"amatörce hazırlanmış hayat taslaklarından birini beynine monte ederler; hazır bir dil, tanıdık bir coğrafya, yalan bir tarih; al bunları yürü ! -mersi kullanmıyorum !"
kant efendinin kandırıcı mantıklarından biridir. öncelikle akıl zinciri ile hayallere hapsedilmiş bir tanrının neresi kusursuz? bu dünya dışı deneyimden bahsederken insan kendi zihnine ve hayallerine neden hapseder ve bu deneyimleri de yer yüzünde bırakır?
tanrının varlığına olan bir susamışlık, dünya ötesi bir tecrübedir. dünya dışına bağlı bir yaşam gayesinin zihinde oluşturduğu döngü akıldan gelmiş gibi görünebilir. bu sadece kalbe inenin görünen kısmıdır. arayışı başlatan sorular değil, inanmaya olan ihtiyaçtır. yoksa sadece tesadüf diyerek cevaplanmayan nasıl sorularını bir kenara atabilir, insan ki, cevaplanmamış soruların hepsine de cevabı bilim verecektir diyebilir. konuyu biraz farklı bir yöne çekmiş olsam da deme odur ki; kant kusursuz tanrısını mahkum etmiştir.
kant tanrının kusursuzluğuna eğilmek yerine azameti, kudreti üzerine eğilse daha sağlıklı bir sonuç elde edecekti. bana göre, tanrı kavramı için aklın sınırlarını kaldırmak gerekli olduğu için( ihlas suresi yeterli aslında da biz yine kant'ın zemininde konuşalım..) zihnin yaratabileceği hiçbir hayal bu tanrıyı tasavvur edemeyecektir. bu adete bir ön kabul. diyorsa ki sadece kusursuzdur, aklımda tanrıya yönelik böyle bir kavram var. bu kavramı açmadım ya da sadece kavramsal düzeyde tanımladım. mesela aklında geçen kusurların hiç birinin tanrıya atfedilemeyeceğini düşündü! o zaman da dünya dışında bir duyumsama söz konusu olabilir. hayallerimde derse tanrı sınırlanıyor ki sınırlanan da tanrı olamaz. çünkü hayallerde insan zihni ölçüsünde bir şeyler yaratır. bu da onlar için olağan sonuçta hz.isa'yı da tanrı olarak gören bir inanış rahatlılıkla tanrıyı hayalleri ile şekillendirmeye kalkabilir. azamet önemli! azametin sınırları sonsuza giderken tanrı kavramı bu dünyadan ve zihinlerden uzaklaşacaktır..
tanrının varlığına olan bir susamışlık, dünya ötesi bir tecrübedir. dünya dışına bağlı bir yaşam gayesinin zihinde oluşturduğu döngü akıldan gelmiş gibi görünebilir. bu sadece kalbe inenin görünen kısmıdır. arayışı başlatan sorular değil, inanmaya olan ihtiyaçtır. yoksa sadece tesadüf diyerek cevaplanmayan nasıl sorularını bir kenara atabilir, insan ki, cevaplanmamış soruların hepsine de cevabı bilim verecektir diyebilir. konuyu biraz farklı bir yöne çekmiş olsam da deme odur ki; kant kusursuz tanrısını mahkum etmiştir.
kant tanrının kusursuzluğuna eğilmek yerine azameti, kudreti üzerine eğilse daha sağlıklı bir sonuç elde edecekti. bana göre, tanrı kavramı için aklın sınırlarını kaldırmak gerekli olduğu için( ihlas suresi yeterli aslında da biz yine kant'ın zemininde konuşalım..) zihnin yaratabileceği hiçbir hayal bu tanrıyı tasavvur edemeyecektir. bu adete bir ön kabul. diyorsa ki sadece kusursuzdur, aklımda tanrıya yönelik böyle bir kavram var. bu kavramı açmadım ya da sadece kavramsal düzeyde tanımladım. mesela aklında geçen kusurların hiç birinin tanrıya atfedilemeyeceğini düşündü! o zaman da dünya dışında bir duyumsama söz konusu olabilir. hayallerimde derse tanrı sınırlanıyor ki sınırlanan da tanrı olamaz. çünkü hayallerde insan zihni ölçüsünde bir şeyler yaratır. bu da onlar için olağan sonuçta hz.isa'yı da tanrı olarak gören bir inanış rahatlılıkla tanrıyı hayalleri ile şekillendirmeye kalkabilir. azamet önemli! azametin sınırları sonsuza giderken tanrı kavramı bu dünyadan ve zihinlerden uzaklaşacaktır..
