başka bir interaktif sözlükte tanıdığım, çok değerli bir dostun nazik daveti ile bugün dahil olduğum sözlük. aynı platformdan, yine çok değerli bazı yazar arkadaşları görmem ile yabancılık hissiyatını hiç yaşamadığımı da ayrıca belirtmek isterim.
zenginliği daim olsun...
gerçeklerden başlamak gerekirse, ülkemizdeki sözlüklerin atasıdır, orası net. onun dışında her dönem çok farklı konularda en fazla tartışılan sözlüklerin başında gelir o da ayrı bir gerçek tabii. şahsi düşüncem, eskisi kadar olmasa da gündem oluşturma veya gündemi yakından takip etme anlamında hali hazırda liderliği başka sözlüğe kaptırmamaktadır. ancak burada bir tür marka değeri yaratmış olmasının ve gerek yazar sayısının çokluğu, gerekse bunun bir yansıması olarak gün içinde açılan başlık ve girilen entry sayısında da açık ara avantajlı olduğu gerçeği yatmaktadır. öte yandan, bir okur olarak takip ettiğim kadarıyla, niteliksel anlamda gün be gün kan kaybetmeye de devam etmektedir. var olan bu kaybın yol açabileceği boşluğu doldurmak umarım biz zengin sözlüğe nasip olur.
zengin sözlüğün istatistikler bölümündeki puan sıralaması olayına hastayım. benim gibi istatistik sever bir insan için adeta bir armağan olmuş. kim düşünmüş ise sağ olsun, var olsun.
ara ara bakıyorum böyle, sanki lig puan cetvelini inceler gibi. hep orta sıralardayım. bu açıdan kendimi hep gençlerbirliği takımı gibi görüyorum. yani şampiyonluğa oynamam ama küme de kolay kolay düşmem gibi. şimdi sözlük çok yeni tabii ama ilk 3 için kafamda belirlediğim isimler bile mevcut. o derece sevimli o derece tatlı bir sıralama. dur bir daha bakayım, yine heves ettim.
ara ara bakıyorum böyle, sanki lig puan cetvelini inceler gibi. hep orta sıralardayım. bu açıdan kendimi hep gençlerbirliği takımı gibi görüyorum. yani şampiyonluğa oynamam ama küme de kolay kolay düşmem gibi. şimdi sözlük çok yeni tabii ama ilk 3 için kafamda belirlediğim isimler bile mevcut. o derece sevimli o derece tatlı bir sıralama. dur bir daha bakayım, yine heves ettim.
o günler de gelecek dediğim başlıktır. hoş herhangi bir iddia taşımadığım için paylaşmayacağım veya tam tersi çok kısa süre içinde paylaşacağım da demem mümkün kendi adıma. o değil de ben bu başlığa niye yazdım ki şimdi. sanırım beynim uyu artık neptune diye sinyal gönderiyor, evet.
edit : bir altta yazılan enrty e gönülden katılıyorum. ne kadar ekmek o kadar köfte. materyalistim evet.
edit : bir altta yazılan enrty e gönülden katılıyorum. ne kadar ekmek o kadar köfte. materyalistim evet.
gerek başlığı açması, gerekse girdiği detaylı entrysi dolayısıyla "raki kadehindeki ruj izi" nickli yazar arkadaşımızı kutluyorum. yazdıklarının büyük bir bölümüne katılıyorum. "ayak gurmesi" ifadesini, çok beğendiğimi de ayrıca eklemek isterim.
aslında öznel bir başlık seçilmiş olsa da, yani söz konusu kriterler kişiden kişiye farklılık gösterebilse de, ilk entryde katıldığım o kadar çok nokta var ki, bana söylenecek fazla bir şey bırakmamış demem mümkün. ancak yine de özel ilgi alanım diyebileceğim bu konu hakkında ben de bir şeyler eklemek istiyorum.
ayak fetişizmi veya ayakseverlik oldukça detaylı bir konudur ve çok geniş bir yelpaze aralığında incelenmeyi gerektirir. bu geniş yelpazenin sonucu olarak, kendilerini ayak fetişisti olarak nitelendiren insanların zevkleri ve beklentileri de bir hayli farklı olabilir. yine ilk entryden yola çıkarsak, misal benim favori ayak numaram da, 36-37 olsa da, yazar arkadaşımız gibi 38 sınırdır gibi bir ifade kullanmam olası değildir. biçimli ve bakımlı 39 numaralı bir ayak, pekala, tersi şartlardaki 36-37 numaralı bir ayağa göre çekici gelebilir. keza oje rengi konusunda da çok net olarak şu renkler favorimdir demem pek mümkün değil. işte bu detaylardaki farklılıklara rağmen başlığı açan yazar arkadaşımız ile ortak bir noktada kesişiyorsak, o noktanın genel ifadesi "ayak fetişizmi" dir.
yaş tecrübesi ile harmanlanmış öznel bir ekleme yapmam gerekirse, o da ayakların vücudun diğer uzuvlarına göre daha çabuk yıprandığı gerçeği ile ilgili bir ekleme olacak. şöyle ki; misal bir kadının burnu 20 yaşında güzelse muhtemelen 50 li yaşlara kadar, burnu o formunu muhafaza etmektedir. oysa ne yazık ki ayaklar için aynı şeyi söylemek pek olası değildir. zira ayağın cilt görünümünün tazeliği bu anlamda çok daha çekici gelmektedir. burada anlatmak istediğim şey, kadın ayağını güzel kılan kriterler arasında olmazsa olmazlardan birinin, yaş faktörü olduğu gerçeğidir. aslında "cilt faktörüdür" diye bir ifade kullanabilmek de mümkün, ancak cilt dediğimiz şey, yaş ile oldukça bağlantılı bir konu olduğu için, söz konusu kriterlere "yaş faktörü" eklemesini yapmayı daha doğru buluyorum. yani şayet; ilk entryde yazılan fiziki tüm özellikleri taşıyan bir ayak sahibi kadının yaşı 18-25 yaş aralığında ise, şüphesiz ki daha üzeri bir yaştaki kadına göre, daha güzel bir ayağa sahiptir. tabii şahsım için.
aslında öznel bir başlık seçilmiş olsa da, yani söz konusu kriterler kişiden kişiye farklılık gösterebilse de, ilk entryde katıldığım o kadar çok nokta var ki, bana söylenecek fazla bir şey bırakmamış demem mümkün. ancak yine de özel ilgi alanım diyebileceğim bu konu hakkında ben de bir şeyler eklemek istiyorum.
ayak fetişizmi veya ayakseverlik oldukça detaylı bir konudur ve çok geniş bir yelpaze aralığında incelenmeyi gerektirir. bu geniş yelpazenin sonucu olarak, kendilerini ayak fetişisti olarak nitelendiren insanların zevkleri ve beklentileri de bir hayli farklı olabilir. yine ilk entryden yola çıkarsak, misal benim favori ayak numaram da, 36-37 olsa da, yazar arkadaşımız gibi 38 sınırdır gibi bir ifade kullanmam olası değildir. biçimli ve bakımlı 39 numaralı bir ayak, pekala, tersi şartlardaki 36-37 numaralı bir ayağa göre çekici gelebilir. keza oje rengi konusunda da çok net olarak şu renkler favorimdir demem pek mümkün değil. işte bu detaylardaki farklılıklara rağmen başlığı açan yazar arkadaşımız ile ortak bir noktada kesişiyorsak, o noktanın genel ifadesi "ayak fetişizmi" dir.
yaş tecrübesi ile harmanlanmış öznel bir ekleme yapmam gerekirse, o da ayakların vücudun diğer uzuvlarına göre daha çabuk yıprandığı gerçeği ile ilgili bir ekleme olacak. şöyle ki; misal bir kadının burnu 20 yaşında güzelse muhtemelen 50 li yaşlara kadar, burnu o formunu muhafaza etmektedir. oysa ne yazık ki ayaklar için aynı şeyi söylemek pek olası değildir. zira ayağın cilt görünümünün tazeliği bu anlamda çok daha çekici gelmektedir. burada anlatmak istediğim şey, kadın ayağını güzel kılan kriterler arasında olmazsa olmazlardan birinin, yaş faktörü olduğu gerçeğidir. aslında "cilt faktörüdür" diye bir ifade kullanabilmek de mümkün, ancak cilt dediğimiz şey, yaş ile oldukça bağlantılı bir konu olduğu için, söz konusu kriterlere "yaş faktörü" eklemesini yapmayı daha doğru buluyorum. yani şayet; ilk entryde yazılan fiziki tüm özellikleri taşıyan bir ayak sahibi kadının yaşı 18-25 yaş aralığında ise, şüphesiz ki daha üzeri bir yaştaki kadına göre, daha güzel bir ayağa sahiptir. tabii şahsım için.
evrensel kabul edilen bazı hukuk ilkelerinin, göz göre göre çiğnenmesi, siyasetçiler veya sıradan bir vatandaş tarafından yapılınca, amiyane tabirle bana çok koymuyor ancak bunu bir hukukçunun yapması veya yapılanı onaylaması beni gerçekten çileden çıkarıyor. bu herhangi birinin, bağlı bulunduğu meslek grubunun temel ilkelerini çiğnemek demektir. ya da yine amiyane bir deyişle "ekmek yediğin kaba pislemek" demektir benim gözümde. ekmek yeme olayını, ilkeler değil de, günlük şartlar üzerinden değerlendirmeye kalkmak da ancak ve ancak niteliksiz insanlara has bir davranıştır.
sözlükte ilk ciddi tartışmanın fitilini ateşleyecek hissini uyandıran başlık. ey seks, sen nelere kadirsin.
tanımsal bir şeyler karalayayım; misyoner pozisyonu ile birlikte dünya üzerinde en çok uygulanan ve ismi bilinen seks pozisyonudur. tabii bunun en temel nedeni olarak, insanın anatomik yapısının, bu 2 pozisyonunun uygulanabilirliğine en yatkın fiziksel özellikleri içermesinden ileri geldiğini söylemek de mümkündür. öte yandan özellikle doggy style pozisyonun tercih nedenleri konusunda, psikolojik nedenler üzerinden de, derin analizler yapıldığı gözlerden kaçmaz. ha bir de doğru şekilde nasıl yapılır, "gerçek doggy style bu değil" tarzı tartışmalara çok sık rastlanılır. eyyorlamam bu kadar.
tanımsal bir şeyler karalayayım; misyoner pozisyonu ile birlikte dünya üzerinde en çok uygulanan ve ismi bilinen seks pozisyonudur. tabii bunun en temel nedeni olarak, insanın anatomik yapısının, bu 2 pozisyonunun uygulanabilirliğine en yatkın fiziksel özellikleri içermesinden ileri geldiğini söylemek de mümkündür. öte yandan özellikle doggy style pozisyonun tercih nedenleri konusunda, psikolojik nedenler üzerinden de, derin analizler yapıldığı gözlerden kaçmaz. ha bir de doğru şekilde nasıl yapılır, "gerçek doggy style bu değil" tarzı tartışmalara çok sık rastlanılır. eyyorlamam bu kadar.
sözlüğün ömrü veya gidişatını belirleyecek olan yazarların tercihi ve görüşlerini açıklamaları ise, ben şu ana kadar ki halinden gayet memnunum dediğim sözlük. açıkçası ben hariç, sadece bir yazar daha olsa burada yazmaya devam edebilirim hissiyatını taşıyorum şu an. ama şu an dan bahsettiğimin altını çiziyorum. o nedenle, demin dediğim gibi kendimi oldukça iyi hissettiğim bu halinin bozulmamasını arzu ediyorum. ki sanırım burada iş tamamen sözlük yönetimine bağlı. bu halinden memnun olmayıp, ayrılmak isteyenlere ise saygım sonsuz, demek ki beklentilerini karşılamamış diyebilirim sadece.
google chrome da, arama çubuğuna ismini yazdığınız zaman en üst sırada, başka bir interaktif sözlüğün içeriğinde konu olarak gözükmesi, bence bir handikaptır. buna nasıl bir çözüm getirilir bilemiyorum ama teşbihte hata olmaz bu biraz, arama motorunda "fenerbahçe yazdığınız zaman ilk olarak galatasaray kulubünün resmi internet sayfasının görüntülenmesi" kadar ters bir imaj anlamına gelir. zira zengin sözlüğe ulaşmak isteyen okurlar ya da ilk kez merak edip, sözlüğe girmek isteyenler, kuvvetle ihtimal bunu bir arama motorundan deneyeceklerdir. Bu açıdan, doğrudan linkinin verildiği sitenin adresinin en üst sırada görüntülenmesi bence elzemdir.
not : en üst sırada olmaması dışında, sözlüğün kendi linkinin 7. sırada olması ve ana sayfada ilk etapta görünmemesi konusu daha da can sıkıcı bir durum tabii.
https://www.google.com.tr/search?q=google&oq=google&aqs=chrome..69i57j0l5.1173j0j8&sourceid=chrome&ie=UTF-8#q=zengin+s%C3%B6zl%C3%BCk
not : en üst sırada olmaması dışında, sözlüğün kendi linkinin 7. sırada olması ve ana sayfada ilk etapta görünmemesi konusu daha da can sıkıcı bir durum tabii.
https://www.google.com.tr/search?q=google&oq=google&aqs=chrome..69i57j0l5.1173j0j8&sourceid=chrome&ie=UTF-8#q=zengin+s%C3%B6zl%C3%BCk
Sözlükte taraftarı olan arkadaşlarımı, süper lige çıkmaları dolayısıyla tebrik ettiğim, İzmir'in köklü spor kulüplerinden biri.
