yıllardır uygulanan yanlış tarım politikaları nedeniyle enflasyonun sebebini sebze, meyve, et, süt, bakliyat fiyatlarında arayan basiretsiz bir yönetimin yine yanlış bir uygulaması.
ekonominin en basit kuralından bile habersiz olan bu basiretsizlerin ithalatla yerli üreticiyi dize getirmeleri bindikleri dalı kesmelerinden başka bir şey değil.
yerli üreticiyi desteklemezlerse dün pirinçte, buğdayda, mısırda, ayçiçeğinde başımıza gelenler yarın hayvancılıkta başımıza gelecek.
gerçi 1000 ton mermer çıkarmak için binlerce zeytin ağacının kesilmesini onaylayan zihniyete neyi anlatıyoruz ki.
1975 ankara doğumlu itü devlet konservatuarı mezuniyetinden sonra 2 yıl müzik öğretmenliği de yapan sanatçının birçok ödüle layık görülmüş olması sesinin ve yorumunun kalitesinden olsa gerek.
sevgilerde, sevda yanığı, son dans, sessiz sinema benim hatırımda kalan albümleri. şiir yorumları da enfestir.
sevgilerde, sevda yanığı, son dans, sessiz sinema benim hatırımda kalan albümleri. şiir yorumları da enfestir.
funda arar'ın yorumladığı hicazvari şarkıdaki kalptir.
şöyleki;
"Yar, senin hediyen
Bir gönül ağrısı
Ah, ölüm olmalı
Dertli bağrımda camdan bir kalp var.
Artık dönsen de
Geçmez ki bu kırıklar."
(bkz:camdan kalp)
(bkz:son dans)
şöyleki;
"Yar, senin hediyen
Bir gönül ağrısı
Ah, ölüm olmalı
Dertli bağrımda camdan bir kalp var.
Artık dönsen de
Geçmez ki bu kırıklar."
(bkz:camdan kalp)
(bkz:son dans)
islami tasavvuf kavramlarından. basitçe ne mü'min (inanlı ya da imanlı) ne de kafir (inansız ya da müslüman olmayan) sayılmayan müslümanlara yakıştırılır. bu bağlamda;
Büyük günah isleyenler ne kafir, ne de mü2mindirler, ancak fasıktırlar. Ölmeden önce tövbe ederlerse mü'min olurak, etmezlerse kafir olarak ölürler.
bu tarz inancaya göre yaşamak ikiyüzlülüğün daniskası olur sanırım -ki islama göre büyük sayılan günahların ne olduğunun iyi anlaşılmasını da gerektirir.-
Büyük günah isleyenler ne kafir, ne de mü2mindirler, ancak fasıktırlar. Ölmeden önce tövbe ederlerse mü'min olurak, etmezlerse kafir olarak ölürler.
bu tarz inancaya göre yaşamak ikiyüzlülüğün daniskası olur sanırım -ki islama göre büyük sayılan günahların ne olduğunun iyi anlaşılmasını da gerektirir.-
devlet kurumunun masraflarını karşılamak için özel ve tüzel kişilerden alınır.
Daha açık bir deyişle, örneğin Roma köleci devletinde köleleri baskı altında tutmak ve başkaldırmalarına engel olmak için kurulan devlet örgütünün masraflarını karşılamak için yine kölelerden alınır .
1793 Fransız Anayasası, hiçbir vatandaş devlet masraflarına katılmak onurundan yoksun bırakılamaz demekle, onu bir onur olarak nitelese de birçok vatandaş bu onurdan açık veya gizli olmak üzere iki yolla, yoksun bırakılırlar. Bu onur yoksunluğunun açık yoluna maliye dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yol ise birçok karmaşık vergi formülleriyle gerçekleştirilir. Bu karmaşık hesap formüllerinin kolaylıkla anlaşılabilecek olanı da şüphesiz dolaylı vergilerdir.
Daha açık bir deyişle, örneğin Roma köleci devletinde köleleri baskı altında tutmak ve başkaldırmalarına engel olmak için kurulan devlet örgütünün masraflarını karşılamak için yine kölelerden alınır .
1793 Fransız Anayasası, hiçbir vatandaş devlet masraflarına katılmak onurundan yoksun bırakılamaz demekle, onu bir onur olarak nitelese de birçok vatandaş bu onurdan açık veya gizli olmak üzere iki yolla, yoksun bırakılırlar. Bu onur yoksunluğunun açık yoluna maliye dilinde vergi muafiyeti denir. Gizli yol ise birçok karmaşık vergi formülleriyle gerçekleştirilir. Bu karmaşık hesap formüllerinin kolaylıkla anlaşılabilecek olanı da şüphesiz dolaylı vergilerdir.
günümüze dek ulaşan bütün mitlerin ortak sayılabilecek temalarından birisidir habil ile kabil'in kavgası. Musa'nın birinci kitabı yaratılışın (tekvin) dördüncü bölümünde bu masal şöyle anlatılır:
Ve Adem, karısı Havva'yı. bildi. Havva gebe kalıp Kabil'le Habil'i doğurdu. Kabil çiftçi, Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrı'ya toprağın ilk ürünlerini sundu. Habil de sürünün ilk ürünlerini. Tanrı, Habil'in armağanını aldı, Kabil'in armağanına bakmadı. Kabil çok öfkelendi ve kırda karşılaşınca kardeşi Habil'i öldürdü."
sonrasında koşullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezilenler ve gerçek Kavga da, bunlar arasında olmuyor mu?
