasıl bir dünyada yaşardık tahmin etmek zor. toplumsal baskı altında pisliğini saklayanlarla dolu dünya. izlemedim, biraz haberini okudum. tek şansımız böyle insanımsıların etrafımızda normal bildiğimiz insanlardan çıkmaması. hiç olmazsa onun yıkımını yaşamamak da bir şey.
uzaklarda
dağ başında bir mağara ateşi
rüzgarın öfkesinde harlanan
içim kendi koruyla sıcak şimdi
kül olmanın tadına hasret
kendi ışığından saklanan
bu kendi fırtınasında batmayan geminin
yanmakla sardım gövdesini
bir kayadan sızandım ben
sende bulmadım yolu, nehri
kendi yolunda akan bir ırmaktım
sularımla katışırım sandım dünyaya
hangi nehirle buluşsam
suyu reddetti beni
vazçgeçtim kimyadan
denizin içinde sığınılacak bir okyanus dibi
yeter göğe ulaşmadan
dağ başında bir mağara ateşi
rüzgarın öfkesinde harlanan
içim kendi koruyla sıcak şimdi
kül olmanın tadına hasret
kendi ışığından saklanan
bu kendi fırtınasında batmayan geminin
yanmakla sardım gövdesini
bir kayadan sızandım ben
sende bulmadım yolu, nehri
kendi yolunda akan bir ırmaktım
sularımla katışırım sandım dünyaya
hangi nehirle buluşsam
suyu reddetti beni
vazçgeçtim kimyadan
denizin içinde sığınılacak bir okyanus dibi
yeter göğe ulaşmadan
bambaşka karakterler olsak da, yaşadığı bazı duygulara ve yaptıklarına bakınca, gözlerinde kalbimi okuduğum bir adam olarak :
(bkz:lip gallagher)
not : başlığını eskik açıldığının farkında bile değilim, modlar düzeltebilir mi ?
(bkz:lip gallagher)
not : başlığını eskik açıldığının farkında bile değilim, modlar düzeltebilir mi ?
gülmek ve güzel müzik dinlemek isteyenler için muhteşem eğlenceli bir film.
açılış sahnesi çok eğlenceli, dünya kadar eğlenceli an ve ayrıntı var içinde filmin. karakterlerin hepsi bir yerlerden tanıdık, suç filmlerinde macera filmlerinde bol bol gördüğümüz tipler. jon hamm' e mad men den olan aşinalığım yüzünden rolüne bir türlü alışamasam da güzel. başroldeki çocuk çok iyi gitmiş. darling karakteri, bir kadına leopar desenlinin yakışması zordur ve risklidir, onunla bile çekici olmayı başarabilmiş. en alçakgönüllü kalan kevin spacey olmuş. sonu da filmin ilk yarısının atmosferinde, absürt ve keyifli olarak gitseymiş on numara olacakmış. bu hali bile çok iyi.
açılış sahnesi çok eğlenceli, dünya kadar eğlenceli an ve ayrıntı var içinde filmin. karakterlerin hepsi bir yerlerden tanıdık, suç filmlerinde macera filmlerinde bol bol gördüğümüz tipler. jon hamm' e mad men den olan aşinalığım yüzünden rolüne bir türlü alışamasam da güzel. başroldeki çocuk çok iyi gitmiş. darling karakteri, bir kadına leopar desenlinin yakışması zordur ve risklidir, onunla bile çekici olmayı başarabilmiş. en alçakgönüllü kalan kevin spacey olmuş. sonu da filmin ilk yarısının atmosferinde, absürt ve keyifli olarak gitseymiş on numara olacakmış. bu hali bile çok iyi.
genel ifade bu olduğu için böyle yazdım, bunun aslı ahlaksız insanların dindar daha doğrusu " dinci " olduklarında kendilerini ahlaklı zannetmeleridir. şunu üzüntüyle fark ettim ki çoğu dindar kişi uyduğu ya da uymaya çalıştığı ahlaki kuralları içselleştirmiş değil. bir yaratıcının olmadığına inansalar yok olma korkusuyla tecavüz gasp yağma yapabilecek insanlar, bunları ağızlarından bizzat da duydum. daha insanlığın neandarthel lik basamağında adam ama kendisini insan-ı kamil sanıyor.
Sabah ezanı bu durumlarda sabah oldu artık boşuna debelenme anlamına gelir. Yorgunlukla bu saatten sonra belki biraz uyuya kalırsınız. Hafta içiyse o da piç olur zaten.
Bütün yolculuk onları izledim. Bir trenin aynı kompartmanını paylaştığım iki kişiyi. Ayrı ayrı saatlerde geldiler. Erkek olan gelip oturduktan sonra, önce hiçbir yere bakmadı. Biletine baktı, saate. Kaşları çatık, hareketleri kesin ve keskin, tereddütsüz. Zaman ilerleyip, tren dolup hareket saati yaklaştıkça gözü camdan dışarı doğru uzandı. Kaçtı adeta trenin içinden bakışları. Önce heyecanla, merakla, tedirgin mi heyecanlı mı bilemediğim bir halde istasyonu taradı. Her yüzün her kıpırtının her hareketliliğin üzerinde bir müddet durdu, aradı, bulamadıkça beklemeye devam etti. Annesini kaybetmiş bir hayvan yavrusunu andıran bu bakışlar, zamanla yerini kederli bir donukluğa bıraktı. İstasyonun girişine bakıyordu fakat o an gördüğü şeyin başka olduğuna eminim. Başka zaman dilimlerinde olduğuna da. Üzerine sinen, yaşlı, ümitsiz fakat yine de gözü yolda insanların, ölümle beraber ümidi de arayan bakışlardı.
Derken kompartmandan içeri bir kız girdi. İlk göz göze gelişlerinde ürkek bir şaşkınlık, çarpılıp kalma hali, artık ikisinin de orada olduğu fikri kafalarına yerleşince yerini kafaları başka yöne çevirip kaşları çatmaya bıraktı. Kız beresini çıkardı, üstündeki erimeden kalan son kar parçalarını silkeledi, bavulunu koyup çocuğun karşısına oturdu.
Dikkatimi en baştan beri çektikleri için artık kitap okuyor, camdan dışarıyı izliyor gibi olsam da onları takip ediyordum. her nereye gidiyorlarsa beraber gitmek için bilet almışlar, planlamışlar ama anladığım kadarıyla sonra darılmışlardı. Fakat ikisi de gitmekten vazgeçmemişti. Nedeninin izlerini yüzlerinde aradım durdum. Çocuk kızı görmek istiyordu, bu gelmeyeceğini düşündüğünde yüzündeki halden belliydi. Ama kızgındı, çatık kaşları ve suskunluğu bunu söylüyordu. Kız da geldiğine göre, en azından planlanan şeye sadık kalmış veya onu görmek istemişti. Gittikleri yer belki ikisinin de hislerinden üstteydi. Sevgililer miydi, arkadaşlar mıydı bunu çözemedim. Ama kızgın ve yakınlardı.