Yeri gelmişken, İzmir takımları içinde en büyük sempatiyi Altay'a besliyorum. Onlar da bu sene 2.lige çıktılar. Umarım en kısa zamanda süper lige de çıkarlar.
Not: her ne kadar göztepe'nin kazanmasını isteyerek maçı izlediysem de, göztepe'nin maçın genelinde, en azından niyet anlamında daha pozitif bir futbol oynadığını da eklemek isterim. Yani bana göre hak edilmiş bir galibiyet oldu zaten.
Yeri gelmişken, İzmir takımları içinde en büyük sempatiyi Altay'a besliyorum. Onlar da bu sene 2.lige çıktılar. Umarım en kısa zamanda süper lige de çıkarlar.
Not: her ne kadar göztepe'nin kazanmasını isteyerek maçı izlediysem de, göztepe'nin maçın genelinde, en azından niyet anlamında daha pozitif bir futbol oynadığını da eklemek isterim. Yani bana göre hak edilmiş bir galibiyet oldu zaten.
görünen o ki, zengin sözlük, servetine servet katmaya devam ediyor ve edecek. zira kaliteli yazarları bir bir bünyesinde topluyor.
hoş geldin sevgili bartvader. ortam ve formatlar farklı olsa da, ama aleni ama gizli, ittifak halimiz her daim mevcudiyetini koruyacaktır. çünkü "güneş büyük britanya toprakları üzerinde asla batmaz."
tanım : yakın zamanda kendisini tanıtacak olan yazardır.
hoş geldin sevgili bartvader. ortam ve formatlar farklı olsa da, ama aleni ama gizli, ittifak halimiz her daim mevcudiyetini koruyacaktır. çünkü "güneş büyük britanya toprakları üzerinde asla batmaz."
tanım : yakın zamanda kendisini tanıtacak olan yazardır.
durun! şurada "derdini ile" başlayan bir buton olacaktı demeyin hemen. kabul ediyorum ki öznel bir başlık açmış bulunmaktayım. lakin niyetim gerçekten yazarların az sonra izah etmeye çalışacağım ve beni bazı düşüncelere gark eden bu sorunsal hakkında, fikirlerini öğrenmekten ibaret. yani dert edindiğim filan yok aslında. hem yanılmıyorsam sözlüklerin olmaz ise olmazı "sorunsalı" ile biten başlıklardan sözlüğümüzde şu an bulunmamakta. yoksa başlığı daha farklı açmam, elbette mümkündü.
her neyse; sık sık yaptığım eylemlerden biridir bu. herhangi bir ortama girdiğimde söz konusu kategorileştirmeyi daha belirgin yaptığımı fark ettim. istemsiz bir şekilde, (buraya dikkat!) insanları "düşünceleri" dolayısıyla bir takım gruplandırmalar içine sokuyorum evet. yani bahsettiğim kategori fiziksel özellikleri içermiyor. geniş bir şekilde ifade edecek olursam, tamamen dünyaya bakış açıları üzerinden bir tür grup içine sokuyorum insanları. beyin dediğimiz organ, gerçekten muhteşem. hele ki insan beyni. bireyler arasında farklılıklar gösterse de, çalışma prensiplerinin aşağı yukarı aynı olduğunu düşünüyorum. biraz da bu nedenle,yazarların bu konu hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum.
şimdi bu kategorileştirme hadisesini biraz daha açmak istiyorum. malumunuz hepimiz yaş alıyoruz. ve bu süreçte farklı insanlar ile etkileşim içine giriyoruz ki, sıra dışı bir yaşamı olmadığı sürece söz konusu bu etkileşim her insan için geçerli. doğrudan hayatımızın içine girmese de, neredeyse hemen her gün yeni bir insan ile karşılaşıyor veya iletişim içine giriyoruz. bu süreç doğal olarak her birimize, bir deneyim kazandırıyor. işte şahsımın kategorileştirme olarak bahsettiğim olayı da, genelde kazanılmış bu deneyimlerin etkilerinin tetiklemesi sonucu başlıyor.
minimize hale getirip, sözlüğümüzden örnek verecek olursam. sözlükte yazarların girmiş olduğu entryleri okumaya başlayınca, bir süre sonra x bir yazar için, aklımda bir profil beliriyor. dediğim gibi bu profil fiziksel özellikleri içermiyor. onun dünya görüşü, olaylara yaklaşımları, kendini ifade ediş biçimi vs. gibi. hatta zaman ilerledikçe, genel ruhsal yapısı hakkında dahi bazı veriler elde ettiğimi düşünerek, kategorileştirme boyutunu genişletiyorum. agresif, sakin, sempatik, antipatik, yumuşak başlı, sabit fikirli vs. gibi. bu noktada tıpkı bilgisayarlardaki dosyalama mantığı gibi, benzerlikler gördüğüm özellikteki insanları, beynimde açtığım klasörlere yerleştiriyorum. şayet etkileşimim artarsa ve söz konusu yazarın, önceden gözlemlediğim davranışlarından farklı bir tavır görüyorsam, onu mevcut klasöründen alıp, başka bir klasöre yerleştiriyorum.
işin sorunsal kısmına gelince. bu kategorileştirme veya gruplandırma sürecinin, mevcut kişilere karşı bakış açımda veya tavrımda bir değişkenlik yaratıp yaratmadığını henüz tam olarak bildiğimden emin değilim. yani x bir klasör içine dahil ettiğim yazarlara, y klasörüne dahil ettiğim insanlardan farklı davranıyor muyum ? işte orası biraz muallakta kalmış durumda. gayem tavırlarımın değişkenlik veya bir ayrımcılık taşımaması yönünde ondan eminim. ama olumlu veya olumsuz bazı önyargılarım, şüphesiz ki tavırlarım üzerinde de etkili oluyordur gibime geliyor.
uzun entry oldu farkındayım, ancak kendimi iyi ve açık ifade ettiğimi düşünüyorum. umarım en azından bir kaç yazar ve dışarıdan sözlüğe takip edenler bu entrymi okur ve yazarlar içinden bu konu hakkındaki düşüncelerini açıklayan da olur. sabırsızlıkla bekliyorum efendim...
her neyse; sık sık yaptığım eylemlerden biridir bu. herhangi bir ortama girdiğimde söz konusu kategorileştirmeyi daha belirgin yaptığımı fark ettim. istemsiz bir şekilde, (buraya dikkat!) insanları "düşünceleri" dolayısıyla bir takım gruplandırmalar içine sokuyorum evet. yani bahsettiğim kategori fiziksel özellikleri içermiyor. geniş bir şekilde ifade edecek olursam, tamamen dünyaya bakış açıları üzerinden bir tür grup içine sokuyorum insanları. beyin dediğimiz organ, gerçekten muhteşem. hele ki insan beyni. bireyler arasında farklılıklar gösterse de, çalışma prensiplerinin aşağı yukarı aynı olduğunu düşünüyorum. biraz da bu nedenle,yazarların bu konu hakkındaki düşüncelerini merak ediyorum.
şimdi bu kategorileştirme hadisesini biraz daha açmak istiyorum. malumunuz hepimiz yaş alıyoruz. ve bu süreçte farklı insanlar ile etkileşim içine giriyoruz ki, sıra dışı bir yaşamı olmadığı sürece söz konusu bu etkileşim her insan için geçerli. doğrudan hayatımızın içine girmese de, neredeyse hemen her gün yeni bir insan ile karşılaşıyor veya iletişim içine giriyoruz. bu süreç doğal olarak her birimize, bir deneyim kazandırıyor. işte şahsımın kategorileştirme olarak bahsettiğim olayı da, genelde kazanılmış bu deneyimlerin etkilerinin tetiklemesi sonucu başlıyor.
minimize hale getirip, sözlüğümüzden örnek verecek olursam. sözlükte yazarların girmiş olduğu entryleri okumaya başlayınca, bir süre sonra x bir yazar için, aklımda bir profil beliriyor. dediğim gibi bu profil fiziksel özellikleri içermiyor. onun dünya görüşü, olaylara yaklaşımları, kendini ifade ediş biçimi vs. gibi. hatta zaman ilerledikçe, genel ruhsal yapısı hakkında dahi bazı veriler elde ettiğimi düşünerek, kategorileştirme boyutunu genişletiyorum. agresif, sakin, sempatik, antipatik, yumuşak başlı, sabit fikirli vs. gibi. bu noktada tıpkı bilgisayarlardaki dosyalama mantığı gibi, benzerlikler gördüğüm özellikteki insanları, beynimde açtığım klasörlere yerleştiriyorum. şayet etkileşimim artarsa ve söz konusu yazarın, önceden gözlemlediğim davranışlarından farklı bir tavır görüyorsam, onu mevcut klasöründen alıp, başka bir klasöre yerleştiriyorum.
işin sorunsal kısmına gelince. bu kategorileştirme veya gruplandırma sürecinin, mevcut kişilere karşı bakış açımda veya tavrımda bir değişkenlik yaratıp yaratmadığını henüz tam olarak bildiğimden emin değilim. yani x bir klasör içine dahil ettiğim yazarlara, y klasörüne dahil ettiğim insanlardan farklı davranıyor muyum ? işte orası biraz muallakta kalmış durumda. gayem tavırlarımın değişkenlik veya bir ayrımcılık taşımaması yönünde ondan eminim. ama olumlu veya olumsuz bazı önyargılarım, şüphesiz ki tavırlarım üzerinde de etkili oluyordur gibime geliyor.
uzun entry oldu farkındayım, ancak kendimi iyi ve açık ifade ettiğimi düşünüyorum. umarım en azından bir kaç yazar ve dışarıdan sözlüğe takip edenler bu entrymi okur ve yazarlar içinden bu konu hakkındaki düşüncelerini açıklayan da olur. sabırsızlıkla bekliyorum efendim...
yalan yok benim de yakın zamanda bir hesap açmışlığım olan sözlük. ancak girdiğim andan itibaren bir uyuşmazlık sorunu yaşadığımı düşünüyorum. yani artık ön yargılarım dan mı kaynaklanıyor yoksa başka bir nedeni mi var bilemiyorum ama ortamı bana inanılmaz soğuk gelmişti. ki aslında orada da, tıpkı burada olduğu gibi, ilk göz ağrım olan "kötü sözlük" ten tanıdığım yazar arkadaşlar vardı. velhasıl hesabım orada durmakta elbette ancak burada ki "yeni ortama" iyice ve çok kolay uyum sağladığımı düşündüğümden beri, değil orada yazmak,başlıkları ve entryleri okumak için bile girmeyi düşünmüyorum. ha zaten toplasan sayıca 10' u bulmayan entry girmişliğim var, buradan da nasıl bir frekans farklılığı yaşadığım anlaşılabilir sanırım.
açıkçası ben de söz konusu şiddet olunca cinsiyet ayrımı yapma taraftarı değilim. yani şiddeti ortadan tümden kaldıramasak bile, biraz indirgeyebilir isek şayet, otomatik olarak kadına şiddet olaylarında da azalma olacağını düşünüyorum.
peki kadınların ekstradan şiddet görme olayı yok mu ? elbette var. zaten başlığı açan yazar arkadaşımız, kalem kalem sıralamış bunları. bunun nedeni olarak gördüğüm şey ise, şiddetin tanımında saklı bence. en basit hali ile şiddeti ;"güçlünün, güçsüz üzerinde uyguladığı, fiziki veya ruhsal baskı" olarak tanımlayabiliriz sanırım. istisnalar hariç olmak üzere, kadının gerek fiziken, gerekse manen daha zayıf olarak algılanması (ki bunda sosyolojik yapının da etkisi var tabii), onun şiddete daha sık maruz kalmasına neden oluyor diye düşünüyorum.