aşkın bir işareti olmakla kalmadı, kişisellikten de çıktı. tek olası tercümanı aşktı oysaki. maalesef pratikte de önem kazandı..
yaşamak. yaşıyor gibi yapma, yapmacıklığını sürdürmeye çalışmak. gücün artık yetmediği ya da bıkkınlık vermeye başladığı anda daha çok kavranıyor bu saçma gerçek..
insanın maddeden çıkıp, bilinç konusuna gelmesinin başlangıcıdır..
kişiyi bütün öteki kişilerden ayıran, ruhsal ve bilinçsel öğelerin tümü. bazı kendini zeki sanan idealistler ve kişilikçiler insanı, özdeksel ve toplumsal yaşamdan bağımsız olarak ele alırlar. halbuki insan, soyut bir varlık değil toplumsal ilişkilerin toplamıdır. yani kişilik onu oluşturan toplumsal, siyasal, ekonomik, koşulların tümü içinde ele alınabilir..
direnme ve anlama sürecinizin çoktan geçtiğini yüzünüze yıldırım gibi çarpan istek veya gerçek. halbuki boş bardağı kaldırırken bile insanın eline yapışıp kalan bir şeyler vardır. kolay değildir yani gitmek. üstelik çekmek, sökmek kendini her şeyden. belki gitmeden önce odaya girip bakmak gerek, bir de girdikten sonra çevrende ''gitme'' diyen hatırların sesinin gümbürdediğini duyduğunda gerçekten çıkabilecek misin odadan? bir daha düşünmek gerek..
on air..
rahatlık siniyor üstümüze. ya da boşunalığın duygusu çökmüş. çabalar beyhude görünüyor. ele geçirebileceğimiz hiçbir şey yok. mütemadiyen biçimlendirilmekten bıktık. değiştik tanınmaz olduk. hiçlik döneminden sonra yeryüzünde beliren hayaletlere benzedik. gerçek dışı varoluşun kokuşmuşluğuyla lekelendik. belki, bu derin ve ortak duygular çekti bizi bu birlikteliğe. belli bir zamanda belli bir yerde buluştuk. adı kolay olsun diye! ''insan olmanın dayanılmaz hafifliği'' diyelim mi buna?
günlük yaşamınızda karşılaştığınız can acıtıcı ayrıntılardır.
benim için; büyük bir acı yaşamadan doğrulamadığımı fark ettiğim andı.. üstelik usturuplu cevap vermenin yolunu bilmiyor, karşınızdakinin anlayabileceği türden yalanlar söyleyemiyor, aklımdan geçenler belli olmasın diye rol yapamıyorsanız, doğrulmak bir yana dursun yüzü buruşmuş, alnı kırışmış, kaşları çatılmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş bir şekilde yenik düştüğünüz hissiyle oturup kalırsınız..
benim için; büyük bir acı yaşamadan doğrulamadığımı fark ettiğim andı.. üstelik usturuplu cevap vermenin yolunu bilmiyor, karşınızdakinin anlayabileceği türden yalanlar söyleyemiyor, aklımdan geçenler belli olmasın diye rol yapamıyorsanız, doğrulmak bir yana dursun yüzü buruşmuş, alnı kırışmış, kaşları çatılmış, yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuş bir şekilde yenik düştüğünüz hissiyle oturup kalırsınız..
zihnin ve kalbin aynı anda taranması..
başkasıyla anlam bulan bir şey. o olmadan sadece bir hiçtir fazlası değil..