Nitekim ezen ve ezilen arasındaki ilk büyük kavgalardan birine de Roma imparatorluğunda rastlıyoruz.
bu kavga Lucius Sergius Katilina'nın (İ.Ö. 109-6l) yönettiği kavgadır. Bu kavgada, tarihsel diyalektik çok önemli bir dönüşme örneği veriyor: Ezenlerin soyundan geldiği halde ezilenlerin savunucusu Katilina'yla ezilenlerin soyundan geldiği halde ezenlerin savunucusu Çiçero karşı karşıya. Güçlülere dayanan Çiçero, Katilina'ya karşı konsül seçilmiştir. Katilina, yoksullara toprak dağıtılmasını ve çeşitli faizlerle haksızca kabaran borçlarının silinmesini istemektedir. Buna karşı Çiçero, Görevler adlı yapıtında söyle yazıyor:
"Varsılların elindeki toprağı almak ve borçları silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini sarsmak demektir. Çünkü, devletin görevi, mülkiyeti korumaktır. Kendi paramla yaptırdığım evi başkaları kullansın, böyle şey görülmüş müdür? Borç olarak verdiğim kendi paramı köylüden geri istememeliymişim, bu da ne demek oluyor?.."
Ve Adem, karısı Havva'yı. bildi. Havva gebe kalıp Kabil'le Habil'i doğurdu. Kabil çiftçi, Habil çoban oldu. Günler geçti. Kabil, Tanrı'ya toprağın ilk ürünlerini sundu. Habil de sürünün ilk ürünlerini. Tanrı, Habil'in armağanını aldı, Kabil'in armağanına bakmadı. Kabil çok öfkelendi ve kırda karşılaşınca kardeşi Habil'i öldürdü."
sonrasında koşullar elverdikçe insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezilenler ve gerçek Kavga da, bunlar arasında olmuyor mu?
Nitekim ezen ve ezilen arasındaki ilk büyük kavgalardan birine de Roma imparatorluğunda rastlıyoruz.
bu kavga Lucius Sergius Katilina'nın (İ.Ö. 109-6l) yönettiği kavgadır. Bu kavgada, tarihsel diyalektik çok önemli bir dönüşme örneği veriyor: Ezenlerin soyundan geldiği halde ezilenlerin savunucusu Katilina'yla ezilenlerin soyundan geldiği halde ezenlerin savunucusu Çiçero karşı karşıya. Güçlülere dayanan Çiçero, Katilina'ya karşı konsül seçilmiştir. Katilina, yoksullara toprak dağıtılmasını ve çeşitli faizlerle haksızca kabaran borçlarının silinmesini istemektedir. Buna karşı Çiçero, Görevler adlı yapıtında söyle yazıyor:
"Varsılların elindeki toprağı almak ve borçları silmek ha?.. Fakat bu, devletin temellerini sarsmak demektir. Çünkü, devletin görevi, mülkiyeti korumaktır. Kendi paramla yaptırdığım evi başkaları kullansın, böyle şey görülmüş müdür? Borç olarak verdiğim kendi paramı köylüden geri istememeliymişim, bu da ne demek oluyor?.."
Mülkiyet, insanlık tarihinin belli bir aşamasında meydana çıkmış tarihsel bir olgudur. Tarihsel süreçte üretim tarzıyla belirlenmiştir. antik Yunan ozanlarının altınçağ adını verdikleri komünal toplumda özel mülkiyet yoktu, komünal topluluğun hep birlikte mülkiyeti demek olan ortak mülkiyet vardı. Çünkü insanlar tek başlarına değil, kollektif bir biçimde hep birlikte üretebiliyorlardı. Ortak çalışma zorunluğu ortak mülkiyeti gerektiriyordu. İnsanlar arasındaki çesitli ilişkiler, eşdeyisle üretim ilişkileri, hep bu ortaklıkla düzenlenmişti.
Zamanla üretim aletleri gelişti, bir aile başka ailelerin yardımı olmaksızın üretebilme gücünü kazandı. Çalışma özelleşince mülkiyet de özelleşti. Daha açık bir deyişle mülkiyet, nasıl ortak çalışmada ortak olmak zorundaysa, özel çalışmada da özel olmak zorundaydı. Ne var ki insanlar arasındaki ilişkiler de, buna uygun olarak, yeni biçimlere dönüşüyordu. İnsanlar nasıl üretirlerse öylece tüketirler, tüketim biçimi üretim biçiminden ayrılamaz. Ortak çalışma nasıl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gerektirmişse özel çalışma da öylece özel mülkiyeti ve eşit olmayan özel tüketimi gerektirdi. İnsanlar nasıl üretmişlerse öylece mülk edinmişler ve öylece tüketmişler, buna uygun siyasal sistemler kurmuşlardır. Bundan ötürüdür ki insanlık tarihinde toplumların siyasal sistemleri, üretim biçimleriyle koşullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedir. Romalıların köleci imparatorlukları böylesine bir belirlenmenin ürünüdür. Daha sonra oluşacak olan feodal, anamalcı ve toplumcu sistemler de böylesine bir altyapıyla belirleneceklerdir. Ne var ki insanlar aletsiz çalışamaz, üretim araçlarına sahip olmaksızın üretemezler.