Ne zaman birinin bakışı koridordan geçen birine dönse, ne zaman biri elini çantasına atsa, diğerinin tetikte olan bakışları harekete geçiyor, karşısındakinin hareketinin nesnesini yakalamaya çalışıyordu. göz ucuyla izliyorlardı birbirlerini. Ufak tefek bunu belli eden şeyler olmaya başladı tabi. Çocuk kızın düşen kalemini aldı, kız güneşten kitabına bakamadığını anlayınca çocuğun, perdeyi çekti.
-otel değiştirilmiş, herkes önceden adı geçen otelde kalacakmış. Dedi çocuk.
Kız bir kaşını kaldırdı, onun sesiyle irkilmiş, gözlerini tam olarak gözlerine dikmiş, alnında dalgaları andıran çizgilerle rahatsız, katı bir halde çocuğa bakıyordu. Bu şok, dalga dalga bir iç yumuşaklığına döner gibi karşılıklı kesik özet cümlelerle yayıldı içlerine. Sonra kafalarını tekrar indirdiler, biri kitabına, biri müziğine ve camdan görünen manzaraya gömüldü. İç dünyaları iki denizin ilk kez karşılaşması gibi dalgalarla birbirine hakim olmaya çalışıyordu adeta. Bu halleriyle, yapay duvarların ardında, bekliyorlardı aslında duvarın yıkılmasını.
Öğlen çocuk yemeğe gitmek için kalktı, durdu, pek kıza bakmadan
- Yemek yiyecek misin ? diye sordu
- olur geleyim, Oldu kızın cevabı.
Bu garip mecburiyet halini anlamadım. Hiçbiri yemek yemek için birbirine ihtiyaç duymadığı halde gizli bir şeye sadık kalır gibi, hislerinin üstünde bir bağla birbirlerini sürüklüyorlardı. Yemekten döndüklerinde, ellerinde sıcak çay vardı, gülümsediler birbirlerine, kız sonra neşeyle elindeki kitaptan bir şeyler anlatmaya başladı. Çocuk gözleri parlayarak dinledi. Her şeylerine dokunuyor gibi bir halleri vardı. Manevi bir sarılma hali. Son istasyona varıp herkes dağıldığında, istasyondan çıkarken gördüm onları son kez. Tek bir kişi yürüyormuş gibi yürüyorlardı. Bir bedenin iki bacağı gibiydiler.
Derken kompartmandan içeri bir kız girdi. İlk göz göze gelişlerinde ürkek bir şaşkınlık, çarpılıp kalma hali, artık ikisinin de orada olduğu fikri kafalarına yerleşince yerini kafaları başka yöne çevirip kaşları çatmaya bıraktı. Kız beresini çıkardı, üstündeki erimeden kalan son kar parçalarını silkeledi, bavulunu koyup çocuğun karşısına oturdu.
Dikkatimi en baştan beri çektikleri için artık kitap okuyor, camdan dışarıyı izliyor gibi olsam da onları takip ediyordum. her nereye gidiyorlarsa beraber gitmek için bilet almışlar, planlamışlar ama anladığım kadarıyla sonra darılmışlardı. Fakat ikisi de gitmekten vazgeçmemişti. Nedeninin izlerini yüzlerinde aradım durdum. Çocuk kızı görmek istiyordu, bu gelmeyeceğini düşündüğünde yüzündeki halden belliydi. Ama kızgındı, çatık kaşları ve suskunluğu bunu söylüyordu. Kız da geldiğine göre, en azından planlanan şeye sadık kalmış veya onu görmek istemişti. Gittikleri yer belki ikisinin de hislerinden üstteydi. Sevgililer miydi, arkadaşlar mıydı bunu çözemedim. Ama kızgın ve yakınlardı.
Ne zaman birinin bakışı koridordan geçen birine dönse, ne zaman biri elini çantasına atsa, diğerinin tetikte olan bakışları harekete geçiyor, karşısındakinin hareketinin nesnesini yakalamaya çalışıyordu. göz ucuyla izliyorlardı birbirlerini. Ufak tefek bunu belli eden şeyler olmaya başladı tabi. Çocuk kızın düşen kalemini aldı, kız güneşten kitabına bakamadığını anlayınca çocuğun, perdeyi çekti.
-otel değiştirilmiş, herkes önceden adı geçen otelde kalacakmış. Dedi çocuk.
Kız bir kaşını kaldırdı, onun sesiyle irkilmiş, gözlerini tam olarak gözlerine dikmiş, alnında dalgaları andıran çizgilerle rahatsız, katı bir halde çocuğa bakıyordu. Bu şok, dalga dalga bir iç yumuşaklığına döner gibi karşılıklı kesik özet cümlelerle yayıldı içlerine. Sonra kafalarını tekrar indirdiler, biri kitabına, biri müziğine ve camdan görünen manzaraya gömüldü. İç dünyaları iki denizin ilk kez karşılaşması gibi dalgalarla birbirine hakim olmaya çalışıyordu adeta. Bu halleriyle, yapay duvarların ardında, bekliyorlardı aslında duvarın yıkılmasını.
Öğlen çocuk yemeğe gitmek için kalktı, durdu, pek kıza bakmadan
- Yemek yiyecek misin ? diye sordu
- olur geleyim, Oldu kızın cevabı.
Bu garip mecburiyet halini anlamadım. Hiçbiri yemek yemek için birbirine ihtiyaç duymadığı halde gizli bir şeye sadık kalır gibi, hislerinin üstünde bir bağla birbirlerini sürüklüyorlardı. Yemekten döndüklerinde, ellerinde sıcak çay vardı, gülümsediler birbirlerine, kız sonra neşeyle elindeki kitaptan bir şeyler anlatmaya başladı. Çocuk gözleri parlayarak dinledi. Her şeylerine dokunuyor gibi bir halleri vardı. Manevi bir sarılma hali. Son istasyona varıp herkes dağıldığında, istasyondan çıkarken gördüm onları son kez. Tek bir kişi yürüyormuş gibi yürüyorlardı. Bir bedenin iki bacağı gibiydiler.
