zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

cisi gelen sanat tarihcisi
İsmi Mert olan, kısa boylu ve cılız bir adam var, yaşı 24. Hayatı kitap okumak, bir şeyler izlemek ve tek başına güneşin batışını izlemek ile geçiyor. Hadımköy'de yaşıyor.


Sanat Tarihi öğrencisi olan bu arkadaşımız, bir gün bir kafeye gidiyor. Elinde uzun zamandır bitirmeye çalıştığı bir kitap var: Hannibal Doğuyor kitabın ismi.

Sayfalarını çeviriyor, her sayfasında biraz daha sıkılıyor kitaptan Mert. Derken, yan masadan 40'larının başında olan ama atletik gözüken, uzun boylu, doğal sarışın bir kadın gelip masasına oturuyor.

"Merhaba, umarım rahatsız etmiyorum..." diyor, Mert'e.
"Elbette etmiyorsunuz." diye cevap veriyor Mert, bir an önce kalkıp gitse keşke şu kadın diye düşünüyor.

"Uzun zaman önce okumuştum, çok kötü bir son ile bitiyor..." diyor sarışın kadın, Mert'e. "Dövmeleriniz, neden Artemis? Troya savaşında bizim tarafımızda olduğu için mi?" diye soruyor.

Bizim taraf. Mert, kadının Antik Yunan karşıtı olduğunu anlıyor. Doğunun tarafını seçtiğini biliyor artık.
"Evet." diye cevap veriyor kısık sesle.

Ve sonrası mı? Hararetli bir konuşma başlıyor. Korku filmleri, cinayet romanları, efsaneler.

Kadın, Mert'in yanında tam üç saattir oturuyor. Artık kalkma zamanı geldiğini anlıyorlar, kalkıyorlar.
"Hala isminizi söylemediniz..." diye sitem ediyor Mert, kadına.

"Semiha..." diyor kadın. "İsmim Semiha."

Gülümsüyor Mert. "Tekrar görüşmek ister misiz?" diye soruyor, çekinerek.

"Lütfen, çok isterim." diyor kadın. Çarşamba günü, saat 1'de, aynı Kafe'de.
Kadın uzunca bir düşünüyor, ve tekrar konuşmaya başlıyor.
"Ben, ben telefon numaramı da vermek isterdim ama telefon kullanmıyorum. Elektronik hiçbir şeyi kullanmıyorum." diyor kadın. "Saat bile." Sonra, uzatmadan "Her neyse, çarşamba görüşeceğiz nasılsa." diyor, gidiyor.

Çarşamba günü Mert saat 11 gibi uyanıyor. Gözlerini kırpıştırarak lavaboya gidiyor, yüzünü yıkıyor. Saat 1 olana kadar üzerini giyinip elinde kalan kitabını bitirip başka bir kitaba başlamak için can atıyor.

Saat 1'e on dakika varken giriyor kafeye, göz ucuyla kafedekilere bakıyor Mert.

Eveet, Semiha orada. Kırmızı çiçekleri olan beyaz bir elbise giymiş. Sarı saçlarını ensesinde toplamış. Çilleri çok belirgin halde.

Yanına yaklaşıyor Mert onun. "Lütfen, terasta oturalım, sigara içeceğim." diyor Semiha, o oturmadan.

Terasa çıkıyorlar, esen rüzgar Semiha'nın alnına değen toplanmamış birkaç saçı bir o yana bir bu yana sallıyor. "Uzun süredir bu kadar tuhaf hissetmemiştim." diyor Semiha. "Cinayetler, gizemler." diye ekliyor.

Mert, olayı merak ediyor.
"Yeşilbayır'ı biliyor musun?" diye soruyor Mert'e, kadın. "Evet..." diye cevap veriyor Mert.
"Buraya çok yakın." diyor, "Oradan gelen, ben okula giderken sınıfımda okuyan arkadaşlarım vardı."