Zamanla üretim aletleri gelişti, bir aile başka ailelerin yardımı olmaksızın üretebilme gücünü kazandı. Çalışma özelleşince mülkiyet de özelleşti. Daha açık bir deyişle mülkiyet, nasıl ortak çalışmada ortak olmak zorundaysa, özel çalışmada da özel olmak zorundaydı. Ne var ki insanlar arasındaki ilişkiler de, buna uygun olarak, yeni biçimlere dönüşüyordu. İnsanlar nasıl üretirlerse öylece tüketirler, tüketim biçimi üretim biçiminden ayrılamaz. Ortak çalışma nasıl ortak mülkiyeti ve ortak tüketimi gerektirmişse özel çalışma da öylece özel mülkiyeti ve eşit olmayan özel tüketimi gerektirdi. İnsanlar nasıl üretmişlerse öylece mülk edinmişler ve öylece tüketmişler, buna uygun siyasal sistemler kurmuşlardır. Bundan ötürüdür ki insanlık tarihinde toplumların siyasal sistemleri, üretim biçimleriyle koşullanan mülkiyet biçimleriyle belirlenmektedir. Romalıların köleci imparatorlukları böylesine bir belirlenmenin ürünüdür. Daha sonra oluşacak olan feodal, anamalcı ve toplumcu sistemler de böylesine bir altyapıyla belirleneceklerdir. Ne var ki insanlar aletsiz çalışamaz, üretim araçlarına sahip olmaksızın üretemezler.
kökü "et" eylemi ya da mastar ekiyle birlikte "etmek".
eylemden ad türetme iyelik eki "-im" ile sert sessiz "t"nin yumuşamasıyla türetilmiş eylemden türeyen ad.
anlamı: gerçekleşmiş olan, olmuş, bitmiş iş.
düşünbilimde ise "bir ereğe yönelik insan davranışlarının ya da eylemlerinin her biri" anlamında kullanılır.
eylemden ad türetme iyelik eki "-im" ile sert sessiz "t"nin yumuşamasıyla türetilmiş eylemden türeyen ad.
anlamı: gerçekleşmiş olan, olmuş, bitmiş iş.
düşünbilimde ise "bir ereğe yönelik insan davranışlarının ya da eylemlerinin her biri" anlamında kullanılır.
tüzel anlamda taraflardan birini alacaklı diğerini borçlu olmasıyla sonuçlandıran materyalist olgu. ödünç verilen ya da alınan şeyin iyeliği tartışma konusu olmakla birlikte yasa borca konu şeyin gerçek iyesi ödünç verendir der. bu bağlamda ödünç alan bir emanetçiden fazlası değildir. "emanet ata binen tez iner." ve "emanete hiyanetin bedeli ağır olur."
ekonomik ya da finansal bir terim olması bir yana etimolojisi ilginç bir sözcük. ilk kullanımı bolluk, cömertlik, taşma, artma,fazla gibi anlamlara gelirken, sonradan borç verilen paraya ya da bir şeye karşı fazladan alınan para ya da şey anlamına evrilmiş.
günümüzdeki ekonomik anlamı ise iki çeşit:
Birinci anlamda faiz, bir borç anlaşmasının satışı sonucu elde edilen gelir. İkinci anlamda ise üretim amaçlı girdi olarak kullanılan sermayenin geliri ya da getirisi. diğer adıyla kâr payı.
diğer taraftan bütün büyük dinler başlangıçta faizi yasaklamış değişen üretim ilişkileri nedeniyle evrilen toplumsal anlayış faizi yasal hale getirmiştir.
(bkz:ürem)
(bkz:nema)
(bkz:riba)
(bkz:faiz oranı)
günümüzdeki ekonomik anlamı ise iki çeşit:
Birinci anlamda faiz, bir borç anlaşmasının satışı sonucu elde edilen gelir. İkinci anlamda ise üretim amaçlı girdi olarak kullanılan sermayenin geliri ya da getirisi. diğer adıyla kâr payı.
diğer taraftan bütün büyük dinler başlangıçta faizi yasaklamış değişen üretim ilişkileri nedeniyle evrilen toplumsal anlayış faizi yasal hale getirmiştir.