Kendimi kamaradan içeri sızan güneşin sesine bıraktım. Dışarı çıktığımda, ılık denizin yüzünü öpüp uçuşan rüzgarların serinliği vurdu yüzüme. Önümde denize keskince inen yarları, çiçekli tepeleri ve yeşil zirvesiyle onun adası vardı. Burada önce yüzünüze rüzgar değince uyanıyorsunuz. Sonraki uyanış, tabiatı bir kez daha görmekle başlıyor. Ve asıl uyanış denizin serin dünyasına kendinizi bırakmanızla devam ediyor. Henüz bunun için erkendi. Uyanmasını bekledim. Uyanışını izlemek istersem uyandırabilirdim, bu yüzden dalgaların, kuşların ve uzaktan geçen gemilerin seslerinin onu uyandırmasını bekledim. Kısık gözlerle çıktı içeriden. Yüzünde yazın izleri vardı, doğal olarak esmer olan teni bronzun en güzel kıvamına gelmişti. Saçlarında sanki en güzel arplerin malzemesi olarak kullanılan altın teller dökülüyordu ve göz alıcılığını zirveleştiriyordu. Karanlık gözleri, üzerindeki bembeyaz uzunca bir gömleği andıran elbisesi ile birlikte zarif bir uyum içindeydi. Rüzgar göğsü açık bu elbiseden girip oldukça bol yarım kollarından çıkıyor, tüm vücudundan uykunun nemini alıyor gibiydi. Adaya baktı, uzunca bir süre her koyunu izledi uzaktan.
Yelkenimizi adaya doğru çevirdik ve rüzgarın bizi kucaklayışını hissettik. Adaya vardığımızda, ayak basmadan kahvaltımızı yaptık. Yol üzerinde bulduğumuz biraz taze sebze-meyve, peynir, zeytinyağı kekik ve zeytinden oluşan değişmezi, ve çayımız. Adaya ayak bastığımzda, ilk işimizi bir şekilde su içtiği bütün çeşmelere uğramak oldu. 7 oluklu, oluklarının bazıları aslan başlı bu tarihi çeşmelerin yüzyıllardır kesilmemiş serin suyunu yudumladık. Ayağının kanadığı, dizlerinin soyulduğu, erik dikenlerine bata çıka erik kovaladığı, sincaplarla dostluk ettiği koruları dolaştık. Gizli saklı yabani elma ağacını aradı, buldu. Kaybola kaybol keşfettiği patikalarda dolaştık. Kaybolmaktan zevk almasına şaşırmıyordum ama kaybolmayı bu kadar doğal bulması garipti. Kaybolmadıktan sonra neden gezmeye çıkayım ki diyordu. Korkmadığı zamanlardı, korkuyu uzun zaman tanımamıştı. O zamanlar gözü karaydı, şimdi ise cesur. Adanın küçük agorasında saklambaç oynadığı günleri konuşa konuşa, adanın zeytin ağaçlı zirvesine çıktık. Burada, eski bir gözcü kulesinin harabesi vardı. Burası onun, en zor zamanlarında kaçtığı yerlerden biriydi. Oturdu, adanın güneşin battığı yönüe döndü, ellerini kucağına koydu. Yokmuşum gibi hafif arka çaprazında, ağaca yaslı durup onu izledim. “ burada bekledim gep geceyi “ dedi. Sanki, tüm o zamanlardan damıtılıp ruhunda kalanı hissetmemi ister gibi karanlık karanlık baktı. Kandillerine döktüğü şeyleri, kanıma karıştırmak ister gibiydi. “ burada değiştirdim derimi kaç kez” dedi. Bir farkla, tüm hayvanlar, dışta ölen derilerini bırakıp, dıştan içe yenilenirken, o hep içten dışa yenilenmişti. Kadınlar 18 yaşlarından sonra çok fazla kez deri değiştirir uzun zaman, soğuyup son şeklini almamış gezegenler gibidirler. Çarpışır, parçalanır, ufalır, büyürler. Bazen parçaları kopar bazen terk edilmez parçalar edinirler. Yıldız tozlarıyla süslenir içleri de dışları da. Ve soğurlar gittikçe, gittikçe soğurlar. İçlerinde yanmaya dönmeye devam eden bir çekirdek kalıncaya değin. O da öyleydi. Kabuk bağlayıp deniz tutup gökyüzünü edine değin, hayatla dolana değin çok kez içinden dışında değişmişti. Burada, yıllar boyu geçirdiği değişimi izledim. Dinledim.
“ deniz kızlarıyla konuştuğun mağara ?” diye sordum. Hadi gidelim dedi ve kulenin önünden geldiğimiz yönün aksine adadan aşağı indik. Burada denize doğru inen kayalıkların arasındaki bir yarığı gösterdi. Önce o girdi, kıvrak vücudunun kayalıkların arasından kendini yaralamadan geçişini izledim, ben de yarıktan geçtikten sonra, mağaranın zeminine doğru indik. Dibindeki su, nereden geldiği belirsiz bir ışıkla parıldıyordu. Mağara duvarlarından kaynak sularının sızdığını fark ediyordum. Ve deniz uğultusu, garip bir halde mağaraya sızıyordu. Eminim dedi, küçükken gündüzleri buraya kaçtığımda, denizkızlarının gelip benimle konuştuğuna, beni denizler altındaki şehirlere çağırdığına, oraları anlattıklarına eminim.. bu adadaki çoğu kişi onların çocuklarıymış biliyor musun ? bazı denizkızları gerçek aşkı bulunca gerçek kız olurlarmış, hatta benim soyumda böyle bir kadından geliyormuş, benim gözlerimde karanlık suların rengi varmış, bazısı mercan rengi olurmuş, bazısı kumsal rengi.. bana renk renk taşlar getirirlerdi. Ben onları evdekilere götürür kolye, küpe yapmalarını isterdim. Gülümseyerek dinledim onu. İnanmıyorsam hemen şu suya girip def olup gidebileceğimi söyledi. Bahsettiği renkli taşların, kristallerin kaynağını aradım mağara duvarlarında. Bu çabamı elbette zekasıyla sezmesi uzun sürmedi. Attığı küçük çakıllardan dikitlerin ardına saklanarak kurtuldum. Gülerek tamam tamam o kadar da deli değilim dedi. Ama küçükken çok hayalperest bir çocuktum, bunların hepsini yüzde yüz gerçeklermiş gibi etrafımdaki insanlara anlattığımı anımsıyorum..