çözüm nitelikli insan yetiştirmede. günümüz şartları ise nitelikli insan yetişmesi için ne yazık ki çok elverişli değil. günden güne artan şiddet olaylarının temelinde de bu yatıyor.
şiddete hayır veya kadına şiddete hayır demek elbette insan olan her bireyin söylemekten gocunmaması gereken bir söz öbeği. öte yandan söylemek de yeterli değil, bu yöndeki eylemlere destek de olunmalı. şayet bizzat katılmak mümkün değilse de, fikren bu eylemler içinde bulunanları desteklemek bile toplum genelinde farkındalık yaratma adına olumlu sonuçlar doğurabilir düşüncesindeyim.
peki kadınların ekstradan şiddet görme olayı yok mu ? elbette var. zaten başlığı açan yazar arkadaşımız, kalem kalem sıralamış bunları. bunun nedeni olarak gördüğüm şey ise, şiddetin tanımında saklı bence. en basit hali ile şiddeti ;"güçlünün, güçsüz üzerinde uyguladığı, fiziki veya ruhsal baskı" olarak tanımlayabiliriz sanırım. istisnalar hariç olmak üzere, kadının gerek fiziken, gerekse manen daha zayıf olarak algılanması (ki bunda sosyolojik yapının da etkisi var tabii), onun şiddete daha sık maruz kalmasına neden oluyor diye düşünüyorum.
çözüm nitelikli insan yetiştirmede. günümüz şartları ise nitelikli insan yetişmesi için ne yazık ki çok elverişli değil. günden güne artan şiddet olaylarının temelinde de bu yatıyor.
şiddete hayır veya kadına şiddete hayır demek elbette insan olan her bireyin söylemekten gocunmaması gereken bir söz öbeği. öte yandan söylemek de yeterli değil, bu yöndeki eylemlere destek de olunmalı. şayet bizzat katılmak mümkün değilse de, fikren bu eylemler içinde bulunanları desteklemek bile toplum genelinde farkındalık yaratma adına olumlu sonuçlar doğurabilir düşüncesindeyim.
şahsım için, izlemesi ayrı, dinlemesi ayrı keyifli olan müzik ve dans türüdür. herkesin yapması dileği biraz iyimser bir dilektir, zira dans etmek hele ki vals gibi, ritüel hareketleri içinde barındıran bir dans türünden bahsediyorsak, ciddi anlamda yetenek gerektirir. misal beni 7/24 çalıştırsan beceremem, zira bildiğin yetenek özürlüyüm.
neyse konudan fazla uzaklaşmadan ben de dünyanın belki de en bilinen ve en sevilen bir vals müziği ile baş başa bırakayım sizi. rus kompozitör dmitri shostakovich'in The Second Waltz isimli bestesi ;
neyse konudan fazla uzaklaşmadan ben de dünyanın belki de en bilinen ve en sevilen bir vals müziği ile baş başa bırakayım sizi. rus kompozitör dmitri shostakovich'in The Second Waltz isimli bestesi ;
interaktif sözlükler de yazarlık yapma anlamındaki ilk göz ağrım ve hatta sırf bu tabirden dolayı aynı zamanda ilk aşkım olarak gördüğüm sözlük. hoş tümden veda etmedim, sadece yazarlık olayına noktayı koydum.mütemadiyen halen girip, yazılanları okur ve oylamalar yaparım hatta mesajlaşmalara da devam ederim. hemen her sözlükte olabileceği gibi bir takım eleştirilecek yanlarını bulduğunu düşünsem de, benim gönlümdeki yeri gerçekten farklıdır. o nedenle orada deneyim yaşamış ve bu başlık altında düşüncelerini dile getirmiş çoğu yazar arkadaşım gibi hakkında olumsuz bir şey söylemeyeceğim. tekrar ediyorum eleştirilebilecek pek çok yanı olabilir ve olacaktır da ama ben bunun tüm sözlükler için az veya çok olmak üzere geçerli olduğunu düşünüyorum. eh biraz da bazı konularda eski kafalıyım sanırım. ahde vefasızlık yapmayı doğru bulmuyorum, nitekim oradaki "yazarlığa" veda girimde de belirttiğim üzere, benim için yeri her zaman farklı olacaktır.
net olarak tuvalet ihtiyacını gidermektir. biyolojik saatime kurban olayım. hiç şaşmaz ve her sabah kalktığımda yüzde doksan dokuz oranında işeme ihtiyacı hissederim evet. şayet bu bir sağlık sorunu ise, mesleği doktor ve uzmanlık alanı üroloji olan bir yazar arkadaşımızın, bu durumum hakkındaki düşüncesini de paylaşmasını arzu ederim.
bu arada her sabah dedim ama, uykudan kalktığım saatin sabah saatleri olmasının gerekmediğini de eklemek isterim. öğleden sonra da kalksam, öğlen uyuyup akşam saatlerinde de kalksam, bu rutini mutlaka yaşamaktayım efendim.
bu arada her sabah dedim ama, uykudan kalktığım saatin sabah saatleri olmasının gerekmediğini de eklemek isterim. öğleden sonra da kalksam, öğlen uyuyup akşam saatlerinde de kalksam, bu rutini mutlaka yaşamaktayım efendim.
"Ahi Evran zamanında ( Usta - Çırak müessesesi de diyebiliriz) , çırak ustasından onay ( icazet ) alır ve ancak o zaman ayrılıp kendi dükkânını açabilir. Orta Anadolu' da bir camcı ustası vardır. Ahilik yapar. Zamanı gelen eski çıraklarına " sen oldun " der ve el verir, uğurlar. Böylece eski çırak artık yeni bir usta olmuştur. Günlerden bir gün çıraklardan birisi ustanın el vermesini bekleyemez. Ayrılacağını, onay ve el vermesini ister. Ustası da daha olmadığı nedeniyle veremeyeceğini söyler. Çırak nesinin olmadığını sorar; - " İşin en önemli kısmını, yani püf noktasını bilmiyorsun. " der. Çırak dinlemez, başka bir şehre gider ve dükkan açar. Dikiş tutturamaz. Yaptığı bütün cam işleri, biblolar, her şey bir müddet sonra çatlamaktadır. Esnaf ve halk tarafından ayıplanan çırak, bir yıl sonra iflas etmiş olarak ustasının yanına döner. Elini öper, ben ettim sen etme der. Ustası da olana kadar yanında çalışması gerektiğini söyler. Sonunda bir gün usta çırağına müjdeyi verir. Olduğunu, gidebileceğini, el vereceğini söyler. Ayrılmadan önce ustası onu karanlık odaya sokar. İzin almadan girilmediği üzere daha önce buraya hiç girmemiştir. Yeni bitmiş, sıcak ürünler odanın bir kenarında durmaktadır. Tavanda bir yerde, toplu iğne deliği kadar büyüklükte bir güneş ışığı huzmesi vardır. Usta sıcak bir parça alır, ışığa tutar, evirir çevirir. Bakar ki camın bir yerinde gözle görülemeyecek kadar küçük bir hava kabarcığı vardır. Püf yaparak üfler ve kabarcık kaybolur. Parçayı çırağa uzatır, ayrı koymasını, soğumaya bırakmasını söyler. Daha sonra çırak üflemeye başlar. Nasıl üfleneceğini, neresinin püfleneceğini iyice öğrenir. Ve anlar ki, çatlamaya bu küçük kabarcıklar neden olmaktadır. Daha sonra helâlleşirler ve püf noktasının önemini kavramış çiçeği burnunda usta yoluna devam eder. her işin ve her şeyin bir püf noktası vardır."
-alıntıdır-
hikayeyi benzer bir şekilde duymuşluğum olduğum için, doğrudan alıntı yaparak paylaştım, bunun için özür dilerim. ancak benim duyduğum hikayede çok ufak bir fark vardı onu da eklemek istiyorum. aslında söz konusu işlem ; püfleme değil, puflama şeklinde gerçekleşmekteymiş. yani sözün aslının "puf noktası" olarak başladığını ama zaman içinde "püf noktası" haline dönüştüğünü duymuş ya da izlemiştim. lakin açık konuşmak gerekirse, gecenin bu saatinde üşendim ve derinlemesine araştırma yapmadım. olur da daha berrak bir zihin ile araştıracak olursam, ilerde bu entry mi editlerim.
-alıntıdır-
hikayeyi benzer bir şekilde duymuşluğum olduğum için, doğrudan alıntı yaparak paylaştım, bunun için özür dilerim. ancak benim duyduğum hikayede çok ufak bir fark vardı onu da eklemek istiyorum. aslında söz konusu işlem ; püfleme değil, puflama şeklinde gerçekleşmekteymiş. yani sözün aslının "puf noktası" olarak başladığını ama zaman içinde "püf noktası" haline dönüştüğünü duymuş ya da izlemiştim. lakin açık konuşmak gerekirse, gecenin bu saatinde üşendim ve derinlemesine araştırma yapmadım. olur da daha berrak bir zihin ile araştıracak olursam, ilerde bu entry mi editlerim.
Benim, daha çok; "durumlar veya yaşanmışlıklar üzerinden hissettiğim" duygudur. Bunun, "kişilere duyulan özlem" den belirgin farkı şudur ki; özlediğiniz bir kişiye ulaşma imkanınız, çoğu zaman ihtimal dahilindedir. ancak, dönemlere veya yaşanmış şeylere karşı özlem duyarsanız, bir nevi özlediğiniz ile kalırsınız. bu noktada da 2 ihtimal ortaya çıkar, ya özlemlerinize saplanır kalır ve hayattan zevk alamaz hale gelirsiniz (bulunduğunuzu anın tadını çıkaramama durumu) ya da mantığınız ile hareket ederek, bu özlem duygusuna kendinizi fazla kaptırmamanız gerektiğini bir şekilde idrak eder, "güzel günlerdi" deyip geçersiniz. kişisel ruh sağlığınız için doğru olanı, elbette ikinci şıktır.
Filmlerde gösterilen haliyle romantik bir eylem. Gerçek hayatta ise, sevgilinin horlama,ağzı açık uyuma veya uyurken sayıklaması gibi özellikleri varsa tadından yenmez. Gün içinde, doğal halini göremediğiminizi düşündüğünüz bir sevgiliniz varsa şayet,onu uyurken izlemenizi tavsiye ederim. Sadece sevgili de değil, bir insanı en doğal haliyle izleyebileceğiniz yegane zaman dilimi, onun uyku halidir.
olasılıklar üzerinden açıklandığında mantığa fazlasıyla uyan kavram. şans kavramını kabul etmeyen insanların, yerine başka kavramlar koyduğunu biliyorum. ancak ben doğrudan şans kavramına inanırım ve şansın bilimsel açıklamasının da mümkün olduğunu düşünüyorum. şansın ne demek olduğunu idrak edebilmemiz için, yapmamız gereken tek şey olasılık ve ihtimal hesapları üzerinde kafa yormaktır.
yaşamın kendisini ihtimaller üzerinden kurulmuş bir sisteme benzetebileceğimizi düşünüyorum. ki günümüz bilim insanlarınca evrenin oluşumu da bu sürece dahil edilir. peki şans nedir ? şans bir şeyin olma veya olmama ihtimalinin oransal olarak "uç" düzey kabul edilebileceğimiz noktasına verdiğimiz isimdir. söz konusu uç düzeyin, bireyler üzerindeki değerlendirmesi, şüphesiz ki özneldir. bu nedenle kendimizi şanslı veya şanssız olarak değerlendirdiğimiz durumların, bir başkası için bir anlam ifade etmemesi olağandır.
ihtimalleri hesaplamak bazı olaylar için çok zor bazı olaylar için ise imkansızdır. insanların kontrol edebildikleri veya müdahale edebildikleri ihtimaller olduğu gibi, kontrolü mümkün olmayan ihtimaller silsilesi ile karşı karşıya oldukları ise başka bir gerçektir. işte şans faktörü dediğimiz şey de, özellikle kontrolü çok zor ya da hiç mümkün olmayan ihtimallerde daha çok karşımıza çıkar. bu ayrım bir hayli önemli, zira ihtimallerin kontrolünü bütünüyle sağladığınızı düşündüğünüz bir noktada, bir ihtimali atladıysanız şayet, "ben şanssızım demeniz "gerçekten bir anlam ifade etmeyecektir" çok çok basit bir örnek ile açıklarsak ; şayet normal şartlar altında bir meyveyi soymaya çalışırken elinizi keserseniz, bunu şanssızlık olarak nitelendiremezsiniz, bu olsa olsa dikkatsizlik olur. zira meyve soymak işlemi kontrolünüz dahilinde gerçekleşen bir olaydır. ancak siz meyveyi soyarken, sizin kontrolünüz dışında, ortam şartlarını bütünüyle değiştiren bir olay meydana gelir ve sizin meyveyi kesmek için kullandığınız alet aynı şekilde elinizi kesmenize neden olursa, burada kullanacağımız kelime "şanssızlık" olabilir. zira bu durumda, kontrolün artık siz de olmadığı bir ihtimalle karşılaşmışsınız demektir.