(bkz:ürem)
(bkz:nema)
(bkz:riba)
(bkz:faiz oranı)
tam adı marcus tullius cicero olup kısaca "Cicero" olarak bilinen romalı düşünür. tarihin ilk avukatı olarak da anılır. söylevleri yüzyıllar boyu birçok düşünürü etkilemiştir.
altmış iki yaşında yazdığı Yaşlılık (De Senectute) adlı yapıtı ünlüdür. büyük mutluluğuna inandığını yazdığı bu kitabı yazdıktan bir yıl sonra yaşlılığını yaşayamadan Kafası kesilerek öldürüldü.
altmış iki yaşında yazdığı Yaşlılık (De Senectute) adlı yapıtı ünlüdür. büyük mutluluğuna inandığını yazdığı bu kitabı yazdıktan bir yıl sonra yaşlılığını yaşayamadan Kafası kesilerek öldürüldü.
Epikuros'un düşüncesi :
"Ölümden neden korkuyoruz? biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz olmayacağız. Hiçbir zaman onunla karsılaşmayacağız ki... Ne etsek birlikte olamayacağımız bir şeyden korkmak budalalık değildir de nedir? korkacaksak sakat kalmaktan, bir organımızı yitirmekten korkalım..."
"Ölümden neden korkuyoruz? biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz olmayacağız. Hiçbir zaman onunla karsılaşmayacağız ki... Ne etsek birlikte olamayacağımız bir şeyden korkmak budalalık değildir de nedir? korkacaksak sakat kalmaktan, bir organımızı yitirmekten korkalım..."
asıl iman ettiklerinin para ve güç olduğunu "bu milletin amına koyacağız" sözüyle doğrulayan güruhun sloganı.
yol yaptı, köprü yaptı diyenlerin anayolu hatta geldikleri yer. üç, beş yıl önce "ne istediniz de vermedik" diye ağlaşırken şimdilerde "kandırıldık" diyorlar. sanırsın "düzmece ergenekon ve balyoz davalarının avukatıyım" diyenler başkaları.
(bkz:inşaat ya resulallah)
(bkz:inşaat ya resulallah)
türkçede yanlış anlaşılan ve dolayısıyla kullanılan sözcüklerden biri. çoğu kişinin anlamını bilmeden; konforuna, rahatına düşkünlük eğilimi olarak algıladığı ya da kullandığı bu sözcüğün latince kökeni olan "conformare'nin anlamı "biçimlendirmek"tir. latinceden fransızcaya "conformer" olarak evrilen sözcük fransızcada "aynı biçimi almak" anlamında kullanılır. yine fransızca olan "conformiste" sözcüğü ise dilimize konformist olarak geçmiş ve dilbilgisi kurallarımıza hiç de uymayan bir şekilde konformizm sözcüğü türetilmiştir. "conformiste'nin fransızcadaki anlamı "genele uyma eğiliminde olan"dır. o halde türkçe karşılığı uymacılıktır. daha hoş deyimiyle koyunluk ya da eşdeyişiyle sürüye tabi olmak. latince aslını takip eder isek biçimselcilik ya da şekilcilik.
aristoteles'in Physika adlı yapıtında "nedeni kendisinde bulunan" anlamında kullandığı "Entelekheia" sözcüğünün latin dillerine evrilip ordanda dilimize geçmiş şekli. türkçedeki anlamının aslına pek uygun algılanamaması bilimden uzak olan bir toplum olmamızdan kaynaklanıyor olsa gerek.
toplum olarak bizim en büyük sorunumuz uygar dünyaya uyum sağlamayı yanlış anlamak sanırım... .
toplum olarak bizim en büyük sorunumuz uygar dünyaya uyum sağlamayı yanlış anlamak sanırım... .
musa'nın beş kitabı'ndan ilki diğer bir deyişle tevrat'ın dolayısıyla her şeyin başlangıcının anlatıldığı savlanan yapıt -ki türkçesi ya da anlamı yaradılış veya yaratılıştır-. kendi içindeki çelişkileri bir yana kendinden önceki mitlerin karışımından oluşan basit bir kopyası olduğu kolaylıkla fark edilir.
çelişkiler için örneğin evreni, dünyayı ve insan dahil diğer her şeyi yaratanın nasıl olup da başlangıçta suya ve karanlığa hükmedemediği kolaylıkla anlaşılır. daha da kötüsü su ve karanlık yaratamadıklarından ikisiyse nasıl olur da her şeyin yaratıcısı olarak adlandırabilir.
ilgili pasajlar:
"Baslangıçta rab tanrı, gökleri ve yerleri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu. Ve karanlık ve suyu fark etti. Ve rab tanrının ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve rab tanrı dedi: Işık olsun. Ve ışık oldu. Ve rab tanrı ışığın iyi olduğunu gördü, ışığı karanlıktan ayırdı. Ve tanrı dedi: Sular bir yere biriksin ve kuru toprak görünsün. Ve böyle oldu. Ve rab tanrı bunun iyi olduğunu gördü." (Tevrat, Tekvin, 1. bölüm).