Etrafı taş duvarla kaplı, ince bir yoldan meyve bahçeleri boyunca yürümeye başladık. Bu yol, adanın verimli kısmını dolaşan zirveye çıkışın en ağır ve uzun versiyonuydu. Elbette her meyve bahçesinde saçlarına takaçak taçlar, yakasına ödüller, kulaklarına küpeler buldum. Bazı üzümlerin tadına dudaklarında bakma teklifim kabul görmemiş olsa da inatla cebime atmaya çalıştığım üzümlerin ezilip üzerimi kirlettiğini fark edince bu sevdadan vazgeçtim.
Güneşin batışını birlikte izledik. Uzunca bir taşa yaslanmıştım ve başı göğsümdeydi. Şu an, kalkıp, göğsümde uzanışını tam karşısından, gözlerinde batan güneş, karanlığa karışır gibi kaybolurken izlemek isterdim. Bunun yerine, nefes aldıkça kalkıp inen bedenini hissetmeyi seçtim. Ellerim pürüzsüz teninde dolaştı. Onun bir eli koluma dolanıktı, diğerinde bulup buluşturduğu çiçekler, otlar vardı. Bakışlarımızı gece ilerleyince gökyüzüne çevirdik. Çok yüzeysel bildiğim tüm burçları gösterdi bana, ve fazlasını. Galaksileri, gezegenleri.. çok sevdiği filozofların gökyüzü hakkındaki sözlerini tekrarladı. Eliyle gökyüzünü işaret ederken, her an sihrli bir şekilde parmaklarının dolaştığı yerler mor bir izle belirlenecekmiş gibi gelirdi. Hava serinledikçe bana sokuldu. Gemiye dönsek mi bilemedik. Sabah serinliğinden korksak da burası onun evi gibiydi. Ne kadar kendisini karanlıklara kapatırsa kapatsın, biliyordum o mavi gökyüzü, zeytin ağaçları ve beyaz elbiseler içinde bir bilgeliğin dişi bir izdüşümüydü. Ruhunu bu antik tiyatrolardan, agoralardan, kütüphanelerden yükselen sesten aldığını biliyordum.
Gece koyulaştıkça, doğa karanlığa çekildi, yıldızlar lambalarımız oldu, ve onun, tarihle uyumlu karakterinin yerini karanlık gözleri, sıcak teni ve altın izli saçları aldı. Dudaklarının kenarında kiraz izleri arıyordum. Üzümler dökmek istiyordum göğsüne. “ bu gece şarap içeceğiz “ dedim.. “ ama biz içmeyiz” dedi. “ dudaklarındakii kırmızılıktan ben çıkarırım onu” dedim. Bir kadını öptüğünüzde onu tüketirsiniz gibi gelir. Sevdiğiniz kadını öpmek ise onu çoğaltmak gibiymiş, bildim.
Yelkenimizi adaya doğru çevirdik ve rüzgarın bizi kucaklayışını hissettik. Adaya vardığımızda, ayak basmadan kahvaltımızı yaptık. Yol üzerinde bulduğumuz biraz taze sebze-meyve, peynir, zeytinyağı kekik ve zeytinden oluşan değişmezi, ve çayımız. Adaya ayak bastığımzda, ilk işimizi bir şekilde su içtiği bütün çeşmelere uğramak oldu. 7 oluklu, oluklarının bazıları aslan başlı bu tarihi çeşmelerin yüzyıllardır kesilmemiş serin suyunu yudumladık. Ayağının kanadığı, dizlerinin soyulduğu, erik dikenlerine bata çıka erik kovaladığı, sincaplarla dostluk ettiği koruları dolaştık. Gizli saklı yabani elma ağacını aradı, buldu. Kaybola kaybol keşfettiği patikalarda dolaştık. Kaybolmaktan zevk almasına şaşırmıyordum ama kaybolmayı bu kadar doğal bulması garipti. Kaybolmadıktan sonra neden gezmeye çıkayım ki diyordu. Korkmadığı zamanlardı, korkuyu uzun zaman tanımamıştı. O zamanlar gözü karaydı, şimdi ise cesur. Adanın küçük agorasında saklambaç oynadığı günleri konuşa konuşa, adanın zeytin ağaçlı zirvesine çıktık. Burada, eski bir gözcü kulesinin harabesi vardı. Burası onun, en zor zamanlarında kaçtığı yerlerden biriydi. Oturdu, adanın güneşin battığı yönüe döndü, ellerini kucağına koydu. Yokmuşum gibi hafif arka çaprazında, ağaca yaslı durup onu izledim. “ burada bekledim gep geceyi “ dedi. Sanki, tüm o zamanlardan damıtılıp ruhunda kalanı hissetmemi ister gibi karanlık karanlık baktı. Kandillerine döktüğü şeyleri, kanıma karıştırmak ister gibiydi. “ burada değiştirdim derimi kaç kez” dedi. Bir farkla, tüm hayvanlar, dışta ölen derilerini bırakıp, dıştan içe yenilenirken, o hep içten dışa yenilenmişti. Kadınlar 18 yaşlarından sonra çok fazla kez deri değiştirir uzun zaman, soğuyup son şeklini almamış gezegenler gibidirler. Çarpışır, parçalanır, ufalır, büyürler. Bazen parçaları kopar bazen terk edilmez parçalar edinirler. Yıldız tozlarıyla süslenir içleri de dışları da. Ve soğurlar gittikçe, gittikçe soğurlar. İçlerinde yanmaya dönmeye devam eden bir çekirdek kalıncaya değin. O da öyleydi. Kabuk bağlayıp deniz tutup gökyüzünü edine değin, hayatla dolana değin çok kez içinden dışında değişmişti. Burada, yıllar boyu geçirdiği değişimi izledim. Dinledim.
“ deniz kızlarıyla konuştuğun mağara ?” diye sordum. Hadi gidelim dedi ve kulenin önünden geldiğimiz yönün aksine adadan aşağı indik. Burada denize doğru inen kayalıkların arasındaki bir yarığı gösterdi. Önce o girdi, kıvrak vücudunun kayalıkların arasından kendini yaralamadan geçişini izledim, ben de yarıktan geçtikten sonra, mağaranın zeminine doğru indik. Dibindeki su, nereden geldiği belirsiz bir ışıkla parıldıyordu. Mağara duvarlarından kaynak sularının sızdığını fark ediyordum. Ve deniz uğultusu, garip bir halde mağaraya sızıyordu. Eminim dedi, küçükken gündüzleri buraya kaçtığımda, denizkızlarının gelip benimle konuştuğuna, beni denizler altındaki şehirlere çağırdığına, oraları anlattıklarına eminim.. bu adadaki çoğu kişi onların çocuklarıymış biliyor musun ? bazı denizkızları gerçek aşkı bulunca gerçek kız olurlarmış, hatta benim soyumda böyle bir kadından geliyormuş, benim gözlerimde karanlık suların rengi varmış, bazısı mercan rengi olurmuş, bazısı kumsal rengi.. bana renk renk taşlar getirirlerdi. Ben onları evdekilere götürür kolye, küpe yapmalarını isterdim. Gülümseyerek dinledim onu. İnanmıyorsam hemen şu suya girip def olup gidebileceğimi söyledi. Bahsettiği renkli taşların, kristallerin kaynağını aradım mağara duvarlarında. Bu çabamı elbette zekasıyla sezmesi uzun sürmedi. Attığı küçük çakıllardan dikitlerin ardına saklanarak kurtuldum. Gülerek tamam tamam o kadar da deli değilim dedi. Ama küçükken çok hayalperest bir çocuktum, bunların hepsini yüzde yüz gerçeklermiş gibi etrafımdaki insanlara anlattığımı anımsıyorum..