çoğumuz, korkunç derecede büyük kazalarda, burnu bile kanamadan kurtulan insanların hikayelerini duymuş, izlemiş hatta bizzat şahit olmuş veya yaşamışızdır. keza tam tersi olarak, gerçekleşmesi neredeyse mümkün değilmiş gibi gözüken olaylar neticesi ile hayatını kaybeden insanları da bilirsiniz. işte şans faktörünün devreye girdiği anlar tam da bu anlardır. dindar insanların bunu kader veya kısmet olarak değerlendirdiklerini biliyorum. aslında aynı kapıya çıkıyormuş gibi gözükse de, arada şöyle bir fark var. birinde ihtimaller silsilesinin kontrolünü elinde tutan bir varlığa inanılırken, diğerin de kontrol edemediğimiz ihtimallerin varlığının kendi kendine devreye girdiğini düşenen bir kesim var. ki o kesime ben de dahilim. kaza örneğine dönecek olursak ; bana göre, aslında kurtulma ihtimali hiç yok diye düşündüğümüz şeyin gerçekleşmesi, bizim hem kontrol edemediğimiz hem de hesaplayamadığımız bir ihtimal olduğu gerçeğinin bir sonucudur. ki bu en başta belirttiğim ihtimaller silsilesi ile örtülü bir yaşamın içinde olduğumuz tanımlaması ile bire bir örtüşür.
son olarak şans ve tesadüf kelimeleri birbirleri ile yakın akraba olan kelimelerdir. zira tesadüf dediğimiz olaylar da olasılıklar üzerinden açıklanan bir kavramdır.
yaşamın kendisini ihtimaller üzerinden kurulmuş bir sisteme benzetebileceğimizi düşünüyorum. ki günümüz bilim insanlarınca evrenin oluşumu da bu sürece dahil edilir. peki şans nedir ? şans bir şeyin olma veya olmama ihtimalinin oransal olarak "uç" düzey kabul edilebileceğimiz noktasına verdiğimiz isimdir. söz konusu uç düzeyin, bireyler üzerindeki değerlendirmesi, şüphesiz ki özneldir. bu nedenle kendimizi şanslı veya şanssız olarak değerlendirdiğimiz durumların, bir başkası için bir anlam ifade etmemesi olağandır.
ihtimalleri hesaplamak bazı olaylar için çok zor bazı olaylar için ise imkansızdır. insanların kontrol edebildikleri veya müdahale edebildikleri ihtimaller olduğu gibi, kontrolü mümkün olmayan ihtimaller silsilesi ile karşı karşıya oldukları ise başka bir gerçektir. işte şans faktörü dediğimiz şey de, özellikle kontrolü çok zor ya da hiç mümkün olmayan ihtimallerde daha çok karşımıza çıkar. bu ayrım bir hayli önemli, zira ihtimallerin kontrolünü bütünüyle sağladığınızı düşündüğünüz bir noktada, bir ihtimali atladıysanız şayet, "ben şanssızım demeniz "gerçekten bir anlam ifade etmeyecektir" çok çok basit bir örnek ile açıklarsak ; şayet normal şartlar altında bir meyveyi soymaya çalışırken elinizi keserseniz, bunu şanssızlık olarak nitelendiremezsiniz, bu olsa olsa dikkatsizlik olur. zira meyve soymak işlemi kontrolünüz dahilinde gerçekleşen bir olaydır. ancak siz meyveyi soyarken, sizin kontrolünüz dışında, ortam şartlarını bütünüyle değiştiren bir olay meydana gelir ve sizin meyveyi kesmek için kullandığınız alet aynı şekilde elinizi kesmenize neden olursa, burada kullanacağımız kelime "şanssızlık" olabilir. zira bu durumda, kontrolün artık siz de olmadığı bir ihtimalle karşılaşmışsınız demektir.
çoğumuz, korkunç derecede büyük kazalarda, burnu bile kanamadan kurtulan insanların hikayelerini duymuş, izlemiş hatta bizzat şahit olmuş veya yaşamışızdır. keza tam tersi olarak, gerçekleşmesi neredeyse mümkün değilmiş gibi gözüken olaylar neticesi ile hayatını kaybeden insanları da bilirsiniz. işte şans faktörünün devreye girdiği anlar tam da bu anlardır. dindar insanların bunu kader veya kısmet olarak değerlendirdiklerini biliyorum. aslında aynı kapıya çıkıyormuş gibi gözükse de, arada şöyle bir fark var. birinde ihtimaller silsilesinin kontrolünü elinde tutan bir varlığa inanılırken, diğerin de kontrol edemediğimiz ihtimallerin varlığının kendi kendine devreye girdiğini düşenen bir kesim var. ki o kesime ben de dahilim. kaza örneğine dönecek olursak ; bana göre, aslında kurtulma ihtimali hiç yok diye düşündüğümüz şeyin gerçekleşmesi, bizim hem kontrol edemediğimiz hem de hesaplayamadığımız bir ihtimal olduğu gerçeğinin bir sonucudur. ki bu en başta belirttiğim ihtimaller silsilesi ile örtülü bir yaşamın içinde olduğumuz tanımlaması ile bire bir örtüşür.
son olarak şans ve tesadüf kelimeleri birbirleri ile yakın akraba olan kelimelerdir. zira tesadüf dediğimiz olaylar da olasılıklar üzerinden açıklanan bir kavramdır.
şu ana kadar ortaya çıkmadılarsa ortada 4 ana neden olduğunu düşünmekteyim ;
1) sözlüğün varlık süresi : oldukça yeni bir sözlük. daha doğru ifade edersek aynı isimle yeniden açılmış bir sözlük. dolayısıyla sanal ortamda bilinirlik düzeyinin, çok üst seviyelerde olduğunu düşünmek fazla iyimser bir yaklaşım olur. öte yandan, şahsım için mevcut gidişat fazlasıyla tatminkar bir hız ile ilerlemekte. üye sayısının gün be gün arttığını düşünmek istiyorum ki, yeni gelen üyeler de en azından bir süreliğine bu nezih formata uyma zorunluluğunu hissediyor olacaklardır. dolayısıyla troll amaçlı yazılar yazmak için zamansal bir dezavantaj olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
2) Yazarlardaki Tanım Girme Hevesi : aslında bu maddeyi de birinci nedene bağlı olarak değerlendirmek mümkün tabii. sol tarafta görüleceği üzere açılan her yeni başlıktaki ana gayenin, sözlüğün tanımlanabilecek türden başlık açma ihtiyacını gidermek olarak görüyorum. esprili bir yaklaşım sergilersek, sözlük editörlerinden monster degree' nin #1987 numaralı entrysinde belirttiği gibi düşünmek de olası tabii. açılan başlıklar altında uzun uzadıya tartışmaların olmaması da (ki yine sol tarafta görüleceği üzere, istisnalar hariç açılan başlıklara girilen entryler 1 bilemediniz 2 maksimum 3 düzeyinde) girilen ilk entrynin, başlık sahibi tarafından "gerçekten de tanım amaçlı giriliyor olması", otomatik olarak tartışma ortamı olmasını ve yine doğal olarak, tartışmaların vazgeçilmez tarafları olan trolleri, bir anlamda etkisiz hale getirmiş olmakta.
3) Yazarların Birbirleriyle Olan Münasebetleri : Gözlemlerime göre, her ne kadar çoğu yazarın, farklı interaktif sözlüklerden birbirini tanıma yüzdesi oldukça yüksek oranda olsa da, başta siyasi konular olmak üzere henüz bir kamplaşma ya da gruplaşma türünden entry girme aşamasına geçilmediğini görüyorum. Bunu, bir tür fırtına öncesi sessizlik dönemi gibi değerlendirebiliriz. Silahlar çekilmiyor, zira kimse fikir savaşlarını başlatacak o ilk hamleyi yapmak istemiyor bence. zira bu hamleyi yapacak kişinin, sözlük genelinde aforoz edilme ihtimali en azından şu an ki süreçte yüksek görünüyor. Bu da bana, varlık gücünü tartışmalardan alan troller için pek de elverişli bir ortam sağlamadığı sonucunu düşündürüyor.
4) Sözlük Yönetiminin Dirayetli Tavrı : Evet henüz ortada net bir tartışma ortamı oluşmadı belki ama, bence bunda, bütünüyle "sözlük yönetimi" diye adlandırdığımız organizasyondaki kişilerin kararlı tavırlarının da etkisi önemli rol oynamakta. en azından şu ana kadar diye de eklemek istiyorum tabii. burada kendimden bir örnek vereyim ; dün gece ilk kez bir sözlük moderatörü tarafından uyarıldım. üstelik gecenin ilerlemiş bir saatinde. çoğu sözlükte günün en hareketli saatlerinde bile (sözlük açısından) "ara ki moderatör bulasın" tarzı şikayetlere eminim ki çoğumuz denk gelmişizdir. oysa yine gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, burada moderatör arkadaşlar gerçekten de neredeyse 24 saat görevlerinin başındalar ve büyük bir özveri ve ciddiyetle, görevlerini yapma gayretindeler. bana yapılan uyarının ayrıntısına girmeyeceğim, sadece format ile alakalı bir uyarıydı demem yeterli olur düşüncesindeyim. ancak bilinmesini isterim ki, uyarı şekli son derece kibarcaydı ve ben de derhal kendi üzerime düşeni yapıp, söz konusu uyarı için moderatör arkadaşa teşekkür ettim. genel mantığa aykırı bir uyarı olsaydı bir şekilde tepkim olurdu belki ama format kavramındaki uyarıya uymayı, "çifte standart" yaşanmadığı sürece kesinlikle doğru buluyorum. genel düşünceme göre; bir troll varlığını, ancak sözlük yönetiminin zayıflığı halinde devam ettirebilir. yinelemek istiyorum ki, zengin sözlükte en azından şu ana kadar yönetimin, belirlenmiş format konusu hakkında tavizkar bir tavrı yokmuş gibi geldi bana. bu bence troll bir yazarın isteyeceği en son şey olacaktır. yani anında müdahale oldukça önemli ve şu ana kadar genel olarak sözlük yönetimi bu işin altından layıkıyla kalkabilmekte. ancak daha doğru değerlendirmeler için, ister istemez olayı geniş zamana yaymakta fayda var tabii. yani bekleyip, göreceğiz.
son olarak troll yazarların varlığı şahsımı çok rahatsız etmez. lakin trollük kavramının da farklı anlaşıldığını düşünüyorum. herhangi bir yazar, herhangi bir konu hakkında bodozlama hakaret içeren başlık veya entryler giriyorsa, bu trolllük tanımına uygun mudur ? bence değil. trollük her ne kadar gerekliliği tartışılacak bir kavram olsa da, ince bir zeka içermeli. insanları bir tartışma içine çekerken o zekanın parıltıları görülmeli. aksi haldeki durumlar, trollükten ziyade, terbiye sınırlarını aşmaya girer ki, umarım zengin sözlükte bu tarz bir oluşum ile hiç karşılaşmayız.
1) sözlüğün varlık süresi : oldukça yeni bir sözlük. daha doğru ifade edersek aynı isimle yeniden açılmış bir sözlük. dolayısıyla sanal ortamda bilinirlik düzeyinin, çok üst seviyelerde olduğunu düşünmek fazla iyimser bir yaklaşım olur. öte yandan, şahsım için mevcut gidişat fazlasıyla tatminkar bir hız ile ilerlemekte. üye sayısının gün be gün arttığını düşünmek istiyorum ki, yeni gelen üyeler de en azından bir süreliğine bu nezih formata uyma zorunluluğunu hissediyor olacaklardır. dolayısıyla troll amaçlı yazılar yazmak için zamansal bir dezavantaj olduğu gerçeğini yadsıyamayız.
2) Yazarlardaki Tanım Girme Hevesi : aslında bu maddeyi de birinci nedene bağlı olarak değerlendirmek mümkün tabii. sol tarafta görüleceği üzere açılan her yeni başlıktaki ana gayenin, sözlüğün tanımlanabilecek türden başlık açma ihtiyacını gidermek olarak görüyorum. esprili bir yaklaşım sergilersek, sözlük editörlerinden monster degree' nin #1987 numaralı entrysinde belirttiği gibi düşünmek de olası tabii. açılan başlıklar altında uzun uzadıya tartışmaların olmaması da (ki yine sol tarafta görüleceği üzere, istisnalar hariç açılan başlıklara girilen entryler 1 bilemediniz 2 maksimum 3 düzeyinde) girilen ilk entrynin, başlık sahibi tarafından "gerçekten de tanım amaçlı giriliyor olması", otomatik olarak tartışma ortamı olmasını ve yine doğal olarak, tartışmaların vazgeçilmez tarafları olan trolleri, bir anlamda etkisiz hale getirmiş olmakta.