(bkz:çekilin ben geldim)
sadece hikâyeler yazmıyordu. düzenli bir biçimde günlük de tutuyordu. ve şaşırtıcı bir biçimde askerî bir disiplinle mektuplar yazıyordu, bilhassa kadınlara, hayatı boyunca doğru dürüst ilişki kuramamış olduğu kadınlara.
kadınlar yazmasına yardımcı olduğu ölçüde onun yaşamında yer alabiliyorlardı. kafka sürekli yazıyordu. ama çoğunlukla kadınlara, zihnini tetikleyebilecek kadınlara.
ein käfig ging einen vogel suchen.
onun en sevdiğim sözlerindendir.
bir kafes bir kuş aramaya çıktı.
kafka yazdığı/yazabildiği takdirde yaşadığını hissediyordu.
yaşamak için yazmaya ihtiyacı vardı.
işte bu yüzden kafesleyecek bir kuşa ihtiyacı vardı. bu amacına ulaşabilmek için de harekete.
oysa kafes sabit iken, kuş hareket halindedir.
kafka hareket etmeyi bilmezdi ki!
yapabileceği tek şey kapısını açık tutmaktı. bir de ağır gövdesini mümkün mertebe kımıldatmak, ne kadar mümkünse o kadar kımıldatmak.
sevmeye ve sevilmeye hasret bir ruhtu onunkisi.
biraz yaşam enerjisi, hepsi bu!
çürüyen akciğerlerine inat, nefes almasını sağlayacak başka bir nefes.
muhakkak prag'ı görmelisiniz. kafka'nın zindanını...
rutubet kokan bir şehir prag.
bir kafes gibi.
kafka gibi.''
kadınlar yazmasına yardımcı olduğu ölçüde onun yaşamında yer alabiliyorlardı. kafka sürekli yazıyordu. ama çoğunlukla kadınlara, zihnini tetikleyebilecek kadınlara.
ein käfig ging einen vogel suchen.
onun en sevdiğim sözlerindendir.
bir kafes bir kuş aramaya çıktı.
kafka yazdığı/yazabildiği takdirde yaşadığını hissediyordu.
yaşamak için yazmaya ihtiyacı vardı.
işte bu yüzden kafesleyecek bir kuşa ihtiyacı vardı. bu amacına ulaşabilmek için de harekete.
oysa kafes sabit iken, kuş hareket halindedir.
kafka hareket etmeyi bilmezdi ki!
yapabileceği tek şey kapısını açık tutmaktı. bir de ağır gövdesini mümkün mertebe kımıldatmak, ne kadar mümkünse o kadar kımıldatmak.
sevmeye ve sevilmeye hasret bir ruhtu onunkisi.
biraz yaşam enerjisi, hepsi bu!
çürüyen akciğerlerine inat, nefes almasını sağlayacak başka bir nefes.
muhakkak prag'ı görmelisiniz. kafka'nın zindanını...
rutubet kokan bir şehir prag.
bir kafes gibi.
kafka gibi.''
'şiir çaredir bir bakıma ölüme, özellikle de son dize ve her şeye çengel atan kafiye..''
gezgin rüyalar ne kadar telaşlı!
koşuşturuyorlar,
bilincin arkasındaki kara perdede..
bir an durmalarını beklemek var,
belki uzanılabilecek anlık karede..
tebessümle süslenmiş umudu;
çoktan gölgelemiştir, mor halkalar..
o tek nefes beklenen..
tutunmak için güç verecek,
kağıttan düşlerin geçidine..
güneşin ilk ışıklarıyla yanıncaya dek,
okunacaktır, o güzel sayfalar..
koşuşturuyorlar,
bilincin arkasındaki kara perdede..
bir an durmalarını beklemek var,
belki uzanılabilecek anlık karede..
tebessümle süslenmiş umudu;
çoktan gölgelemiştir, mor halkalar..
o tek nefes beklenen..
tutunmak için güç verecek,
kağıttan düşlerin geçidine..
güneşin ilk ışıklarıyla yanıncaya dek,
okunacaktır, o güzel sayfalar..
kişisel güçsüzlüğün bilincine varılması. adlere göre insanlık evriminin güdücüsü bu duygudur. insan yaşadığı sürece her an öz varlığını değerlendirmek ve aşmak isteğiyle davranır. haz duygusu gerçekte ''üstün olma'' tutkusunun giderilmesinden başka bir şey değildir. üstünlük tutkusunu yaratan da aşağılık duygusudur. bu duygu insanı üstünlüğe doğru iter ve geliştirir. adlere' göre ''insanlık tarihi, aşağılık duygusunu gidermek için yapılan davranışların tarihidir..''