Görüldüğü gibi, tanrı, ışık ve toprak'ı, kendiliğinden meydana çıkan ve hatta tanrıyı biraz da şaşırtmış görünen karanlık ve su'ya karşı birer güç olarak yaratmaktadır ve yarattıktan sonradır ki
böylesinin daha iyi olduğunu kavrayabilmektedir.
dipnot: İnsansal tasarımın en üst aşaması olan tek tanrı varsayımında bile, doğanın kendiliğinden varlığına dokunmaya cesaret edilemediği açıktır..
çelişkiler için örneğin evreni, dünyayı ve insan dahil diğer her şeyi yaratanın nasıl olup da başlangıçta suya ve karanlığa hükmedemediği kolaylıkla anlaşılır. daha da kötüsü su ve karanlık yaratamadıklarından ikisiyse nasıl olur da her şeyin yaratıcısı olarak adlandırabilir.
ilgili pasajlar:
"Baslangıçta rab tanrı, gökleri ve yerleri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu. Ve karanlık ve suyu fark etti. Ve rab tanrının ruhu suların yüzü üzerinde hareket ediyordu. Ve rab tanrı dedi: Işık olsun. Ve ışık oldu. Ve rab tanrı ışığın iyi olduğunu gördü, ışığı karanlıktan ayırdı. Ve tanrı dedi: Sular bir yere biriksin ve kuru toprak görünsün. Ve böyle oldu. Ve rab tanrı bunun iyi olduğunu gördü." (Tevrat, Tekvin, 1. bölüm).
Görüldüğü gibi, tanrı, ışık ve toprak'ı, kendiliğinden meydana çıkan ve hatta tanrıyı biraz da şaşırtmış görünen karanlık ve su'ya karşı birer güç olarak yaratmaktadır ve yarattıktan sonradır ki
böylesinin daha iyi olduğunu kavrayabilmektedir.
dipnot: İnsansal tasarımın en üst aşaması olan tek tanrı varsayımında bile, doğanın kendiliğinden varlığına dokunmaya cesaret edilemediği açıktır..
her kültürün inancaları doğrultusunda oluşturdukları mitler kıyaslandığında görünürde farklı teistik sonuçlara ulaşmak ancak özünde ateistik bir anlatımın varlığı kaçınılmazdır.
örneğin eski mezepotamya çevresindeki mitler, sümer kültürünün etkisindedir ve çok tanrılı dediğimiz inancaları özünde bir tek yaratıcıya eşdeşiyle tanrıya dayanır. biraz daha derine inildiğinde baştanrı olarak tasarımlananın aslında tanrı sayılmadığı doğada var olanların bir karışımı olduğunu gözlemleyebiliriz.
heseidos - homeros'ta tanrılardan ayrı olarak kozmik güç (gaia) olarak tasarımlanır örneğin. keza hintlilerin brahma'sı soyut bir kavram olarak tanrılardan önce vardır ve evrenin kendisidir. yine çin mitolojisinde boşluk ya da hava zaten vardır. sonrasında Pen-Gu ya da Pan-Ku adını taşıyan iki tanrısal varlık bu havadan oluşur. Bu tanrısal varlık havayı yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere ikiye böler ve ölür. Soluğundan rüzgarlar, sesinden gökgürültüleri, saçlarından yıldızlar, gözlerinden güneş ve ay, terinden yağmurlar, gövdesinden dağlar, kanından ırmaklar ve denizler meydana gelir.bu örneklere benzer şekilde hemen hemen bütün kültürlerde tanrılardan önce bir şey mutlaka vardır.
kısacası insan kendinden öncesini bilemediği için, var olalı beri kafa yorduğu ve kendi çevresine, koşullarına, yaşayışına göre tasarımladığı kavramdır, yaradılış.
örneğin eski mezepotamya çevresindeki mitler, sümer kültürünün etkisindedir ve çok tanrılı dediğimiz inancaları özünde bir tek yaratıcıya eşdeşiyle tanrıya dayanır. biraz daha derine inildiğinde baştanrı olarak tasarımlananın aslında tanrı sayılmadığı doğada var olanların bir karışımı olduğunu gözlemleyebiliriz.
heseidos - homeros'ta tanrılardan ayrı olarak kozmik güç (gaia) olarak tasarımlanır örneğin. keza hintlilerin brahma'sı soyut bir kavram olarak tanrılardan önce vardır ve evrenin kendisidir. yine çin mitolojisinde boşluk ya da hava zaten vardır. sonrasında Pen-Gu ya da Pan-Ku adını taşıyan iki tanrısal varlık bu havadan oluşur. Bu tanrısal varlık havayı yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere ikiye böler ve ölür. Soluğundan rüzgarlar, sesinden gökgürültüleri, saçlarından yıldızlar, gözlerinden güneş ve ay, terinden yağmurlar, gövdesinden dağlar, kanından ırmaklar ve denizler meydana gelir.bu örneklere benzer şekilde hemen hemen bütün kültürlerde tanrılardan önce bir şey mutlaka vardır.
kısacası insan kendinden öncesini bilemediği için, var olalı beri kafa yorduğu ve kendi çevresine, koşullarına, yaşayışına göre tasarımladığı kavramdır, yaradılış.