3) Yazarların Birbirleriyle Olan Münasebetleri : Gözlemlerime göre, her ne kadar çoğu yazarın, farklı interaktif sözlüklerden birbirini tanıma yüzdesi oldukça yüksek oranda olsa da, başta siyasi konular olmak üzere henüz bir kamplaşma ya da gruplaşma türünden entry girme aşamasına geçilmediğini görüyorum. Bunu, bir tür fırtına öncesi sessizlik dönemi gibi değerlendirebiliriz. Silahlar çekilmiyor, zira kimse fikir savaşlarını başlatacak o ilk hamleyi yapmak istemiyor bence. zira bu hamleyi yapacak kişinin, sözlük genelinde aforoz edilme ihtimali en azından şu an ki süreçte yüksek görünüyor. Bu da bana, varlık gücünü tartışmalardan alan troller için pek de elverişli bir ortam sağlamadığı sonucunu düşündürüyor.
4) Sözlük Yönetiminin Dirayetli Tavrı : Evet henüz ortada net bir tartışma ortamı oluşmadı belki ama, bence bunda, bütünüyle "sözlük yönetimi" diye adlandırdığımız organizasyondaki kişilerin kararlı tavırlarının da etkisi önemli rol oynamakta. en azından şu ana kadar diye de eklemek istiyorum tabii. burada kendimden bir örnek vereyim ; dün gece ilk kez bir sözlük moderatörü tarafından uyarıldım. üstelik gecenin ilerlemiş bir saatinde. çoğu sözlükte günün en hareketli saatlerinde bile (sözlük açısından) "ara ki moderatör bulasın" tarzı şikayetlere eminim ki çoğumuz denk gelmişizdir. oysa yine gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, burada moderatör arkadaşlar gerçekten de neredeyse 24 saat görevlerinin başındalar ve büyük bir özveri ve ciddiyetle, görevlerini yapma gayretindeler. bana yapılan uyarının ayrıntısına girmeyeceğim, sadece format ile alakalı bir uyarıydı demem yeterli olur düşüncesindeyim. ancak bilinmesini isterim ki, uyarı şekli son derece kibarcaydı ve ben de derhal kendi üzerime düşeni yapıp, söz konusu uyarı için moderatör arkadaşa teşekkür ettim. genel mantığa aykırı bir uyarı olsaydı bir şekilde tepkim olurdu belki ama format kavramındaki uyarıya uymayı, "çifte standart" yaşanmadığı sürece kesinlikle doğru buluyorum. genel düşünceme göre; bir troll varlığını, ancak sözlük yönetiminin zayıflığı halinde devam ettirebilir. yinelemek istiyorum ki, zengin sözlükte en azından şu ana kadar yönetimin, belirlenmiş format konusu hakkında tavizkar bir tavrı yokmuş gibi geldi bana. bu bence troll bir yazarın isteyeceği en son şey olacaktır. yani anında müdahale oldukça önemli ve şu ana kadar genel olarak sözlük yönetimi bu işin altından layıkıyla kalkabilmekte. ancak daha doğru değerlendirmeler için, ister istemez olayı geniş zamana yaymakta fayda var tabii. yani bekleyip, göreceğiz.
son olarak troll yazarların varlığı şahsımı çok rahatsız etmez. lakin trollük kavramının da farklı anlaşıldığını düşünüyorum. herhangi bir yazar, herhangi bir konu hakkında bodozlama hakaret içeren başlık veya entryler giriyorsa, bu trolllük tanımına uygun mudur ? bence değil. trollük her ne kadar gerekliliği tartışılacak bir kavram olsa da, ince bir zeka içermeli. insanları bir tartışma içine çekerken o zekanın parıltıları görülmeli. aksi haldeki durumlar, trollükten ziyade, terbiye sınırlarını aşmaya girer ki, umarım zengin sözlükte bu tarz bir oluşum ile hiç karşılaşmayız.
avrupa'nın en büyüğüz, ötesi yok !!!
teşekkürler fenerbahçem !!!
teşekkürler fenerbahçem !!!
"keşke tüm insanlar senin gibi olsa". bu egomun tavan yapmasına neden olan bir iltifattır. hiç mütevazi olmayacağım, duymuşluğum da çoktur. tabii burada şahsıma övgü olduğu kadar diğer insanlardan yenilmiş kazıkların etkisi olduğunun da farkındayım. bir de zekam üzerinden yapılan iltifatlar çok hoşuma gider, aklınızda bulunsun diye söylüyorum, belki kullanma ihtiyacı hissedersiniz...
not : fark ettiyseniz, fiziğim üzerine herhangi bir iltifat almıyorum. ayrıca sempatiksin lafından hiç haz etmem, bilmem anlatabildim mi ?
not : fark ettiyseniz, fiziğim üzerine herhangi bir iltifat almıyorum. ayrıca sempatiksin lafından hiç haz etmem, bilmem anlatabildim mi ?
hazır söz efsane grup queen'den açılmışken, queen'in efsane solistinden bahsetmemek olmaz düşüncesindeyim. gerek muazzam güçteki sesi, gerek canlı performanslarında sergilediği inanılmaz sahne showları ile adeta "doğuştan sanatçı" budur işte, hissini uyandıran ve bir çok müzik otoritesi tarafından da, gelmiş geçmiş en başarılı vokal olarak nitelendirilen, Tanzanya doğumlu,hint kökenli,ama birleşik krallık vatandaşı olan kişidir. 1991 yılında ve henüz 45 yaşındayken ölmüş olması, müzik dünyası için de erken bir kayıp olarak düşünülebilir.
1985 yılında, Birleşik Krallığın ve aynı zamanda İngiltere'nin başkenti Londra'da, eski Wembley stadyumunda söylediği "Radio Ga Ga" şarkısındaki performansı,seyirci ile kurduğu muhteşem diyalog ile kelimenin tam anlamıyla beni büyülemiştir. Şİmdi paylaşacağım bu görüntüleri sonuna kadar izlemenizi, özellikle öneririm. Gerçek bir rock yıldızı olmak nedir, sorusunun cevabını, bence sahnedeki bu inanılmaz performansında bulmak mümkündür.
1985 yılında, Birleşik Krallığın ve aynı zamanda İngiltere'nin başkenti Londra'da, eski Wembley stadyumunda söylediği "Radio Ga Ga" şarkısındaki performansı,seyirci ile kurduğu muhteşem diyalog ile kelimenin tam anlamıyla beni büyülemiştir. Şİmdi paylaşacağım bu görüntüleri sonuna kadar izlemenizi, özellikle öneririm. Gerçek bir rock yıldızı olmak nedir, sorusunun cevabını, bence sahnedeki bu inanılmaz performansında bulmak mümkündür.
vakti zamanında, tespit sözcüğünü yazarken zaman zaman zorlandığımı tespit ettim.(tespit-tesbit arasında gidip geliyordum) o nedenle saptama sözcüğünü kullanmaya başlamıştım.
bu entrymde onu aştığımı görmekten ve göstermekten dolayı mutluyum. ama saptama kelimesini kullanmanın keyfi de bir başka tabii.
bu entrymde onu aştığımı görmekten ve göstermekten dolayı mutluyum. ama saptama kelimesini kullanmanın keyfi de bir başka tabii.
"Fenerbahçe Cumhuriyeti ortalıkta yoksa‚ Türkiye yoktur‚ futbol yoktur‚ bolluk yoktur‚ insanlar yoktur‚ canlılar güç nefes alır ve bu ülke kısa süre sonra yaşayan yer olmaktan çıkıp‚ mezarlık olur.
Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü‚ ne kupa büyüklüğüdür.
Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte‚ adı konamaz."
İslam Çupi
Fenerbahçe büyüklüğü ne şampiyonluk büyüklüğü‚ ne kupa büyüklüğüdür.
Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte‚ adı konamaz."
İslam Çupi
nijerya asıllı birleşik krallık pasaportu taşıyan profesyonel boksör.
şahsımı daha önceden tanıyan ve dünya görüşüme aşina olan pek çok yazar arkadaşım neptune ve boks ne alaka diye düşünebilirler. bu nedenle, boks konusunda gel-git düşünceler içinde olduğum gerçeğini itiraf ederek başlamak istiyorum. hatta o kadar ki, "boks sporsa, olimpiyatlar savaştır" sözünden tutun da, iki insanın, belirli kurallar çerçevesinde bile olsa birbirini dövmesi kadar anlamsız bir eylem olamaz demişliğim de çoktur. öte yandan, bu genel görüşüme rağmen ve büyük bir çelişki olduğunu da bildiğim halde, özellikle "profesyonel boks" ve ağır sıklet" ünvan maçlarına karşı,çok erken yaşlardan itibaren dönemsel de olsa, bir ilgim olduğum gerçeğini de inkar etmem mümkün değil. dolayısıyla george foreman (ki o da stil olarak çok beğendiğim efsane boksörlerden biridir), evander holyfield, mike tyson ve lennox lewis gibi son 25-30 senelik döneme damgalarını vurmuş, pek çok ünvanın sahibi olmuş boksörlerin maçlarını izlemişliğim de çoktur.
yukarıda saydığım tüm ağır sıklet ünvan şampiyonlarından bambaşka bir yere sahip olduğunu düşündüğüm 1989 doğumlu bu boksör, benim bu yaşıma kadar gördüğüm kesinlikle en farklı ve en büyük boksör. bu nedenle hakkında biraz daha bilgi paylaşmak istiyorum.
anthony joshua ; 2011 yılında dünya amatör boks ve 2012 yılında londra'da gerçekleştirilen yaz olimpiyatlarının şampiyonu. profesyonel boks yaşamına ise, olimpiyat şampiyonu olduktan 1 sene sonra yani 2013 yılında, londra'da çıktığı ilk maç ile başlamış (iyi ki de başlamış) yani aslında profesyonel boks da hepi topu 4 yıldır mücadele ediyor. ancak bu 4 yıl boyunca çıkmış olduğu 19 maçın tamamını, buraya dikkat knockout (k.o) ile kazanmış durumda.
ünvanlarına gelince ;
dünyada boks şampiyonası düzenleyen 4 büyük kuruluşun (majör şampiyonlar diye de geçmekte) 2 sinin, şampiyonluk kemeri, 29 nisan 2017 itibariyle kendisine ait. (tabi ağır sıklette) nelerdir bunlar dersek ;
- ibf (internatonal boxing federation) yani uluslararası boks federasyonu
- wba (world boxing association) -süper- yani dünya boks birliği
ayrıca minör şampiyonalar diye de geçen ünvanlardan olan ;
- ibo (international boxing organization) yani uluslararası boks organizasyonu
şampiyonluk ünvanı da yine kendisine ait.
geriye kalan 2 majör şampiyonluk ünvanı, var onlar ise ;
- wbo (world boxing organization) yani dünya boks organizasyonu (bu ünvanın sahibi şu an yeni zelanda'lı joseph parker)
- wbc (world boxing council) yani dünya boks konseyi (bu ünvanın sahibi ise birleşik amerikalı deontay wilder)
açıkcası wbc şampiyonluğu için gerçekleşmesi muhtemel anthony joshua-deontay wilder müsabakasını "olağanüstü bir maç" olur düşüncesindeyim.
son olarak, özellikle sol direkleri mükemmel olan, aparkatları ile rakibini dağıtan ve kroşeleri de balyoz etkisine sahip olan, anthony joshua'nın maçlarından bir demet ve geçtiğimiz 29 nisan gecesi londra'da ele geçirdiği wba şampiyonluğu ünvan maçını (ukraynalı wladimir klitschko'a karşı) için linkleri paylaşmak istiyorum.
umuyorum ki vereceğim görüntüleri izleyecek olan boks severler ve hatta boks ile yakından uzaktan ilgisi olmayanlar bile, tıpkı benim gibi, boks tarihine adını şimdiden altın harfler ile yazdığını düşündüğüm, birleşik krallığın sempatik boksörü anthony joshua'ya bundan sonra çok daha fazla ilgi göstereceklerdir.
bu profesyonelliğe adım attıktan sonraki maçlarından görüntüleri içeren videonun linki ;
bu, geçtiğimiz 29 Nisan Gecesi, Londra'da Wembley Stadyumunda ve yaklaşık 90.000 (evet yanlış okumadınız doksan bin) seyircinin önünde, Wladimir Klitschko'yu mağlup ettiği, olağan üstü maçın tamamının görüntüleri
dipnot : belki de tek handikapı, profesyonel boksta çıktığı 19 maçın tamamını da, ev sahibi olarak birleşik krallık topraklarında yapmış olması söylenebilir, "god save the queen"
edit 1 : antony joshua, wladimir klitschko maçına nasıl hazırlanmış. ben izlerken yoruldum ve ağır sıklet boksörlerine saygım bir kez daha arttı doğrusu.bu adamın yaptığı antrenmanı yapabilecek herhangi bir insan evladı olduğunu sanmıyorum. demek ki neymiş, başarı öyle pat diye elde edilmiyormuş.
edit 2 : bu da o efsane maçın face off görüntüleri ;
son edit : face off ; profesyonel boks ya da diğer ring mücadeleleri öncesi, rakiplerin birlikte tartıya çıktığı ve basına poz verdiği (özellikle yüz yüze verdikleri poz) basın toplantısına verilen isimdir.