Kadın bir iç çekip anlatmaya başlıyor. Orada, bir kilise varmış zamanında. Bu kilise yıkılmış zamanla, Semiha 7-8 yaşlarındayken orada bir ceset bulunmuş.
Yıkılan sütunlardan arda kalan kısımda başsız bir kadın cesedi varmış. Kadının kim olduğu bulunamamış.
Sonrasında, olayla ilgilenen polislerin hepsi tuhaf biçimde ölmüş.
Evet, tuhaf, kimisini elektrip çarpmış, kimisi balkondan düşmüş, kimisi arkadaşının silahının ateş alması neticesinde ölmüş.

Ama Yeşilbayır küçük yer, o yerin adı lanetliye çıkmış.

Mert, bu yeri çok merak ediyor. "Bu yer, bu yer nerede?" diye soruyor.
"Yeşilbayır merkezinin üst kısmında, Ermeni mezarlığının arkasında." diyor ona Semiha ve göz kırpıyor.
"Gitmek istersen, götürebilirim." diyor.
"Çok isterim!" diyor Mert, ama bunu söylerken bile anında pişman oluyor. Tanımadıgı bir kadın, cinayet işlendiği söylenen bir yer, dahası da saçma sapan bir yere gidecek olması.

"Tamam, 6 gibi burada ol, seni almaya geleceğim, şimdi kalkmam gerek." diyor Semiha ve Mert'e hiçbir şey söyleme imkanı vermeden kafeden ayrılıyor.

Mert eve gidiyor. Düşünceli şekilde gözlerini kapatıyor. Bu kadın da kim, neyin nesi, neden karşısına çıktı ki?




Mert gözlerini açtığında saat 6'yı 20 geçiyor. Mert evden hızla çıkıyor ve koşarak kafeye varıyor. Kafenin içerisine bile bakmadan Semiha'nın orada olduğunu anlıyor. Semiha, kafenin ön tarafındaki otoparkta, arabasının bagajının üzerine oturmuş sigara tutturarak Mert'e gülümsüyor.

Bir Peogeog 206.

"Geç kalacağını biliyordum." diyor, "Sana 1 saat ek süre tanımıştım ama erken geldin." diyor.
"Üzügünüm." diyor Mert, kararan havaya bakıyor. "Yarın gündüz vakti gitmiş olsak daha iyi olmaz mı?" diye soruyor.
"Hayır, tam vakti. Hadi, zaman kaybetmeyelim diyor." Semiha.


Mert, kararan havaya ve batmaya çabalayan güneşe bakıyor. İçi kararıyor, korkuyor. Kafasında senaryolar kuruyor.
Kadın ona orada saldırıp onu öldürmek isterse, kadının kafede sipariş ettiği yemeği yemesini aklına getiriyor. Kadın solak ve onun sol elini kırarsa onu savunmasız bırakabilir.

Kadın, Yeşilbayır'a gayet sakin ve temkinli kullanırken, "Lütfen torpidoyu açar mısın, bize bir sürprizim var." diyor.
Mert, torpidoyu açıyor, en üstte iki yaka kartı var. Üzerlerinde "Dedektif Semiha." ve "Dedektif Mert" yazılı.

Koskoca bir kahkaha patlatan Mert, bunları yaparken çok uğraşıp uğraşmadıgını soruyor.
Semiha da gülümsüyor. "Çok eğlenceliydi!" diyor.

Yaka kartını boynuna geçiriyor ikisi de, ve mezarlığı geçer geçmez, yıkık dökük bir harabe ile karşılaşıyorlar.

Arabadan iniyorlar, yıkılmış sütunlar var, ama bir üstun diğerlerinden daha uzakta duruyor. O daha sağlam ve üzerinde 3 tane kırmızı x çizilmiş. Üçü de silinmek üzere.

"Korinth!" diye haykırıyor, Mert.
"Değil." diyor, Semiha. "Kiliselerdeki süslemelerin isimleri antik yunan terminolojisinden farklıdır." diyor.