İzmir fecii sallandı. Merkezüstü burası değilse bir yerler, şiddetli bir depremi yaşıdı. Elim ayağım boşaldı..
paylaşımlar imago'lar üzerinden yürüdüğü sürece iyileşmeyecek hastalıktır. günümüzde maskeleri, gerçekliğe tercih etmek revaçta. öyle bir hale geliyor ki insan; kendisini gizlediğin yerden sırıtan düşüncelerin hiçbir önemi kalmıyor..
yalnızlık kokan ufuklarda ellerimden tutan, aykırı her yolculuğa utanç duymadan çıkarandır. öksüz kalan bir kuğunun bakışlarında, zavallı bir dokunuşun yansımasını ararken satırlarda, gerçekliğe sığınma ihtiyacı pek duymazsınız. bilirsiniz akla sığınmak da sanal!
otonom yavşaklığı. artık aşk sevgi gibi duygular kalbe değil de akla bağlanıyor. tutkularının, isteklerinin ardında dolu dizgin koşarken arka planda beliren akıl oluyor. biraz ondan, biraz da şundan mantığı..
akıl o kadar büyümüştür ki köpükten bir balon gibi bir iğne ile her an patlayabilir.
akıl o kadar büyümüştür ki köpükten bir balon gibi bir iğne ile her an patlayabilir.
üzerine sarımsaklı yoğurt döküldüğünde biber borani olan kızartma. yaz sofralarının hafifletici nimeti. serin serin her yemeğin yanında iyi bir garnitürdür.
limon ağacından yeşermiş bir ısırgan çiçeğine dokunuyorum artık her gün, ruh evimden çıkarken. her seferinde de aynı yerde düşülmez ki.. düşüyorum. biraz alçak bir kapı kemerine başımı çarpmam gibi bir şey bu. hiçbir zaman, hiç kimsenin aklına kemeri biraz yükseltmek gelmiyor; her geçen gün boyum kısalıyor, aksine. "alışmak acıklı bir süreçtir .." derdim oysa ve devam etmek gelmezdi içimden.
sen, ah, ne kadar az anlatıyorum sana; ne kadar çok ses çıkarıyorum ve ne kadar az şeye karşılık geliyor bunlar.. bıraktığın izleri gördüğüm ilk anda, seni sahil şeridinin ucundan izliyordum; gerdanında taşıdığın pembeyi o izlerden görebilen çok fazla kişi yoktur, eminim. çoğu gözlerine ihtiyaç duyar görebilmek için. gerdanındaki pembenin asılı durduğu o zarif asma köprünün her bir hareketini bir yandan yürüyerek, günceme öyle bir hızla not alıyordum ki, kaçırdığım şey yaşamaktı seni izlerken. bir güruh için icra ettiğin o eski çağlara ait, lanetli dans sırasında seni sahnenin en umulmadık köşesinden izleyen bu siyah, uzun ceketli ve silindir şapkalı adam elbette dikkatini çekmemiştir. güneş'i sevmiyorsa eğer, tek gerçeği karanlıksa, ortalarda görünmesi bile bir "şey" idi. senin kalabalığa savurduğun saçların, o güruhu kendinden geçirmeye yetiyordu da, benim yüzümü kamçılamasına rağmen senin olduğun tarafa geçemiyordum. dansın hızlandıkça, başta sıkı sıkı sarıldığım o kara şemsiyeyi pek iyi tutamamış olacağım; dansının en sessiz yerinde düşüverdi elimden. aldım oradan yaktım; sahnenin tam karşısı, bambaşka bir sahneydi o anda. senin, müziği-kendisinden-antik-dansını hangi mafsalından böldüğümü hatırlamıyorum. öyle bir gürültü ki, dansının müziksizliğini kabullenemeyen; mantık silsilelerinden soyutlanıp, ayaklarını yerden keserek düşünemeyen benim ortaya koyduğum bir tepki gibi. bir şemsiye insanın elinden düşemez mi? düşebilir elbette; ancak bir şemsiyenin düşüşü bile bir yağmur damlasının düşüşünden daha fazla sanat barındırıyorsa elden ne gelir? tarkovski "dünya mükemmel olmadığı için sanat var." diyordu. bu bana bir fikir vermişti: sanat da mükemmel değil; sanat mükemmel olmadığı için adın, renklerin ve müziksiz dansın var. mütemadiyen devam edecek bir kaygı hali boğazımın altında, kasıklarımda ve kol eklemlerimde bu yüzden. araya girişim; günah müziği partisyonuna dahil edişim senden çok beni rahatsız etmiş olmalı. "yanlışlıktır, olur." deyip geçilecek şey değil.?