Etrafı taş duvarla kaplı, ince bir yoldan meyve bahçeleri boyunca yürümeye başladık. Bu yol, adanın verimli kısmını dolaşan zirveye çıkışın en ağır ve uzun versiyonuydu. Elbette her meyve bahçesinde saçlarına takaçak taçlar, yakasına ödüller, kulaklarına küpeler buldum. Bazı üzümlerin tadına dudaklarında bakma teklifim kabul görmemiş olsa da inatla cebime atmaya çalıştığım üzümlerin ezilip üzerimi kirlettiğini fark edince bu sevdadan vazgeçtim.
Güneşin batışını birlikte izledik. Uzunca bir taşa yaslanmıştım ve başı göğsümdeydi. Şu an, kalkıp, göğsümde uzanışını tam karşısından, gözlerinde batan güneş, karanlığa karışır gibi kaybolurken izlemek isterdim. Bunun yerine, nefes aldıkça kalkıp inen bedenini hissetmeyi seçtim. Ellerim pürüzsüz teninde dolaştı. Onun bir eli koluma dolanıktı, diğerinde bulup buluşturduğu çiçekler, otlar vardı. Bakışlarımızı gece ilerleyince gökyüzüne çevirdik. Çok yüzeysel bildiğim tüm burçları gösterdi bana, ve fazlasını. Galaksileri, gezegenleri.. çok sevdiği filozofların gökyüzü hakkındaki sözlerini tekrarladı. Eliyle gökyüzünü işaret ederken, her an sihrli bir şekilde parmaklarının dolaştığı yerler mor bir izle belirlenecekmiş gibi gelirdi. Hava serinledikçe bana sokuldu. Gemiye dönsek mi bilemedik. Sabah serinliğinden korksak da burası onun evi gibiydi. Ne kadar kendisini karanlıklara kapatırsa kapatsın, biliyordum o mavi gökyüzü, zeytin ağaçları ve beyaz elbiseler içinde bir bilgeliğin dişi bir izdüşümüydü. Ruhunu bu antik tiyatrolardan, agoralardan, kütüphanelerden yükselen sesten aldığını biliyordum.
Gece koyulaştıkça, doğa karanlığa çekildi, yıldızlar lambalarımız oldu, ve onun, tarihle uyumlu karakterinin yerini karanlık gözleri, sıcak teni ve altın izli saçları aldı. Dudaklarının kenarında kiraz izleri arıyordum. Üzümler dökmek istiyordum göğsüne. “ bu gece şarap içeceğiz “ dedim.. “ ama biz içmeyiz” dedi. “ dudaklarındakii kırmızılıktan ben çıkarırım onu” dedim. Bir kadını öptüğünüzde onu tüketirsiniz gibi gelir. Sevdiğiniz kadını öpmek ise onu çoğaltmak gibiymiş, bildim.
- What did happen to us ?
Diye sordu kadın, 20 yıllık eşine, daha doğrusu ölü olan eşine, sağlığında aldattığı eşine. Bir zamanlar birbirlerine ne kadar aşık olduklarını konuşurlarken.
- “Life happened to us “ dedi adam.
Yaşamın kendisi değişim ve dönüşümdür. İnsan, her yıl bir halka daha ekleyerek kendine kalınlaşıp sertleşen bir şey değildir. Ruh yabancılaşır, bir şeyler yıkılır bir şeyler inşa edilir. Reflekslerimizde kendini bulur değişim. İrkildiğimizde söylediğimiz sözler, korktuğumuzda yanımızda olmasını istediğimiz insanlar, sabah uyandığımızda aklımıza ilk gelen şey, gece yatarken son düşündüğümüz şey. İnsan, tüm yaşamı boyunca aynı sona doğru kürek çekse de, her perdelerini açan günün senaryosu, baş kahramanı farklılaşır. Farklılık eğer, hayatın bize dayattığı yeni senaryo olursa, kaderin hükümleri irademizi kamçısıyla ezip zincirlerse, o zaman dram hiç bitmez.
Mad men'den :
- Arkadaşının neyi var ?
- Başka birinin karısıyla ilişkisi var
- Bu yüzden mi hastanede ?
- Komplikasyon olmuş.
- Neden yapmış bunu ?
- Hep normal sebeplerden işte. Biraz rahatlamaya ihtiyacı varmış. Biraz macera istemiş. kendini yine yakışıklı hissetmek istemiş. Bir şeyler bildiğini hissetmek istemiş. Geçen yılların bir işe yaradığını, gençlerin henüz bilmediği şeyler bildiğini görmek istemiş. Birkaç içki içip kendini çok, çok iyi hissedeceğini zannetmiş herhalde. Sonra da normal hayatına dönüp “ çok iyiydi yahu” diyecekmiş.
- Ama hastalanmış öyle mi ?
- Her şey bittiğinde kalbi kırılmış. İşte o zaman, sahip olduğu şeylerin de zaten pek de iyi olmadığını anlamış. Zaten bütün bu olanların sebebi de buymuş. Hayatının ve ailesinin, derin bir yara üstündeki yara bandı gibi olduğunu anlamış.
Diye sordu kadın, 20 yıllık eşine, daha doğrusu ölü olan eşine, sağlığında aldattığı eşine. Bir zamanlar birbirlerine ne kadar aşık olduklarını konuşurlarken.
- “Life happened to us “ dedi adam.