şahsımı daha önceden tanıyan ve dünya görüşüme aşina olan pek çok yazar arkadaşım neptune ve boks ne alaka diye düşünebilirler. bu nedenle, boks konusunda gel-git düşünceler içinde olduğum gerçeğini itiraf ederek başlamak istiyorum. hatta o kadar ki, "boks sporsa, olimpiyatlar savaştır" sözünden tutun da, iki insanın, belirli kurallar çerçevesinde bile olsa birbirini dövmesi kadar anlamsız bir eylem olamaz demişliğim de çoktur. öte yandan, bu genel görüşüme rağmen ve büyük bir çelişki olduğunu da bildiğim halde, özellikle "profesyonel boks" ve ağır sıklet" ünvan maçlarına karşı,çok erken yaşlardan itibaren dönemsel de olsa, bir ilgim olduğum gerçeğini de inkar etmem mümkün değil. dolayısıyla george foreman (ki o da stil olarak çok beğendiğim efsane boksörlerden biridir), evander holyfield, mike tyson ve lennox lewis gibi son 25-30 senelik döneme damgalarını vurmuş, pek çok ünvanın sahibi olmuş boksörlerin maçlarını izlemişliğim de çoktur.
yukarıda saydığım tüm ağır sıklet ünvan şampiyonlarından bambaşka bir yere sahip olduğunu düşündüğüm 1989 doğumlu bu boksör, benim bu yaşıma kadar gördüğüm kesinlikle en farklı ve en büyük boksör. bu nedenle hakkında biraz daha bilgi paylaşmak istiyorum.
anthony joshua ; 2011 yılında dünya amatör boks ve 2012 yılında londra'da gerçekleştirilen yaz olimpiyatlarının şampiyonu. profesyonel boks yaşamına ise, olimpiyat şampiyonu olduktan 1 sene sonra yani 2013 yılında, londra'da çıktığı ilk maç ile başlamış (iyi ki de başlamış) yani aslında profesyonel boks da hepi topu 4 yıldır mücadele ediyor. ancak bu 4 yıl boyunca çıkmış olduğu 19 maçın tamamını, buraya dikkat knockout (k.o) ile kazanmış durumda.
ünvanlarına gelince ;
dünyada boks şampiyonası düzenleyen 4 büyük kuruluşun (majör şampiyonlar diye de geçmekte) 2 sinin, şampiyonluk kemeri, 29 nisan 2017 itibariyle kendisine ait. (tabi ağır sıklette) nelerdir bunlar dersek ;
- ibf (internatonal boxing federation) yani uluslararası boks federasyonu
- wba (world boxing association) -süper- yani dünya boks birliği
ayrıca minör şampiyonalar diye de geçen ünvanlardan olan ;
- ibo (international boxing organization) yani uluslararası boks organizasyonu
şampiyonluk ünvanı da yine kendisine ait.
geriye kalan 2 majör şampiyonluk ünvanı, var onlar ise ;
- wbo (world boxing organization) yani dünya boks organizasyonu (bu ünvanın sahibi şu an yeni zelanda'lı joseph parker)
- wbc (world boxing council) yani dünya boks konseyi (bu ünvanın sahibi ise birleşik amerikalı deontay wilder)
açıkcası wbc şampiyonluğu için gerçekleşmesi muhtemel anthony joshua-deontay wilder müsabakasını "olağanüstü bir maç" olur düşüncesindeyim.
son olarak, özellikle sol direkleri mükemmel olan, aparkatları ile rakibini dağıtan ve kroşeleri de balyoz etkisine sahip olan, anthony joshua'nın maçlarından bir demet ve geçtiğimiz 29 nisan gecesi londra'da ele geçirdiği wba şampiyonluğu ünvan maçını (ukraynalı wladimir klitschko'a karşı) için linkleri paylaşmak istiyorum.
umuyorum ki vereceğim görüntüleri izleyecek olan boks severler ve hatta boks ile yakından uzaktan ilgisi olmayanlar bile, tıpkı benim gibi, boks tarihine adını şimdiden altın harfler ile yazdığını düşündüğüm, birleşik krallığın sempatik boksörü anthony joshua'ya bundan sonra çok daha fazla ilgi göstereceklerdir.
bu profesyonelliğe adım attıktan sonraki maçlarından görüntüleri içeren videonun linki ;
bu, geçtiğimiz 29 Nisan Gecesi, Londra'da Wembley Stadyumunda ve yaklaşık 90.000 (evet yanlış okumadınız doksan bin) seyircinin önünde, Wladimir Klitschko'yu mağlup ettiği, olağan üstü maçın tamamının görüntüleri
dipnot : belki de tek handikapı, profesyonel boksta çıktığı 19 maçın tamamını da, ev sahibi olarak birleşik krallık topraklarında yapmış olması söylenebilir, "god save the queen"
edit 1 : antony joshua, wladimir klitschko maçına nasıl hazırlanmış. ben izlerken yoruldum ve ağır sıklet boksörlerine saygım bir kez daha arttı doğrusu.bu adamın yaptığı antrenmanı yapabilecek herhangi bir insan evladı olduğunu sanmıyorum. demek ki neymiş, başarı öyle pat diye elde edilmiyormuş.
edit 2 : bu da o efsane maçın face off görüntüleri ;
son edit : face off ; profesyonel boks ya da diğer ring mücadeleleri öncesi, rakiplerin birlikte tartıya çıktığı ve basına poz verdiği (özellikle yüz yüze verdikleri poz) basın toplantısına verilen isimdir.
divan edebiyatının en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilen, fuzulî' ye ait bir şiirde geçen söz öbeği.
gerek ifade gücünün yüksekliği, gerekse kullanım alanının esnekliği nedeniyle, "geniş zamanlı" kullanımı mümkündür. yani sadece söylendiği zamana ve nedene bağlı olarak değer kazanmış bir söz değildir. düşünceme göre, aradan binlerce yıl geçse de, bu sözü kullanma ihtiyacı hisseden insanlar mutlaka olacaktır.
şahsım için taşıdığı anlam ise, "çaresizliğin ve çaresizliğin yol açtığı ikilemin" en güzel karşılığı olmasıdır. her ne kadar fuzulî' nin kullanım şekli çok farklı olsa da, pek çok insan, hayatı boyunca, bu sözü kullanma ihtiyacını er veya geç hissedeceği olaylar ile yüzleşir.
gerek ifade gücünün yüksekliği, gerekse kullanım alanının esnekliği nedeniyle, "geniş zamanlı" kullanımı mümkündür. yani sadece söylendiği zamana ve nedene bağlı olarak değer kazanmış bir söz değildir. düşünceme göre, aradan binlerce yıl geçse de, bu sözü kullanma ihtiyacı hisseden insanlar mutlaka olacaktır.
şahsım için taşıdığı anlam ise, "çaresizliğin ve çaresizliğin yol açtığı ikilemin" en güzel karşılığı olmasıdır. her ne kadar fuzulî' nin kullanım şekli çok farklı olsa da, pek çok insan, hayatı boyunca, bu sözü kullanma ihtiyacını er veya geç hissedeceği olaylar ile yüzleşir.
"Hoşlanılmayan bir davranışın en küçüğünü, başkalarından önce kendimizde deneyip etkiyi görmeli; ondan sonra bunun daha büyüğünü başkalarına uygulamanın ne denli uygun olup olmayacağına karar vermeliyiz".
genel olarak böyle bir açıklaması mevcut ve aslında taşıdığı bu anlam doğruymuş gibi gözükse de, burada da hatalı bir kullanım söz konusu olduğunu düşünüyorum. burada da dememin nedeni için ise (bkz:Bitki çayı)
işin ilginç yanı çok küçük yaşlarda duyduğum bu atasözünü tamamen tersten anlamama da, bu hatalı kullanımın yol açtığını düşünüyorum. şöyle ki bu sözü ilk duyduğumda, "çuvaldız" kelimesinin ne olduğunu bilmiyordum. yeni duyduğum kelimeleri araştırma merakım olduğu için, şimdi tam hatırlamıyorum ama, bir sözlük ya da ansiklopediden ( evet o zamanlar internet yoktu) çuvaldız kelimesine bakmıştım. çuvaldızın çuval gibi kalın ve kaba kumaşların dikiminde kullanılan oldukça büyük bir iğne türü olduğunu görünce de, sözün aslının, "çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batır" olarak düşünmüştüm. burada yola çıktığım mantık, şüphesiz ki, can yakması açısından çuvaldızın çok daha fazla etkili olduğunu düşünmem ve doğal olarak, iyi niyetli bir insanın da, asıl eleştirilerini kendisine yapması gerekliliğiydi.
gelelim sözün hatalı kullanım olduğunu düşünmemdeki nedene. aslında burada püf nokta "batır" sözü. zira sözün orjinalinde de batır eylemi geçmekte. bu bir emir kipi. yani demek oluyor ki, iğneyi kendine batırdıktan sonra, canının yanacağını anlama rağmen, çuvaldızı da git başkasına batır. bana göre daha doğru kullanımı " önce kendine bir iğne batır da, sonra başkasına çuvaldız batırmak ne kadar acı verir onu düşün" şeklinde olabilirdi. ya da daha öz olarak ifade edilmek istenilse, "kendine iğneyi batırırsan, başkasına çuvaldız batırmaman gerektiğini anlamış olursun" şeklinde olabilirdi. bu şekliyle, sözün anlatmak istediği şeye çok daha yakın bir ifade biçimi gerçekleştirilmiş olurdu diye düşünmekteyim.
not : atasözleri ve deyimlere karşı bir insan değilim. hatta tam tersi, toplumsal yaşamın vazgeçilmez parçaları olduğunu ve gelecek nesille aktarılmak istenilen dersleri çoğu zaman mükemmele yakın derecede özetlenmiş şekilde verdiğini düşünürüm (elbette hepsi için geçerli değil) beni rahatsız eden, bu canım anlatımların, minik gibi gözüken ama çok farklı anlamlara neden olabilecek, eksik ya da hatalı kullanımları olduğu gerçeğinin altını çizmektir. ilerde aklıma gelirse, benzer türden sözleri, bu eleştirisel gözle başlıklara taşımaya da niyetliyim.
genel olarak böyle bir açıklaması mevcut ve aslında taşıdığı bu anlam doğruymuş gibi gözükse de, burada da hatalı bir kullanım söz konusu olduğunu düşünüyorum. burada da dememin nedeni için ise (bkz:Bitki çayı)
işin ilginç yanı çok küçük yaşlarda duyduğum bu atasözünü tamamen tersten anlamama da, bu hatalı kullanımın yol açtığını düşünüyorum. şöyle ki bu sözü ilk duyduğumda, "çuvaldız" kelimesinin ne olduğunu bilmiyordum. yeni duyduğum kelimeleri araştırma merakım olduğu için, şimdi tam hatırlamıyorum ama, bir sözlük ya da ansiklopediden ( evet o zamanlar internet yoktu) çuvaldız kelimesine bakmıştım. çuvaldızın çuval gibi kalın ve kaba kumaşların dikiminde kullanılan oldukça büyük bir iğne türü olduğunu görünce de, sözün aslının, "çuvaldızı kendine, iğneyi başkasına batır" olarak düşünmüştüm. burada yola çıktığım mantık, şüphesiz ki, can yakması açısından çuvaldızın çok daha fazla etkili olduğunu düşünmem ve doğal olarak, iyi niyetli bir insanın da, asıl eleştirilerini kendisine yapması gerekliliğiydi.