ilk ozan olarak kabul edilen iyonyalı. İlyada ve Odysseia destanlarının yazarı olarak kabul edilir. söylentiler farklı tarihleri işaret ediyor olmakla birlikte isa'dan önce sekiz yüzlü yıllarda yaşadığı sanılıyor. yazdıkları derinlemesine irdelendiğinde tanrıçaları öldürüp tanrıları hatta tek tanrıya yöneldiği söylenebilir. şöyleki;
yunan mitolojisinin özü Homeros Hesiodos dini olarak adlandırılagelir. Hesiodos'a göre ilk maddi gerçeklik olarak Gaia (evrenin yaratıcısı dişi ilke) ön plandadır . Gaia'nın Homeros mitolojisinde ise pek adı geçmez. Ge adıyla birkaç kez anılır ve Dünya ya da toprak ana olarak nitelenir. hesiodos'a göre gaia tanrı değil kozmik güçtür. Kendiliğinden doğurmayla erkek sayılan gök Uranus'la deniz Pontos'u doğurmuş. Sonra kendi doğurduğu bu erkek ilkelerle birleşip yersel ve göksel bütün varlıklarla tanrıları meydana getirmiş. İlkin birleştiği Uranus doğan çocuklarından tiksinmiş ve hepsini onun karnına tıkmış - ki Bu tasarım, toprağın bütün canlandırdıklarını yeniden içine almasını simgeliyor.- o da uranus'un kendi öz oğlu Kronos'a babasının erkeklik organını kestirerek Pontos'la birleşiyor. Evrenin ilk egemeni Uranus böylece oğlunun eliyle tahttan indirilince yerine kendisini tahttan indiren oğlu (Gaia'nın da torunu) Kronos geçmiş. Ama o da çocuklarını yutmaya başlamış. Bunun üzerine kozmik güç Gaia, onun oğlu Zeus'u kurtarıp bu kez de onun eliyle Kronos'u tahtından indirmiş (yani, gene oğul babayı tahtından indiriyor). Zeus böylelikle tanrılar tanrısı olmuş.
yunan mitolojisinin özü Homeros Hesiodos dini olarak adlandırılagelir. Hesiodos'a göre ilk maddi gerçeklik olarak Gaia (evrenin yaratıcısı dişi ilke) ön plandadır . Gaia'nın Homeros mitolojisinde ise pek adı geçmez. Ge adıyla birkaç kez anılır ve Dünya ya da toprak ana olarak nitelenir. hesiodos'a göre gaia tanrı değil kozmik güçtür. Kendiliğinden doğurmayla erkek sayılan gök Uranus'la deniz Pontos'u doğurmuş. Sonra kendi doğurduğu bu erkek ilkelerle birleşip yersel ve göksel bütün varlıklarla tanrıları meydana getirmiş. İlkin birleştiği Uranus doğan çocuklarından tiksinmiş ve hepsini onun karnına tıkmış - ki Bu tasarım, toprağın bütün canlandırdıklarını yeniden içine almasını simgeliyor.- o da uranus'un kendi öz oğlu Kronos'a babasının erkeklik organını kestirerek Pontos'la birleşiyor. Evrenin ilk egemeni Uranus böylece oğlunun eliyle tahttan indirilince yerine kendisini tahttan indiren oğlu (Gaia'nın da torunu) Kronos geçmiş. Ama o da çocuklarını yutmaya başlamış. Bunun üzerine kozmik güç Gaia, onun oğlu Zeus'u kurtarıp bu kez de onun eliyle Kronos'u tahtından indirmiş (yani, gene oğul babayı tahtından indiriyor). Zeus böylelikle tanrılar tanrısı olmuş.
tevrat'a göre öyküsü musevilikte kan bağının neden önemli olduğunu vurgular niteliktedir.
tevrattaki öykü şöyle:
tanrısı İshak'ın oğlu peygamber Yakub'u İsrail adıyla adlandırır (İbraniler, bundan sonra İsrailoğulları adını taşırlar):
"Yakub yalnız başına kaldı ve gün ağarıncaya kadar bir adam onunla güreşti. Yakub'un uyluk başı incindi, bırak gideyim, gün doğuyor, dedi. Güreşen tanrıydı ve dedi: Beni mübarek
kılmadıkça seni bırakmam, çünkü sen rabbini yendin, artık sana Yakub değil İsrail denecek (İb. İsrail deyimi Tanrıyla güreşen demektir). Yakub, rabbi yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi. Uyluğu üzerinde aksıyordu. ( tevrat, tekvin, 32. bölüm, ayet; 24-31).
ek not: bu yüzden İsrailoğulları yani museviler ya da yahudiler uyluk başı üstündeki kalça adalesini yemezler, çünkü oraya Tanrılarının eli dokunmuştur...