Yaşamın kendisi değişim ve dönüşümdür. İnsan, her yıl bir halka daha ekleyerek kendine kalınlaşıp sertleşen bir şey değildir. Ruh yabancılaşır, bir şeyler yıkılır bir şeyler inşa edilir. Reflekslerimizde kendini bulur değişim. İrkildiğimizde söylediğimiz sözler, korktuğumuzda yanımızda olmasını istediğimiz insanlar, sabah uyandığımızda aklımıza ilk gelen şey, gece yatarken son düşündüğümüz şey. İnsan, tüm yaşamı boyunca aynı sona doğru kürek çekse de, her perdelerini açan günün senaryosu, baş kahramanı farklılaşır. Farklılık eğer, hayatın bize dayattığı yeni senaryo olursa, kaderin hükümleri irademizi kamçısıyla ezip zincirlerse, o zaman dram hiç bitmez.
Mad men'den :
- Arkadaşının neyi var ?
- Başka birinin karısıyla ilişkisi var
- Bu yüzden mi hastanede ?
- Komplikasyon olmuş.
- Neden yapmış bunu ?
- Hep normal sebeplerden işte. Biraz rahatlamaya ihtiyacı varmış. Biraz macera istemiş. kendini yine yakışıklı hissetmek istemiş. Bir şeyler bildiğini hissetmek istemiş. Geçen yılların bir işe yaradığını, gençlerin henüz bilmediği şeyler bildiğini görmek istemiş. Birkaç içki içip kendini çok, çok iyi hissedeceğini zannetmiş herhalde. Sonra da normal hayatına dönüp “ çok iyiydi yahu” diyecekmiş.
- Ama hastalanmış öyle mi ?
- Her şey bittiğinde kalbi kırılmış. İşte o zaman, sahip olduğu şeylerin de zaten pek de iyi olmadığını anlamış. Zaten bütün bu olanların sebebi de buymuş. Hayatının ve ailesinin, derin bir yara üstündeki yara bandı gibi olduğunu anlamış.
Dükkan kapanıyordu. Eylül, bu ne serin ne de sıcak akşamlarıyla, henüz sonbahar ile yaşanan cicim aylarının sahibi ve bunaltıcı yaz gecelerinin kurtarıcıymışcasına seviliyordu. Duru, berrak akşamlarda temiz nefesler alan kalabalıklar can bulmuş hayat dolmuş gibi, ne sıcaklardan ne soğuklardan korkarak yürüyordu. Ceketimi almıyordum, kalın giymeme de gerek yoktu, en çok bu havaları sevmiştim ömrüm boyunca.
Kitap satıyordum fakat dükkanın asıl işi kitap satmak değildi. kırtasiye benzeri bu yer için kitap şu an okul listelerinde para eden bir diğer şey olması sebebiyle önemliydi, şu an mevsimi de olduğundan geçici bir süre beni istihdam etmiş bulunuyorlardı.benim için de bir para kazanma yöntemi ve yormayan bir iş olmanın ötesinde değildi kitap satmak, kitapçı değildim, kitap satıyordum sadece.
Bizimle beraber dükkanını kapatan bir sahaf vardı. İnzivayı üstüne giymiş gibiydi, gür sakalları renkli gözleriyle tüm yüzünü ve hislerini anlatan mimiklerini sakladığı gibi, ömrünü de bu dükkana saklamıştı. Fakat öyle alelade kitaplar satmazdı, derin kitaplar,ağır kitaplar, eski kitaplar satardı. En nihayetinde satardı, yazarı değildi, ama sanki okuduğunu satıyor, veya okunmasını istediklerini satıyor hali üzerine sinmişti. Sanki dağıtmaktı yaptığı daha çok. Böyle görünmesini mi isterdi, kim bilir hangi merhalelerden geçmiş ve yenik ömrünün en nihayetinde birkaç parça eşya satma etiketinde donakalmış haline bir makyaj mıydı bu, çok düşündüm.fakat ona hiç sormadım. Belki bir çayını içseydim fikrim olurdu.
Biri vardı her zaman gelen. Şiir kitaplarının raflarında kaybolurdu. Pek soru sormaz, yazar takip etmez, çıkacak kitap beklemez, kitap sipariş etmezdi. Çoğu zaman aynı kitapların etrafında görürdüm. Kimi şiir kitaplarına ilk defa rastlıyor gibi,elinde kitap büyümüş gözleriyle uzun süre ayakta dalıp dikildiğine şahit oldum. İç savaşları vardı, biliyordum. Hissediyordum demek daha doğru belki, bazen okuyup üstünden geçtiği şiire başka gün gömülüp kalmasının başkaca açıklaması yoktu benim için. Kim bilir şu an, iç dünyalarının hangi burcuna hangi duygusu hücum etmiş, bir şiirin mısralarını kalkan, ok, gürz, gülle edinmişti. Karanlıkta dönen sesleri dinleyip eşyadan kaçan bir yarasa gibi şiirlere doğru saçılıyor, dönen tüm o duygu, his, kalple yönünü buluyor, hayvandan, eşyadan, nefsten, gerçekten kaçıyordu. Bunu anlayabilmek için daha sonra yerine bıraktığı kitapların hangi sayfalarının buruştuğu kıvrıldığı, ya da yıprandığını takip etmem gerekti. Yeni bir kitap aldığınızda açıp okuduğunuz yerde kalan o değilmişlik haliydi aşağı yukarı kovaladığım. Ya da ben onun iç duvarlarıma düşen gölgesine böyle bir hikaye giydirmeyi tecih etmiştim. Gri kaldırımlarda, kırmızı, kıpkırmızı aşklar yaşanıyordu, o ise siyah beyaz kalmış ve bunu iliklerine kadar hissetmiş de, kendisini renklerden yıkayıp arındırmış yağmulara kızgın fakat kabullenmiş susuyordu. Gözleri, kendisi maviydi, fakat karanlığın keskinliği onda başkaydı, külün rengi. Ölüm değildi bu. Bu karanlık, bu siyah, ışık düştüğünde ışığı en güzel bell edip yakalamak üzere karanlıklaşmak gibiydi. Kayıptı ve bilmiyordu. Daha iyi duymak için tüm sesleri susturmak gibi, daha iyi görmek için tüm ışıklarını kapatmıştı. Onu böyle düşlemek, romanlar düşünceler saçmalıklar pazarlıklar gösterişler dolu raflarda bana güzel bir dünya kazandırıyordu.