gelelim sözün hatalı kullanım olduğunu düşünmemdeki nedene. aslında burada püf nokta "batır" sözü. zira sözün orjinalinde de batır eylemi geçmekte. bu bir emir kipi. yani demek oluyor ki, iğneyi kendine batırdıktan sonra, canının yanacağını anlama rağmen, çuvaldızı da git başkasına batır. bana göre daha doğru kullanımı " önce kendine bir iğne batır da, sonra başkasına çuvaldız batırmak ne kadar acı verir onu düşün" şeklinde olabilirdi. ya da daha öz olarak ifade edilmek istenilse, "kendine iğneyi batırırsan, başkasına çuvaldız batırmaman gerektiğini anlamış olursun" şeklinde olabilirdi. bu şekliyle, sözün anlatmak istediği şeye çok daha yakın bir ifade biçimi gerçekleştirilmiş olurdu diye düşünmekteyim.
not : atasözleri ve deyimlere karşı bir insan değilim. hatta tam tersi, toplumsal yaşamın vazgeçilmez parçaları olduğunu ve gelecek nesille aktarılmak istenilen dersleri çoğu zaman mükemmele yakın derecede özetlenmiş şekilde verdiğini düşünürüm (elbette hepsi için geçerli değil) beni rahatsız eden, bu canım anlatımların, minik gibi gözüken ama çok farklı anlamlara neden olabilecek, eksik ya da hatalı kullanımları olduğu gerçeğinin altını çizmektir. ilerde aklıma gelirse, benzer türden sözleri, bu eleştirisel gözle başlıklara taşımaya da niyetliyim.
bana göre ilk cinsel deneyim, çoğu insan açısından masturbasyon yapmasıdır. yani cinsel deneyim için karşı veya hem cinsiniz ile cinsel bir deneyim yaşamanız gerekmemektedir. zira cinsellik, insanın kendi bedenini tanıması ile başlar. ayrıca yapılış amacı göz önüne alındığında, masturbasyon da "cinsel bir deneyime" girer. bu nedenle "başka birisi ile yaşanan ilk cinsel deneyim" sözü, kulağa daha doğru gelmektedir. başta belirtmiştim ama yineleyeyim, elbette "bana göre".
not : gece gece ne olduysa bana, kelimelere takılmaya başladım iyice. sanırım içime "monster degree" kaçtı. bu nedenle başlığı açan yazar arkadaşımızın kesinlikle üstüne alınmamasını özellikle rica ediyorum. zaten cinsel deneyim denilince, genel olarak ve kendisinin de ifade ettiği gibi, karşılıklı bir iletişimden bahsedilir aslında. beni itiraz noktam bu genel ifadeye olup, kesinlikle şahsına değildir.
not : gece gece ne olduysa bana, kelimelere takılmaya başladım iyice. sanırım içime "monster degree" kaçtı. bu nedenle başlığı açan yazar arkadaşımızın kesinlikle üstüne alınmamasını özellikle rica ediyorum. zaten cinsel deneyim denilince, genel olarak ve kendisinin de ifade ettiği gibi, karşılıklı bir iletişimden bahsedilir aslında. beni itiraz noktam bu genel ifadeye olup, kesinlikle şahsına değildir.
önyargı dediğimiz olayın ne kadar boktan bir şey olduğunu gözler önüne seren muhteşem bir filmdir. film içinde gerçekleşen diyaloglar son derece sade bir dil ile anlatılmıştır. ayrıca jüri kararına dayalı adalet sisteminin, adaleti sağlamada ne derece doğru bir sistem olup olmadığı konusunda ciddi şüpheler uyandırır ki bu bahsettiğimiz abd için geçerli düşünün. ülkemizde bu sistemin uygulanabilirliği kanımca neredeyse zaten imkansızdır. son olarak bazen 1 kişinin fikrinin bile, çoğunluk karşısında ne denli etkili olabileceğini ve değişimi nasıl tetiklediğini suratınıza tokat gibi çarpar. tüm bunların yanı sıra, filmin sonunda acaba alınan karar doğru muydu diye de düşünmeden edemezsiniz, öyle de ironik bir yanı vardır :)))
not : ulan şimdi farkettim, filmi anlatsaymışım da olurmuş. her neyse, mahkeme sistemlerimiz çok farklı olsa da, başta hukukçu arkadaşlar olmak üzere, herkesin izlemesi gerektiğini söyleyebilir ve önere bilirim. sevgili davy jones'un da belirttiği üzere, filmin başlangıç ve final sahnesindeki minik bölüm hariç, tamamının ufacık bir odada geçiyor olması kesinlikle izleyeni sıkmaz. hep son olarak dedim ama gerçekten bu kez son, filmin en ilginç yanlarından biri de, filmde geçen karakterlerin yalnızca 2 sinin ismini, (o da filmin final sahesinde) yer alıyor olmasıdır. Bu da, isimlerin karakterler üzerinde çok da anlam taşımadığının en belirgin özelliğidir. feministler izlemesin film de kadın oyuncuya yer yok.
benzer güzellikteki bir film için ; "Anatomy Of A murder (Bir Cinayetin anatomisi/tahlili) isimli filmi önerebilirim. Umarım onun başlığını açmak da bana kısmet olur ama şimdi uyumalıyım,evet.
not : ulan şimdi farkettim, filmi anlatsaymışım da olurmuş. her neyse, mahkeme sistemlerimiz çok farklı olsa da, başta hukukçu arkadaşlar olmak üzere, herkesin izlemesi gerektiğini söyleyebilir ve önere bilirim. sevgili davy jones'un da belirttiği üzere, filmin başlangıç ve final sahnesindeki minik bölüm hariç, tamamının ufacık bir odada geçiyor olması kesinlikle izleyeni sıkmaz. hep son olarak dedim ama gerçekten bu kez son, filmin en ilginç yanlarından biri de, filmde geçen karakterlerin yalnızca 2 sinin ismini, (o da filmin final sahesinde) yer alıyor olmasıdır. Bu da, isimlerin karakterler üzerinde çok da anlam taşımadığının en belirgin özelliğidir. feministler izlemesin film de kadın oyuncuya yer yok.
benzer güzellikteki bir film için ; "Anatomy Of A murder (Bir Cinayetin anatomisi/tahlili) isimli filmi önerebilirim. Umarım onun başlığını açmak da bana kısmet olur ama şimdi uyumalıyım,evet.
ingilizcede, özellikle doğal afet, kaza vb. şeyler sonrası, sağ kalmayı, hayatta kalmayı başaran kişiler için kullanılan bir sıfat.
bu tanımlama dahilinde, hayatta herkes potansiyel bir survivor adayıdır aslında. yine de ben, kimsenin bu sıfat ile anılmasını gerektirecek olaylar ile karşılaşmamasını diliyorum tabii.
bu tanımlama dahilinde, hayatta herkes potansiyel bir survivor adayıdır aslında. yine de ben, kimsenin bu sıfat ile anılmasını gerektirecek olaylar ile karşılaşmamasını diliyorum tabii.
insanlığın gelişiminde çok büyük katkıları olan, çok değerli bir bilim insanı olduğu gerçeğini değiştirmeyecek olsa da, albert einstein'ın varlığı ve onun çekim yasası ve uzay hakkındaki teorileri ile bazı düşünceleri tartışılır hale gelmiştir. açıkcası; "aynı yüzyılda yaşayıp, birlikte çalışmaları, insanlık için kim bilir ne kadar yararlı olurdu" diye, düşünemeden edemiyor insan.
konuyla ilginenler için ;
konuyla ilginenler için ;
şüphesiz ki evet diye cevaplandırılması mümkün olmayan soruların başında gelir.
"hayır ama uyumak üzereyim, sayılır, birazdan uyumayı düşünüyorum, hayır ama gözlerim kapanıyor, başka zaman devam edelim mi ?," tarzı cevaplar ile karşılaşıyorsanız, çok üstelemeyin, uykusu yoksa bile sizinle konuşmak istemiyor demektir.
"uyku mu ? seninle konuşurken asla, beni düşünmen çok hoşuma gidiyor ama merak etme, uykusuzluktan öleceğimi bilsem uyumam, yarın gündüz uyurum boşver eee nerde kalmıştık konuyu bölme, devam et lütfen, bekle kendime kahve yapıp geliyorum, sen de ister misin (sonuna çeşitli emojiler eklenerek)" şeklinde cevaplar geliyor ise sabahlamak kaçınılmazdır.
not : istisnalar kaideyi bozmaz.
edit : gözlerim kapanıyor mesaj atmayın...
"hayır ama uyumak üzereyim, sayılır, birazdan uyumayı düşünüyorum, hayır ama gözlerim kapanıyor, başka zaman devam edelim mi ?," tarzı cevaplar ile karşılaşıyorsanız, çok üstelemeyin, uykusu yoksa bile sizinle konuşmak istemiyor demektir.
"uyku mu ? seninle konuşurken asla, beni düşünmen çok hoşuma gidiyor ama merak etme, uykusuzluktan öleceğimi bilsem uyumam, yarın gündüz uyurum boşver eee nerde kalmıştık konuyu bölme, devam et lütfen, bekle kendime kahve yapıp geliyorum, sen de ister misin (sonuna çeşitli emojiler eklenerek)" şeklinde cevaplar geliyor ise sabahlamak kaçınılmazdır.
not : istisnalar kaideyi bozmaz.
edit : gözlerim kapanıyor mesaj atmayın...
fiziksel özellikleri nedeniyle, neredeyse tüm dünya uluslarında, bir uzunluk birimi olarak kullanılmakta olan, çift toynaklı memeli.
yalnız boyunun uzunluğunun önemli bir bölümünü "boyun" yapısı oluşturduğu için, bazı dezavantajlara da sahiptirler. misal, özellikle yer seviyesindeki su birikintilerinden su içmek zürafalar için oldukça zahmetli ve aynı zamanda riskli bir iştir. keza boyunları uzun olduğu için, çok zayıf ses tellerine sahiptirler ve bu nedenle ses çıkaramazlar. boyun bölgesi uzun olduğu için, başı ve bedeni arasındaki mesafede doğal olarak çok fazladır ve yine bunun sonucu olarak beyinlerine kan taşınmasını sağlayacak ölçüde, kan pompalamaya yarayan oldukça büyük bir kalbi vardır. boynunun yanı sıra, 35-40 cm e varan siyah renkteki uzun dilleri de, en bilinen fiziksel özelliklerinden biridir. temel besin kaynağı olan akasya ağaçlarının taze yapraklarına ulaşabilmesi ise evrim süreçleri üzerinde etkili olduğu düşünülen teorilerden biridir. günde ortalama sadece 1 saat uyumaları da, bu güzel desenli zarif hayvanların en ilginç özelliklerinden biridir. insan dışında en büyük avcıları aslanlardır. aslanlara karşı en büyük savunma silahları ise, bir aslanın kafatası da dahil vücudundaki tüm kemikleri kırabilecek ölçüde şiddetle savurdukları çifteleridir.
yalnız boyunun uzunluğunun önemli bir bölümünü "boyun" yapısı oluşturduğu için, bazı dezavantajlara da sahiptirler. misal, özellikle yer seviyesindeki su birikintilerinden su içmek zürafalar için oldukça zahmetli ve aynı zamanda riskli bir iştir. keza boyunları uzun olduğu için, çok zayıf ses tellerine sahiptirler ve bu nedenle ses çıkaramazlar. boyun bölgesi uzun olduğu için, başı ve bedeni arasındaki mesafede doğal olarak çok fazladır ve yine bunun sonucu olarak beyinlerine kan taşınmasını sağlayacak ölçüde, kan pompalamaya yarayan oldukça büyük bir kalbi vardır. boynunun yanı sıra, 35-40 cm e varan siyah renkteki uzun dilleri de, en bilinen fiziksel özelliklerinden biridir. temel besin kaynağı olan akasya ağaçlarının taze yapraklarına ulaşabilmesi ise evrim süreçleri üzerinde etkili olduğu düşünülen teorilerden biridir. günde ortalama sadece 1 saat uyumaları da, bu güzel desenli zarif hayvanların en ilginç özelliklerinden biridir. insan dışında en büyük avcıları aslanlardır. aslanlara karşı en büyük savunma silahları ise, bir aslanın kafatası da dahil vücudundaki tüm kemikleri kırabilecek ölçüde şiddetle savurdukları çifteleridir.
orjinali ve tamamı ;
"Epilogue...It was in the reign of King George III that the aforesaid personages lived and quarreled; good or bad, handsome or ugly, rich or poor, they are all equal now"
"good or bad" kısmından itibaren türkçe'ye çevrilmiş hali ;
"İyi veya kötü, güzel veya çirkin, zengin veya fakir,
hepsi artık eşit."