etrafında arzu naraları atarak seni pencereye çağırmayacaktım ki. o denli sarhoş değildim; onların kan damarlarında kanla karışık alkol dolaşıyordu, benimkinde oldum olası absent. absent insanın damarlarıyla anlaşınca, karşı gelinmesi zor bir ittifakı oluşturuyor. dolaşıyorsun, senin peşinden yürüdükçe yürüyorsun arada sırada yolumdan çevirmeye kalkışıyor flamingo sürüleri; ama absent yeşil. pembeler, bir sonraki adımlarımızın hesaplanmışlıklarının arasındaki fark kadar uzakta. senin adımların bir kraliçe arının, soy tohumunu bağışlayacağı işçi arı karşısındaki adımları kadar törensel, benimkiler uyuyakalmaktansa ölmeyi tercih edecek olan bir askerinkiler kadar hiyerarşik. evet, seni takip ediyorum hala. müziksiz dansına konuk oldum; o dans karşısında tüm vakarımı kaybettim; büründüğüm siyahları sırça vitrin eyledim. buna rağmen hala saklıyorum kendimi ve yanaklarına yayılan renkleri takip ediyorum. sorsalar gurur çamurunun içine düşmüş bir altın sikkeyim ben; değil. söylesem, canım yanmış, saklıyorum, "yürümeyi" unutmuşum; değil. sen, "yıldızlar biz bakmasak da oradalar mıdır?" diye sormuştun ya; bana değil, başka birine. hem sen bilir misin bu sorundan mahrum kalmanın, bu sorunla muhatap olamamanın ne demek olduğunu? sormuştun işte. cevabını bulamadı. belki de hiç aramadı. ben sana bakmasam da senin orada olacağına inanmayacak denli kaçığım; kaçmışım ama bitmemiş olacak ki, hala kaçıyorum. bu nasıl kaçmaksa; şehrinin kapılarından girerken, dün gece sen uyuduğun sırada başucuna koyduğum eros heykelciğini bulacağım. kaçtığım sen olsaydın, ateşinin içine atmıştım kendimi çoktan; kaçmak en az bu denli onursuz olurdu ve cezası da bu denli hafif.
resmedilen hep birlikte kaçışlardı aşıklar söz konusu olunca. hele bir tanesi vardı ki, rüyamda rastladığım, bir demet gülü göğüsleri hizasında gökyüzüne çıkardığını sandığım bir kadın ve aslında kollarında bir erkek. gökyüzünü seçiyorlar, çünkü gidecek hiçbir yer yok artık! düşünsene, savaşacak kimsemiz yok! ne dehşet dolu bir manzara.. öldürecek kimsemiz yok, yalanlar söyleyebileceğimiz, inandırabileceğimiz kimsemiz yok. bu yüzden yüzünü shakespeare'e dönüyor insanlar. işte, kendimle savaştığımın bile farkında değilken; kılıcı, kalkanı organlaştırmışken savaşın bitmesi ve bana yalan söylenebileceğinin, öldürülebileceğimin, inanabileceğimin ve günah işleyebileceğimin güvencesini verişin vardı sonraki sahnede, yumuşak bir mağlubiyetle. sana karşı hiç savaşmadığımı düşünürken taş kesilmiş derimin üzerinden akan absenti gördüm yeşilce. senin gözyaşın mıydı, benim kanım mıydı, bilemedim. iyi yolu görüp takdir etmek, ancak kötü yoldan gitmek yeni bir mefkure değil; buna mesnet de aramıyorum. ancak gittiğim yol, tarafından, hz. hızır'ın bir zamanlar kıblesini şaşırmış ayasofya'yı kıbleye çevirmesini andırırcasına değiştiriliyor. hayır, ben yine aynı yoldayım; elbette söz dinlemezim, baş belası bir çocuğum senin için. ancak yolun sonu değişiyor. hissediyorum..