Bir gün kasada olmayan bozuk paranın üstüme saldığı yıkıklık hissiyle yandaki sahafa gittim, o orada, sahafın yanında, çay içiyordu onunla. Bir an irkildim, heyecan da duydum, bu garip buluşma, sanki birbiriyle çıkar ilişkisine girmiş fakat her an gönül bağı da kurabilecek iki yabancı dünyanın buluşması gibi bir etki uyandırmıştı bende. Nihayet doğru düzgün satış yapamayan bir sahafın bozuk parası da olamayacağını teyit edip oradan ayrıldım. Bir yarım saat sonra, dükkanı kapatıp çıkmaya hazırlanırken bu ikilinin sokağa attıkları iskemleler üzerinde sahafın sokak tezgahının dibinde oturduklarını gördüm. Beni görünce sahaf bir iyi akşamların ardından birkaç yazarı sordu, bizde hangi kitaplarının olup olmadığını.bizde olanlar nispeten pahalıydı, kız belki sahaflardan ucuza bulurum demiş, fakat bulamamış. Mesele uzayıp gitmiş, sahaf amca bırakmamış kızı.
- Düşünmek istemiyorum aslında, diyordu. Çünkü benim gördüğüm, düşüncenin zirvesine kadar çıkan insanların bile ulaştığı karanlık, soğuk, hiçbir çıkmazı olmayan bir yok oluş korkusu, ölüm, anlamsızlık, daha fazla acı, bunalım. Diğerleri öfkeliler, başka insanlara, sistemlere, hükümdarlara, askerlere, hakimlere, onlarla mücadele etme yolunu seçmişler, mücadele ederken sessizce bir an ölmeyi yeğlemişler, ya da unutmuşlar ölümü böylece. Ben düşünmek istemiyorum, bana getireceğinin daha korkunç bir yokluk bekleyişi olmasından korkuyorum. Duygular böyle değil, kalp de böyle değil. Şiir de böyle değil. En nihayetinde herkesin kişiliği, zaafları kirletir davranışını, ama kalp içerideki sıcak kırmızı ve saf kandır, oranın pınarlarında akan hep sıcak, hep hissedilir, bir sonsuz varsa ancak orada olmalı.
Sahaf bir düşündü, yüzü derin bir kuyuya bakar gibi aşağı eğildi, gözerini çaresizlikle yummadı, neyi çekip çıkaracağını merak ettim.
-seninki, güzel ya da çirkin, soğuk veya sıcak, engin veya kör, bir şehri, bir manzarayı başkasının satırlarından okuyup orayı yaşadığını, hissettiğini, anladığını farz ederek oraya gitmekten vazgeçmeye benziyor. Oysa, o soğuk dağın zirvesinde, o sert rüzgarı yüzünde hissetmeden, o manzarayı kend gözlerinle görmeden, o ufka ulaşmadan, nasıl vazgeçebilirsin ? yaşamadan, yaşamış gibi nasıl emin olabilirsin ? duygulara sığınıyorsun,düşünmenin seni getirdiği uçurumlardan kaçıp, hissin sıcaklığına. Biliyorum bu kendini avutma ya da sarhoş etme yöntemi değil, ama düşünmek senin arızalı bir yönün ve hissetmek asıl gerçeğin değil. Düşün ve bulduğunu hissederek yaşa, elbette bunu şu an sana söylememin hiçbir tesiri yok, olmasını da beklemem, sadece ufukların önündeki birkaç duvarı yıkmak için. Sen ne dersin peki evlat ? sen ne yaparsın ?
- Ben yürümek istiyorum sadece, biraz içimi parçalamam gerek. Vapura yetişsem güzel olacak.
Kalktım, kafamın içindeki arı kovanına yeni sesler katıp, kendimi kim bilir neyin ellerinde olduğunu bilmediğim kukla haliyle başka sahnelere bıraktım.
Kitap satıyordum fakat dükkanın asıl işi kitap satmak değildi. kırtasiye benzeri bu yer için kitap şu an okul listelerinde para eden bir diğer şey olması sebebiyle önemliydi, şu an mevsimi de olduğundan geçici bir süre beni istihdam etmiş bulunuyorlardı.benim için de bir para kazanma yöntemi ve yormayan bir iş olmanın ötesinde değildi kitap satmak, kitapçı değildim, kitap satıyordum sadece.
Bizimle beraber dükkanını kapatan bir sahaf vardı. İnzivayı üstüne giymiş gibiydi, gür sakalları renkli gözleriyle tüm yüzünü ve hislerini anlatan mimiklerini sakladığı gibi, ömrünü de bu dükkana saklamıştı. Fakat öyle alelade kitaplar satmazdı, derin kitaplar,ağır kitaplar, eski kitaplar satardı. En nihayetinde satardı, yazarı değildi, ama sanki okuduğunu satıyor, veya okunmasını istediklerini satıyor hali üzerine sinmişti. Sanki dağıtmaktı yaptığı daha çok. Böyle görünmesini mi isterdi, kim bilir hangi merhalelerden geçmiş ve yenik ömrünün en nihayetinde birkaç parça eşya satma etiketinde donakalmış haline bir makyaj mıydı bu, çok düşündüm.fakat ona hiç sormadım. Belki bir çayını içseydim fikrim olurdu.
Biri vardı her zaman gelen. Şiir kitaplarının raflarında kaybolurdu. Pek soru sormaz, yazar takip etmez, çıkacak kitap beklemez, kitap sipariş etmezdi. Çoğu zaman aynı kitapların etrafında görürdüm. Kimi şiir kitaplarına ilk defa rastlıyor gibi,elinde kitap büyümüş gözleriyle uzun süre ayakta dalıp dikildiğine şahit oldum. İç savaşları vardı, biliyordum. Hissediyordum demek daha doğru belki, bazen okuyup üstünden geçtiği şiire başka gün gömülüp kalmasının başkaca açıklaması yoktu benim için. Kim bilir şu an, iç dünyalarının hangi burcuna hangi duygusu hücum etmiş, bir şiirin mısralarını kalkan, ok, gürz, gülle edinmişti. Karanlıkta dönen sesleri dinleyip eşyadan kaçan bir yarasa gibi şiirlere doğru saçılıyor, dönen tüm o duygu, his, kalple yönünü buluyor, hayvandan, eşyadan, nefsten, gerçekten kaçıyordu. Bunu anlayabilmek için daha sonra yerine bıraktığı kitapların hangi sayfalarının buruştuğu kıvrıldığı, ya da yıprandığını takip etmem gerekti. Yeni bir kitap aldığınızda açıp okuduğunuz yerde kalan o değilmişlik haliydi aşağı yukarı kovaladığım. Ya da ben onun iç duvarlarıma düşen gölgesine böyle bir hikaye giydirmeyi tecih etmiştim. Gri kaldırımlarda, kırmızı, kıpkırmızı aşklar yaşanıyordu, o ise siyah beyaz kalmış ve bunu iliklerine kadar hissetmiş de, kendisini renklerden yıkayıp arındırmış yağmulara kızgın fakat kabullenmiş susuyordu. Gözleri, kendisi maviydi, fakat karanlığın keskinliği onda başkaydı, külün rengi. Ölüm değildi bu. Bu karanlık, bu siyah, ışık düştüğünde ışığı en güzel bell edip yakalamak üzere karanlıklaşmak gibiydi. Kayıptı ve bilmiyordu. Daha iyi duymak için tüm sesleri susturmak gibi, daha iyi görmek için tüm ışıklarını kapatmıştı. Onu böyle düşlemek, romanlar düşünceler saçmalıklar pazarlıklar gösterişler dolu raflarda bana güzel bir dünya kazandırıyordu.