1975 yapımı, stanley kubrick imzalı "barry lyndon" filminin final sahnesinde geçen ve film boyunca olayları aktaran dış ses tarafından söylenmiş son sözlerdir.
"Epilogue...It was in the reign of King George III that the aforesaid personages lived and quarreled; good or bad, handsome or ugly, rich or poor, they are all equal now"
"good or bad" kısmından itibaren türkçe'ye çevrilmiş hali ;
"İyi veya kötü, güzel veya çirkin, zengin veya fakir,
hepsi artık eşit."
1975 yapımı, stanley kubrick imzalı "barry lyndon" filminin final sahnesinde geçen ve film boyunca olayları aktaran dış ses tarafından söylenmiş son sözlerdir.
Bazı bünyelerde , "ve yedi cüceler" şeklinde tamamlanma ihtiyacı hissettiren, masal kahramanı. Gerçekten de yalın halde "pamuk prenses" kelimesi kullanımında bir eksiklik ihtiyacı hissediyorum ve istemsizce beynimde "ve yedi cüceler" şeklinde kelime grubu beliriyor. Tik gibi bir şey bu.
isimlendirilmesi kim tarafından yapılmış bilemiyorum ama söz konusu bu içeceklere hatalı bir isim konmuş gibi geliyor bana. bitki çayı denildiğinde insanların aklına siyah veya yeşil çay gelmez. oysa çay da bir bitkidir. işin ilginç yanı yanlış bilmiyorsam mesela ingilizcede ki karşılığı da "herbal tea" olarak geçmekte ve bunun türkçedeki tam karşılığı da bitkisel çay olmakta. yani orada da aynı mantık hatasını görmek mümkün.
tadı ve faydaları konusundaki topa hiç girmeyeceğim. neticede tercihlerden ibaret ve son derece öznel bir yaklaşım olacak. ama bu isim konusuna en baştan beri takılmış olduğum için başlığa yazma ihtiyacı hissettim. teşekkürler.
tadı ve faydaları konusundaki topa hiç girmeyeceğim. neticede tercihlerden ibaret ve son derece öznel bir yaklaşım olacak. ama bu isim konusuna en baştan beri takılmış olduğum için başlığa yazma ihtiyacı hissettim. teşekkürler.
2015 yılında yarı finalde real madrid'e, üçüncülük maçında da cska'ya yenilip dördüncü olduk. 2016 yılında yani geçen sene yarı finalde laboral'i eleyip, türk basketbol tarihinde bir ilke imza atıp, final four da final maçına çıktık ama belalımız cska ya finalde kaybedip, ikincilik ile yetinmek durumunda kaldık. ve 2017 yılındayız, cuma akşamı real madrid'i baştan sona üstün oynayarak ve bileğimizin hakkıyla yenerek yine finale çıkmış olduk. geçmişte üst üste iki kez euroleauge de final four a katılan, o zaman ki adıyla efes pilsen, günümüzdeki adıyla anadolu efes takımının (ikisinde de üçüncü olmuşlardı) bu önemli başarısından sonra, çıtayı bir kez daha yükselterek, tarihte üst üste 3.kez final four da yer alan ilk türk takımı olan fenerbahçemizin, bu büyük gururu bizlere yaşatması şüphesiz ki çok ama çok anlamlıdır.
peki yeterli mi elbette hayır. bu sefer rakibimiz olympiakos. yarı finalde ,maçın büyük bölümünü geride oynamalarına karşın, direnç gösterip, oyundan hiç kopmayarak, bizim baş belamız cska'yı eleyerek, onlar da finale adlarını yazdırmaya başardılar. şimdi ev sahibi olmanın avantajıyla final four da final oynayacağız. avantaj derken hakemleri kastetmiyorum, zira onlar da, şu 3 yıldır süregelen büyük çıkışımızda, zaman zaman, en az cska kadar bela oldular başımıza. ama geçmiş geçmişte kaldı. bugüne bakıyoruz artık. avantajdan kastım, şüphesiz ki, salonu dolduracak olan o muhteşem seyircimizin desteği olacak.
bugün bir kez daha tarihi bir olaya tanıklık edeceğiz. yaşayan efsane coach umuz zeljko obradovic ve birbirinden değerli ve yürekli oyuncularımız ile, sezon başından beri hedeflemiş olduğumuz kupaya ulaşmamıza sadece bir adım kaldı. ilk paragrafta verdiğim istatistiki bilgilerden anlaşılacağı üzere, türk basketbol takımlarının (efes pilsen ve fenerbahçe) euroleague'de, dördüncü,üçüncü ve ikinci tamamladığı final four maçları oldu. eksik olan tek şey var o da şampiyonluk. işte bugün o şampiyonluğun geleceği gün olsun diyorum tüm kalbimle.
seni seviyorum fenerbahçe, bu ilki bize yaşatacağından da, şüphe duymuyorum. umarım entry sonunda paylaşacağım, final four biletini aldığımız fenerbahçe-panathinaikos, basketbol maçının içindeki ve sonundaki görüntüleri, hep birlikte,coşkuyla bir kez daha yaşarız.
sevdik seni her şeyden çok,
fenerbahçe bize bu yolda, geri dönüş yok !
dilimde şarkıların gündüz gece
deli gibi aşığız fenerbahçe
bu dünyayı yakarız senin için
şampiyonluk gelince !
peki yeterli mi elbette hayır. bu sefer rakibimiz olympiakos. yarı finalde ,maçın büyük bölümünü geride oynamalarına karşın, direnç gösterip, oyundan hiç kopmayarak, bizim baş belamız cska'yı eleyerek, onlar da finale adlarını yazdırmaya başardılar. şimdi ev sahibi olmanın avantajıyla final four da final oynayacağız. avantaj derken hakemleri kastetmiyorum, zira onlar da, şu 3 yıldır süregelen büyük çıkışımızda, zaman zaman, en az cska kadar bela oldular başımıza. ama geçmiş geçmişte kaldı. bugüne bakıyoruz artık. avantajdan kastım, şüphesiz ki, salonu dolduracak olan o muhteşem seyircimizin desteği olacak.
bugün bir kez daha tarihi bir olaya tanıklık edeceğiz. yaşayan efsane coach umuz zeljko obradovic ve birbirinden değerli ve yürekli oyuncularımız ile, sezon başından beri hedeflemiş olduğumuz kupaya ulaşmamıza sadece bir adım kaldı. ilk paragrafta verdiğim istatistiki bilgilerden anlaşılacağı üzere, türk basketbol takımlarının (efes pilsen ve fenerbahçe) euroleague'de, dördüncü,üçüncü ve ikinci tamamladığı final four maçları oldu. eksik olan tek şey var o da şampiyonluk. işte bugün o şampiyonluğun geleceği gün olsun diyorum tüm kalbimle.
seni seviyorum fenerbahçe, bu ilki bize yaşatacağından da, şüphe duymuyorum. umarım entry sonunda paylaşacağım, final four biletini aldığımız fenerbahçe-panathinaikos, basketbol maçının içindeki ve sonundaki görüntüleri, hep birlikte,coşkuyla bir kez daha yaşarız.
sevdik seni her şeyden çok,
fenerbahçe bize bu yolda, geri dönüş yok !
dilimde şarkıların gündüz gece
deli gibi aşığız fenerbahçe
bu dünyayı yakarız senin için
şampiyonluk gelince !
yaşadığımız coğrafya düşünüldüğünde, bu açıdan kendimizi nispeten şanslı sayabiliriz. misal avustralya'da yaşayanlar, sayısız türdeki ve çoğu, insan bedenine ciddi derecede zararlar verecek zehirleri bünyelerinde barındıran, böcekler ile aynı toprakları paylaşıyorlar. yani ihtimal hesapları üzerinden gidecek olursak, orada yaşayan birinin, böcek tarafından ısırılması, oldukça yüksek bir orana denk düşmekte.
not : ülkenin durumu o kadar kötü ki, böyle abuk subuk şeylerden teselli arar hale geldik :/
not : ülkenin durumu o kadar kötü ki, böyle abuk subuk şeylerden teselli arar hale geldik :/
zengin sözlükteki varlığımı, kendisinin nazik davetine borçluyum. ki bu davete icabet etmemin yegane nedeni de, kendisinde gördüğüm kalite ve güvenilirlik özellikleridir. çok az insan; "tanıştığıma memnun oldum sözünün" altını gerçekten doldurur ve bu sözün hakkını verir. zaten ondan sonra da "iyi ki varsın" sözünü söylersiniz. şahsım için jona vark, kesinlikle bu insanlardandır. iyi ki varsın Themis.
bir insan için en saf ve derin hali hayvanlar ile kurulanıdır. dostlarınızı hayvanlardan seçiniz, asla pişman olmazsınız.
her zaman her yerde en büyük fener !!!
not : heyecandan yorum yazamadığım maçtır.
not : heyecandan yorum yazamadığım maçtır.
o kupa bu sene gelecek. bunu fazlasıyla hak eden bir takımız var çünkü. ne mutlu fenerbahçeliyim diyene.
iyilik, kötülük kavramlarını bir tarafa bırakıp, bu söz öbeğindeki "kapılmış olması" ifadesine dikkat çekmek isterim. geçenlerde "erkeği metalaştırmak" başlığında yazdığım gibi, kapitalist sistem yapısı gereği, her şeyi metalaştırabilir ve erkekler de buna dahildir. sanıldığı üzere sadece kadınlar metalaştırılmaz. işte "kapmak" fiilinin kullanımının altında yatan şey de, tam olarak budur. o nedenle ;
(bkz:erkeği metalaştırmak)
(bkz:erkeği metalaştırmak)
bu söz öbeğindeki "sahiplenme" sözcüğü, ister istemez başka çağrışımlara da yol açabildiğinden, beşeri ilişkilerde, benim kullanmaktan çok haz etmediğim bir kelimedir.hatta sadece insanlar değil, hayvanlar ile olan ilişkilerde bile "sahip" sözcüğünü kullanmayı pek sevmem.
aslında, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, "sahiplenme" kavramı, iki veya daha fazla canlıyı gerektiren bir eylem bütünüdür. yani şayet bir insanı sahiplenmekten söz ediyorsanız, "sahip olan" ve "sahip olunan" gibi iki yönlü tarafı olan bir eylemden söz ediyorsunuzdur. her ne kadar bazıları sahiplenilmekten hoşlandığını söylese de, aslında karşı tarafın kendisine kol kanat germesi veya ilgi alakasını üst düzeyde tutmasından hoşnuttur. bunu sahiplenme olarak algılamak, sahiplik kavramının materyalist tarafını ne yazık ki ortadan kaldırmaz. insan sosyal bir varlıktır evet. lakin aynı zamanda irade kullanabilme yetisi de mevcuttur. yani bir başkası tarafından sahiplenilmeyi istemek, olaya bu açıdan bakınca, kendi iradesini başkasına teslim etme anlamına gelir ki, bunun, sağlıklı bir davranış olup olmadığı tartışmaya çok açıktır.
aslında, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, "sahiplenme" kavramı, iki veya daha fazla canlıyı gerektiren bir eylem bütünüdür. yani şayet bir insanı sahiplenmekten söz ediyorsanız, "sahip olan" ve "sahip olunan" gibi iki yönlü tarafı olan bir eylemden söz ediyorsunuzdur. her ne kadar bazıları sahiplenilmekten hoşlandığını söylese de, aslında karşı tarafın kendisine kol kanat germesi veya ilgi alakasını üst düzeyde tutmasından hoşnuttur. bunu sahiplenme olarak algılamak, sahiplik kavramının materyalist tarafını ne yazık ki ortadan kaldırmaz. insan sosyal bir varlıktır evet. lakin aynı zamanda irade kullanabilme yetisi de mevcuttur. yani bir başkası tarafından sahiplenilmeyi istemek, olaya bu açıdan bakınca, kendi iradesini başkasına teslim etme anlamına gelir ki, bunun, sağlıklı bir davranış olup olmadığı tartışmaya çok açıktır.
kafamda belirlediğim bir konu hakkında uzun bir entry gireceğim ama bunun için dingin bir ruh haline ihtiyacım var. çünkü uzun yazmak için, ihtiyacım olan yegane şey bu.
"gölge etme, başka ihsan istemem"
diyojen
diyojen
yaşayan efsanelerden biridir. şahsım için, duruşundan asla ödün vermeyen, gerçek bir aydın insan profilidir. sesi de en az duruşu kadar saygı uyandırır. bu nedenle, başlıkta herkes hakkında bir link paylaşsa yeridir. ben de "köpekbalıkları insan olsaydı eğer" isimli şu anektodunu paylaşmayı istiyorum ;