sevgili sen, kaçtığım bir şehirden yazıyorum sanki sana. burada fazla kalmayacağım. mektuplarına sinen kokuyu iyi muhafaza etmesi için, onları, bende kalan fularının içinde saklıyorum. bazı geceler sevişme sesleri duyuyorum fularından; cümleler firar ediyor gizli dindarlığımdan ötürü. onlar, yazdığın hiçbir yerde kalmayacaklar. tutmayacağım. yine de bir gün ya ellerim beni unutursa; ya bu yaba ellerim, cümlelerinle bir olup ikimize karşı sevişirse diye korkuyorum.
köprücük kemiğine kurduğum salıncakta kal lütfen.
sen, ah, ne kadar az anlatıyorum sana; ne kadar çok ses çıkarıyorum ve ne kadar az şeye karşılık geliyor bunlar.. bıraktığın izleri gördüğüm ilk anda, seni sahil şeridinin ucundan izliyordum; gerdanında taşıdığın pembeyi o izlerden görebilen çok fazla kişi yoktur, eminim. çoğu gözlerine ihtiyaç duyar görebilmek için. gerdanındaki pembenin asılı durduğu o zarif asma köprünün her bir hareketini bir yandan yürüyerek, günceme öyle bir hızla not alıyordum ki, kaçırdığım şey yaşamaktı seni izlerken. bir güruh için icra ettiğin o eski çağlara ait, lanetli dans sırasında seni sahnenin en umulmadık köşesinden izleyen bu siyah, uzun ceketli ve silindir şapkalı adam elbette dikkatini çekmemiştir. güneş'i sevmiyorsa eğer, tek gerçeği karanlıksa, ortalarda görünmesi bile bir "şey" idi. senin kalabalığa savurduğun saçların, o güruhu kendinden geçirmeye yetiyordu da, benim yüzümü kamçılamasına rağmen senin olduğun tarafa geçemiyordum. dansın hızlandıkça, başta sıkı sıkı sarıldığım o kara şemsiyeyi pek iyi tutamamış olacağım; dansının en sessiz yerinde düşüverdi elimden. aldım oradan yaktım; sahnenin tam karşısı, bambaşka bir sahneydi o anda. senin, müziği-kendisinden-antik-dansını hangi mafsalından böldüğümü hatırlamıyorum. öyle bir gürültü ki, dansının müziksizliğini kabullenemeyen; mantık silsilelerinden soyutlanıp, ayaklarını yerden keserek düşünemeyen benim ortaya koyduğum bir tepki gibi. bir şemsiye insanın elinden düşemez mi? düşebilir elbette; ancak bir şemsiyenin düşüşü bile bir yağmur damlasının düşüşünden daha fazla sanat barındırıyorsa elden ne gelir? tarkovski "dünya mükemmel olmadığı için sanat var." diyordu. bu bana bir fikir vermişti: sanat da mükemmel değil; sanat mükemmel olmadığı için adın, renklerin ve müziksiz dansın var. mütemadiyen devam edecek bir kaygı hali boğazımın altında, kasıklarımda ve kol eklemlerimde bu yüzden. araya girişim; günah müziği partisyonuna dahil edişim senden çok beni rahatsız etmiş olmalı. "yanlışlıktır, olur." deyip geçilecek şey değil.?