Bir gün kasada olmayan bozuk paranın üstüme saldığı yıkıklık hissiyle yandaki sahafa gittim, o orada, sahafın yanında, çay içiyordu onunla. Bir an irkildim, heyecan da duydum, bu garip buluşma, sanki birbiriyle çıkar ilişkisine girmiş fakat her an gönül bağı da kurabilecek iki yabancı dünyanın buluşması gibi bir etki uyandırmıştı bende. Nihayet doğru düzgün satış yapamayan bir sahafın bozuk parası da olamayacağını teyit edip oradan ayrıldım. Bir yarım saat sonra, dükkanı kapatıp çıkmaya hazırlanırken bu ikilinin sokağa attıkları iskemleler üzerinde sahafın sokak tezgahının dibinde oturduklarını gördüm. Beni görünce sahaf bir iyi akşamların ardından birkaç yazarı sordu, bizde hangi kitaplarının olup olmadığını.bizde olanlar nispeten pahalıydı, kız belki sahaflardan ucuza bulurum demiş, fakat bulamamış. Mesele uzayıp gitmiş, sahaf amca bırakmamış kızı.
- Düşünmek istemiyorum aslında, diyordu. Çünkü benim gördüğüm, düşüncenin zirvesine kadar çıkan insanların bile ulaştığı karanlık, soğuk, hiçbir çıkmazı olmayan bir yok oluş korkusu, ölüm, anlamsızlık, daha fazla acı, bunalım. Diğerleri öfkeliler, başka insanlara, sistemlere, hükümdarlara, askerlere, hakimlere, onlarla mücadele etme yolunu seçmişler, mücadele ederken sessizce bir an ölmeyi yeğlemişler, ya da unutmuşlar ölümü böylece. Ben düşünmek istemiyorum, bana getireceğinin daha korkunç bir yokluk bekleyişi olmasından korkuyorum. Duygular böyle değil, kalp de böyle değil. Şiir de böyle değil. En nihayetinde herkesin kişiliği, zaafları kirletir davranışını, ama kalp içerideki sıcak kırmızı ve saf kandır, oranın pınarlarında akan hep sıcak, hep hissedilir, bir sonsuz varsa ancak orada olmalı.
Sahaf bir düşündü, yüzü derin bir kuyuya bakar gibi aşağı eğildi, gözerini çaresizlikle yummadı, neyi çekip çıkaracağını merak ettim.
-seninki, güzel ya da çirkin, soğuk veya sıcak, engin veya kör, bir şehri, bir manzarayı başkasının satırlarından okuyup orayı yaşadığını, hissettiğini, anladığını farz ederek oraya gitmekten vazgeçmeye benziyor. Oysa, o soğuk dağın zirvesinde, o sert rüzgarı yüzünde hissetmeden, o manzarayı kend gözlerinle görmeden, o ufka ulaşmadan, nasıl vazgeçebilirsin ? yaşamadan, yaşamış gibi nasıl emin olabilirsin ? duygulara sığınıyorsun,düşünmenin seni getirdiği uçurumlardan kaçıp, hissin sıcaklığına. Biliyorum bu kendini avutma ya da sarhoş etme yöntemi değil, ama düşünmek senin arızalı bir yönün ve hissetmek asıl gerçeğin değil. Düşün ve bulduğunu hissederek yaşa, elbette bunu şu an sana söylememin hiçbir tesiri yok, olmasını da beklemem, sadece ufukların önündeki birkaç duvarı yıkmak için. Sen ne dersin peki evlat ? sen ne yaparsın ?
- Ben yürümek istiyorum sadece, biraz içimi parçalamam gerek. Vapura yetişsem güzel olacak.
Kalktım, kafamın içindeki arı kovanına yeni sesler katıp, kendimi kim bilir neyin ellerinde olduğunu bilmediğim kukla haliyle başka sahnelere bıraktım.
" sen ne istersen öyle, nasıl söylüyorsan öyle"
gölge etmek değildir arzum
sen ışılda isterim her dalgaboyunda
görünürken ve görünenin de ardında
kainatın hayatı var eden ışığıyla
parıldayan bir aydır varlığın
tılsımının kokusu sarar rüyalarımı
ve korkusu, yokluğu ışığının
iyi ki yaşayıp geçmişsin dünyadan
sana güz olmak değildi arzum
düşürmemekti hiçbir yaprağı arzum
örtmemekti hiçbir camı arzum
güneşi selamlayarak ve ayı buyur ederek
ikimizden başka sadece kainatı hissederek
kalbe sığmaz bir sevgiyle
teninden ruhuna sevişmekti arzum
kıskaçlarımla tutmaya çalışırken
seni yaralamak değildi arzum
bu ateş sarar dört yanımı
ben ki sana tutkun ama hep kendine tuzak
kendi zehrimle ölmek değildi arzum
ışığım, ışığına gölge düşmesindir arzum
sen ışılda isterim her dalgaboyunda
görünürken ve görünenin de ardında
kainatın hayatı var eden ışığıyla
parıldayan bir aydır varlığın
tılsımının kokusu sarar rüyalarımı
ve korkusu, yokluğu ışığının
iyi ki yaşayıp geçmişsin dünyadan
sana güz olmak değildi arzum
düşürmemekti hiçbir yaprağı arzum
örtmemekti hiçbir camı arzum
güneşi selamlayarak ve ayı buyur ederek
ikimizden başka sadece kainatı hissederek
kalbe sığmaz bir sevgiyle
teninden ruhuna sevişmekti arzum
kıskaçlarımla tutmaya çalışırken
seni yaralamak değildi arzum
bu ateş sarar dört yanımı
ben ki sana tutkun ama hep kendine tuzak
kendi zehrimle ölmek değildi arzum
ışığım, ışığına gölge düşmesindir arzum
uzun uzun cümleler kurma arzusudur. konu ne olursa olsun. kısalan cümlelerdir aşkın bitişi de. alışkanlığa dönüşüdür.
isteseydin hiç susmazdım.
isteseydin hiç susmazdım.