tevrattaki öykü şöyle:
tanrısı İshak'ın oğlu peygamber Yakub'u İsrail adıyla adlandırır (İbraniler, bundan sonra İsrailoğulları adını taşırlar):
"Yakub yalnız başına kaldı ve gün ağarıncaya kadar bir adam onunla güreşti. Yakub'un uyluk başı incindi, bırak gideyim, gün doğuyor, dedi. Güreşen tanrıydı ve dedi: Beni mübarek
kılmadıkça seni bırakmam, çünkü sen rabbini yendin, artık sana Yakub değil İsrail denecek (İb. İsrail deyimi Tanrıyla güreşen demektir). Yakub, rabbi yüz yüze gördüm ve canım sağ kaldı, dedi. Uyluğu üzerinde aksıyordu. ( tevrat, tekvin, 32. bölüm, ayet; 24-31).
ek not: bu yüzden İsrailoğulları yani museviler ya da yahudiler uyluk başı üstündeki kalça adalesini yemezler, çünkü oraya Tanrılarının eli dokunmuştur...
sözcük olarak etimolojisi hakkında bulgular isa'dan önce "bin yedi yüzlü" yıllara kadar uzanır -ki yahudilerin kutsal kitabına göre peygamber yakup'a yahudi tanrısı tarafından verilen addır. - tevratta yazılanlara göre yakup bilmeyerek tanrıyla güreşmiş ve tanrıyı yenmiş ve kendisine yahudi tanrısı tarafından tanrıyla güreşen insan manasına gelen bu ad verilmiştir. o tarihten sonra peygamber yakup'un soyuna dolayısıyla bu kavme israiloğulları denmiştir. bu aynı zamanda musevilikte kan bağının çok önemli olmasının sebeplerinden biri olmuştur..
adını kahramanından alan insanlığın ilk destanı. baş kahramanı tanrılara kafa tutan kral olarak da mitoloji tarihine adını altın harflerle kazımıştır.
Destan, temel düşünce olarak, doğanın sırlarını bilmek isteyen insanın araştırıcı çabasını işler ve tanrılara bile kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirtir. Ölümsüzlüğün insan için olanaksız bulunduğunu saptar. İnsan, karsısına çıkacak doğa engellerini yenip asarak kendi yolunu kendi yaratacaktır. İnsanın kendi yolunu açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan bile gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir. Tanrılar, insana yardım etmemekte, tersine, güçlükler çıkarmaktadırlar. İnsan bu güçlükleri kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka özelliği de, insanın inançla değil, bilgiyle davranması gerektiğini belirtmesidir. Gılgamış inanmaz, ancak her şeyi görüp bilir (Sha Nagba İmuru). Bilmek ve anlamak, onun insanlık niteliğidir.
kısacası tamamını bulup okuyunuz ve okutunuz. en azından inancınızın net kaynaklarını da az da olsa öğrenme fırsatını yakalamış olursunuz.
ben de yeri geldikçe zaman zaman yeryüzündeki bilinen tüm inancalara kaynaklık eden bu destandan alıntılar paylaşacağım.
Destan, temel düşünce olarak, doğanın sırlarını bilmek isteyen insanın araştırıcı çabasını işler ve tanrılara bile kafa tutacak ölçüdeki gücünü belirtir. Ölümsüzlüğün insan için olanaksız bulunduğunu saptar. İnsan, karsısına çıkacak doğa engellerini yenip asarak kendi yolunu kendi yaratacaktır. İnsanın kendi yolunu açmasına tanrılar bile engel olamayacaktır. Tufan bile gönderseler insan soyunu yok edemeyeceklerdir. Tanrılar, insana yardım etmemekte, tersine, güçlükler çıkarmaktadırlar. İnsan bu güçlükleri kendi alınteriyle, bilinçli çabasıyla yenmektedir. Destanın bir başka özelliği de, insanın inançla değil, bilgiyle davranması gerektiğini belirtmesidir. Gılgamış inanmaz, ancak her şeyi görüp bilir (Sha Nagba İmuru). Bilmek ve anlamak, onun insanlık niteliğidir.
kısacası tamamını bulup okuyunuz ve okutunuz. en azından inancınızın net kaynaklarını da az da olsa öğrenme fırsatını yakalamış olursunuz.
ben de yeri geldikçe zaman zaman yeryüzündeki bilinen tüm inancalara kaynaklık eden bu destandan alıntılar paylaşacağım.
çok çok özel bir tasarım olan Hennessey Venom değildir. olamaz da.
yasalarıyla ünlü babil kralı. yazılı tüze kurallarının şahı olarak anılır. kana kan intikam da onun yadigarıdır, hırsızlık ve zinaya ağır yaptırımlar uygulanması da ve daha bir sürü şey de. kısacası yahudilik dolayısıyla isevilik ve islam inancındaki peygamber musa'nın on emirinin fikir babasıdır da diyebiliriz. ne ki tevrat'ın tarih verilerine göre peygamber musa'dan en az beş yüz yıl önce yaşamıştır.
bu konuyla ilintili olarak Samuel Reinach, Qrpehus adlı yapıtında oldukça alaycı bir söylemle şöyle demektedir:
"Hammurabi yasaları, peygamber Musa'nın on emiri için ileri sürülmesi gelenek haline gelen tarihten en az beş yüzyıl önce yazılmıştır. Eğer Musevi yasaları Musa'ya tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa, tanrı, Hammurabi'nin yapıtını aşırmıs demektir."