etrafında arzu naraları atarak seni pencereye çağırmayacaktım ki. o denli sarhoş değildim; onların kan damarlarında kanla karışık alkol dolaşıyordu, benimkinde oldum olası absent. absent insanın damarlarıyla anlaşınca, karşı gelinmesi zor bir ittifakı oluşturuyor. dolaşıyorsun, senin peşinden yürüdükçe yürüyorsun arada sırada yolumdan çevirmeye kalkışıyor flamingo sürüleri; ama absent yeşil. pembeler, bir sonraki adımlarımızın hesaplanmışlıklarının arasındaki fark kadar uzakta. senin adımların bir kraliçe arının, soy tohumunu bağışlayacağı işçi arı karşısındaki adımları kadar törensel, benimkiler uyuyakalmaktansa ölmeyi tercih edecek olan bir askerinkiler kadar hiyerarşik. evet, seni takip ediyorum hala. müziksiz dansına konuk oldum; o dans karşısında tüm vakarımı kaybettim; büründüğüm siyahları sırça vitrin eyledim. buna rağmen hala saklıyorum kendimi ve yanaklarına yayılan renkleri takip ediyorum. sorsalar gurur çamurunun içine düşmüş bir altın sikkeyim ben; değil. söylesem, canım yanmış, saklıyorum, "yürümeyi" unutmuşum; değil. sen, "yıldızlar biz bakmasak da oradalar mıdır?" diye sormuştun ya; bana değil, başka birine. hem sen bilir misin bu sorundan mahrum kalmanın, bu sorunla muhatap olamamanın ne demek olduğunu? sormuştun işte. cevabını bulamadı. belki de hiç aramadı. ben sana bakmasam da senin orada olacağına inanmayacak denli kaçığım; kaçmışım ama bitmemiş olacak ki, hala kaçıyorum. bu nasıl kaçmaksa; şehrinin kapılarından girerken, dün gece sen uyuduğun sırada başucuna koyduğum eros heykelciğini bulacağım. kaçtığım sen olsaydın, ateşinin içine atmıştım kendimi çoktan; kaçmak en az bu denli onursuz olurdu ve cezası da bu denli hafif.
resmedilen hep birlikte kaçışlardı aşıklar söz konusu olunca. hele bir tanesi vardı ki, rüyamda rastladığım, bir demet gülü göğüsleri hizasında gökyüzüne çıkardığını sandığım bir kadın ve aslında kollarında bir erkek. gökyüzünü seçiyorlar, çünkü gidecek hiçbir yer yok artık! düşünsene, savaşacak kimsemiz yok! ne dehşet dolu bir manzara.. öldürecek kimsemiz yok, yalanlar söyleyebileceğimiz, inandırabileceğimiz kimsemiz yok. bu yüzden yüzünü shakespeare'e dönüyor insanlar. işte, kendimle savaştığımın bile farkında değilken; kılıcı, kalkanı organlaştırmışken savaşın bitmesi ve bana yalan söylenebileceğinin, öldürülebileceğimin, inanabileceğimin ve günah işleyebileceğimin güvencesini verişin vardı sonraki sahnede, yumuşak bir mağlubiyetle. sana karşı hiç savaşmadığımı düşünürken taş kesilmiş derimin üzerinden akan absenti gördüm yeşilce. senin gözyaşın mıydı, benim kanım mıydı, bilemedim. iyi yolu görüp takdir etmek, ancak kötü yoldan gitmek yeni bir mefkure değil; buna mesnet de aramıyorum. ancak gittiğim yol, tarafından, hz. hızır'ın bir zamanlar kıblesini şaşırmış ayasofya'yı kıbleye çevirmesini andırırcasına değiştiriliyor. hayır, ben yine aynı yoldayım; elbette söz dinlemezim, baş belası bir çocuğum senin için. ancak yolun sonu değişiyor. hissediyorum..
sevgili sen, kaçtığım bir şehirden yazıyorum sanki sana. burada fazla kalmayacağım. mektuplarına sinen kokuyu iyi muhafaza etmesi için, onları, bende kalan fularının içinde saklıyorum. bazı geceler sevişme sesleri duyuyorum fularından; cümleler firar ediyor gizli dindarlığımdan ötürü. onlar, yazdığın hiçbir yerde kalmayacaklar. tutmayacağım. yine de bir gün ya ellerim beni unutursa; ya bu yaba ellerim, cümlelerinle bir olup ikimize karşı sevişirse diye korkuyorum.
köprücük kemiğine kurduğum salıncakta kal lütfen.
matmazel noraliya..