İlerliyorlar. "Burada mı başsız kadın ölü bulundu?" diye soruyor, kadına. "Evet." diyor Semiha.

"Görmek ister misin?" diye soruyor, Mert'e. Tam bu sırada bir karga, arkalarından havaya kalkıyor, uçmaya başlıyor.
"Nasıl yani?" diye soruyor Mert. Semiha gülümsüyor. "Bekle." diyor.


Semiha, arabadan geri dönerken elinde el fenerleri ve bir adet uv ışını getiriyor.
UV ışınını sütunun üstüne doğru tutuyor. Işık tutulan yerin altında kırmızı tuhaf bir leke beliriyor.
Lekeler...

"Kan." diyor, Mert.
"Öyleydi..." diye ekliyor Semiha.

Ama o anda bir şey oluyor. Onların bulundukları yere bir ışık vuruyor. Tam karşılarında, biraz uzaklarında kalan yokuştan bir araba onlara doğru geliyor.

"Mert!" diye bağırıyor kadın. "Arabaya bak! Araba siyah mı!"
Mert, "Evet." diyor. Semiha, "HEMEN ARABAYA ATLA!" diye bağırıyor.

Mert'in huysuzluğu üzerinde. "Lütfen emrivaki olmas..." ın demek üzereyken. Semihanın atla diye bağırışına şahit oluyor.

Öyle bir bağırıyor ki, Mert hemen arabaya binmezse onu geride bırakacağını biliyor.

"Bizi görmediler, bizi görmemiş olsunlar." diyor, Semiha arabayı hızla köyün içerisine sürerken.

"Bizi görmemiş olmaları çok zor, ışık ikimizi de aydınlattı." diyor.
"HAYIR! GÖRMEDİLER!" deyip ağlamaya başlıyor, Semiha.

Artık Hadımköy'e varmak üzereler. Ama o da ne, yan yoldan siyah bir araç onlara doğru geliyor, onlar gibi hızını arttırıyor, onlara çok yaklaşıyor.

Mert'in ödü kopmaya başlıyor. Semiha hızı arttırıyor, ama siyah araç daha da arttırıyor.

Ama o sırada bir şey oluyor.. Siyah araba birden duruyor. Hızla gerilerinde kalıyor.

Hadımköye vardıklarında ikisi de kan ter içinde iniyorlar kafenin önünde arabadan.

"Bana neler olduğunu anlatacaksın." diyor, Mert. "Lütfen. Oturalım, ve bir sigara yakmama izin ver." diyor kadın.

Oturuyorlar, sigara yakıyor ikisi de.

"Şimdi, bana soru sorma. Sadece dinle. Bitirdiğimde soru sorarsın." diyor.

Başlıyor anlatmaya.

Çok çok çok önceleri, cinayet olayları sonrası, Semiha 10 yaşındayken, arkadaşları Melike ve Siren ile o kilisenin olduğu yerde ailelerinden gizlice saklambaç oynamaya giderlermiş.

Bir gün, yine aynısını yapmışlar. Ama, Semiha'nın tuvaleti geldiği için koşa koşa eve dönmesi gerekmiş. Geriye döndüğünde ise, arkadaşlarından hiçbir iz yokmuş. Sadece, sütunun birinde 2 tane x işareti varmış.

1 Yıl içerisinde Semiha tam 6 kez çocuk polis tarafından soruglanmış ama arkadaşları bulunamamış.

Yıllar geçmiş, Semiha tam 30 yaşlarına varmışken tekrar kaybolma olayı olmuş. Hem de tam arkadaşlarının kayboldugu yerde. 2 çocuk kaybolmuş.

Bunları anlatırken, bir anda Mert olaya atlıyor. "O hikayeyi biliyorum. Kaybolan çocuklardan birisi, ilkokulda karşı sınıfımdaydı." diyor. "Tanrım, anlattıkların gerçek." diye ekliyor.

"Lütfen sözümü kesme." diyor, ona kadın. Devam ediyor.