bu konuyla ilintili olarak Samuel Reinach, Qrpehus adlı yapıtında oldukça alaycı bir söylemle şöyle demektedir:
"Hammurabi yasaları, peygamber Musa'nın on emiri için ileri sürülmesi gelenek haline gelen tarihten en az beş yüzyıl önce yazılmıştır. Eğer Musevi yasaları Musa'ya tanrı tarafından yazdırıldığı doğruysa, tanrı, Hammurabi'nin yapıtını aşırmıs demektir."
günümüzdeki üç büyük inancadaki peygamber nuh'un sümer efsanelerindeki karşılığı.
sümer efsanesine göre öykü özetle şöyle;
tanrılar, baştanrı Marduk'u, okyanus tanrısı Tiamat'la savaşmaya çağırırlar. Marduk, Tiamat'ı yener ve denizlere sınırlar çeker. Tanrılara tapınan bir varlık bulunsun diye de balçıktan insanı yaratır. Sonraları insanların davranışlarından hoşnut kalmayan tanrılar, onları yok etmeyi kararlaştırırlar. Tanrı Ea, tanrılar kurulunun bu kararına karşı, çok sevdiği bir insan olan "Ut-Napiştim'i" kurtarmaya karar verir. Onun düşüne girerek bir gemi yapmasını fısıldar. "Ut-Napiştim", yaptığı geminin içine karısını, çocuklarını, isçilerini, hayvanlarını ve tohumlarını doldurur.
Tufan başlamıştır, bütün insanlar boğulmuşlardır. "Ut-Napiştim"'in gemisi yüzmektedir. İnsanların boğulduğunu gören tanrılar, kuşkuya kapılır ve Tanrılar kraliçesi olan baştanrıça İştar sızlanmaya başlar: İnsan yeniden balçık oldu. Tanrılar kurulunun bu kararına katıldığım için ben de sorumluyum bundan...
Fırtına, yedi gün sürdükten sonra kesilir: "Ut-Napiştim", önce bir güvercin salıverir, güvercin geri gelir: Ertesi gün bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salıverir, karga geri gelmeyince, gemisini durdurur ve gemisinin konduğu dağın doruğunda bir kurban keser. Tanrılar, kurbanın çevresine sinekler gibi üşüşürler. Tufanı tertipleyen tanrı Enlil, tanrılar kurulunun kararına ihanet ettiği için tanrı Ea'ya bir güzel çıkışır. Tanrılar artık yapacakları bir şey kalmadığı için, "Ut-Napistim"'le karısına ölmezlik ya da sonsuza dek üremeyi bağışlarlar.
Nuh Tufanı öyküsünün aslı olan bu Sümer efsanesi, Tevrat'la İncil'den dört bin yıl (kırk yüzyıl) öncedir.
sümer efsanesine göre öykü özetle şöyle;
tanrılar, baştanrı Marduk'u, okyanus tanrısı Tiamat'la savaşmaya çağırırlar. Marduk, Tiamat'ı yener ve denizlere sınırlar çeker. Tanrılara tapınan bir varlık bulunsun diye de balçıktan insanı yaratır. Sonraları insanların davranışlarından hoşnut kalmayan tanrılar, onları yok etmeyi kararlaştırırlar. Tanrı Ea, tanrılar kurulunun bu kararına karşı, çok sevdiği bir insan olan "Ut-Napiştim'i" kurtarmaya karar verir. Onun düşüne girerek bir gemi yapmasını fısıldar. "Ut-Napiştim", yaptığı geminin içine karısını, çocuklarını, isçilerini, hayvanlarını ve tohumlarını doldurur.
Tufan başlamıştır, bütün insanlar boğulmuşlardır. "Ut-Napiştim"'in gemisi yüzmektedir. İnsanların boğulduğunu gören tanrılar, kuşkuya kapılır ve Tanrılar kraliçesi olan baştanrıça İştar sızlanmaya başlar: İnsan yeniden balçık oldu. Tanrılar kurulunun bu kararına katıldığım için ben de sorumluyum bundan...
Fırtına, yedi gün sürdükten sonra kesilir: "Ut-Napiştim", önce bir güvercin salıverir, güvercin geri gelir: Ertesi gün bir kırlangıç salıverir, o da geri gelir. Üçüncü gün bir karga salıverir, karga geri gelmeyince, gemisini durdurur ve gemisinin konduğu dağın doruğunda bir kurban keser. Tanrılar, kurbanın çevresine sinekler gibi üşüşürler. Tufanı tertipleyen tanrı Enlil, tanrılar kurulunun kararına ihanet ettiği için tanrı Ea'ya bir güzel çıkışır. Tanrılar artık yapacakları bir şey kalmadığı için, "Ut-Napistim"'le karısına ölmezlik ya da sonsuza dek üremeyi bağışlarlar.
Nuh Tufanı öyküsünün aslı olan bu Sümer efsanesi, Tevrat'la İncil'den dört bin yıl (kırk yüzyıl) öncedir.