Oraya gidiyor tekrar Semiha ve o sütunun orada, 4 x olduğunu görüyor. Bir gün, UV ışını ile geri geliyor ve sütundaki kanı fark ediyor.

Ara sıra oraya tekrar gidiyor, ama tam olarak tuhaf şeyler 3 yıl önce başlıyor. Bir gün oraya gittiğinde, 3 tane uzun boylu siyah giysili insanın saatlerce orada beklediğini görüyor. Bir araba gelip onları alıyor. Sonra fark ediyor ki Semiha, birileri onu izlemeye başlıyor. O da tüm elektronik aygıtlarından kurtuluyor.

3 kez daha denk geliyor bu olaya, her seferinde onları uzaktan izliyor.

"Peki ya buna beni neden bulaştırdın?" diye soruyor ona, Mert.

"Mert..." diyor, Semiha.
"Burada seni kimse sevmiyordu. Herkes tuhaf ve istemeyerek bakıyor. Kimsenin sevmediği insana güvenebilieceğimi fark ettim. Ve okuduğun polisiyeler çok kaliteliydi." diyor, Semiha, gülümsetmeye çalışıyor onu.

"Korkuyorum." diyor, Mert.
"Korkma. Yarın burada, akşam 5 gibi buluşalım, lütfen." diyor.

Mert ona veda ederken dikkatli olmasını söylüyor. Eve giderken bile izleniyor olma hissi aklındanı çıkmıyor.



Gece yarısı Mert, bir ses kaydetmek istiyor bilgisayarında, ama tuhaf bir şey oluyor. Bilgisayar, mirkofonun o anda başka bir programda aktif oldugunu bildiriyor.
Mert şaşırıyor, önemsemiyor.


Mert, kitap okurken bir şey fark ediyor. Bilgisayarının kamerasının aktif olduğu ışık yaınp sönüyor.

Mert korkmaya başlayıp bir bant yapıştırıyor.

Paranoyak olmaya başlayan Mert, ertesi günü iple çekiyor.

Mert, ertesi gün buluşma saatinde Kafeye gidiyor, beklemeye başlıyor.
Saatler geçiyor ama Semiha'dan haber yok.

Mert, bir çılgınlık yapıyor ve amcasının arabasını ödünç alıp Yeşilbayırdeki o yere gidiyor.

Gündüz vakti, hala güneş ışıkları etrafa yayılıyor.

Bir şey Mert'in çok dikkatini çekiyor. Sütunun orada artık 5 x var. Semiha'dan haber yok...

Mert korkuyor, arabaya binip hızla eve geliyor. Polise bunu anlatmaya korkuyor, daha soyadını bile bilmedigi bir kadınla bunları konuştuğunu söylemek istemiyor.

Ve yapması gereken en doğal şeyi yapıyor.
Bir Psikiyatristten randevu alıyor.


Ertesi sabah Mert, psikiyartiste paranoyak davrandığından bahsediyor. Psikiyatrist ise klasik diğerleri gibi.
Ona ilaçlar yazıp kafasından defetme peşinde.

Mert, hastaneden çıkar çıkmaz Kadıköy'ün yolunu tutuyor. Biraz gezmek istiyor. Tuhaf bir sergiye denk geliyor.

"Akıl Hastalarının Tiyatro Fotoğrafları." yazıyor, serginin ismi.

Marat'ın ölümünü konu edinen bir tiyatroyu, ilk olarak Fransızlar 1960'larda oynamışlardı, Türkler ise biraz rötarlı olarak 90'larda oynamış olsa gerek diyor.

Sergiyi gezmeye başlıyor. Ama daha ilk fotoğrafta, dizleri titriyor. Fotoğrafta, karşısında bir kadın, elinde kocaman bir bıçağı tutmuş, Marat olduğunu düşündüğü bir adama doğrultuyor.

Bunu yapan kadını Mert çok iyi tanıyor. Yüzündeki çilleri, çenesinin altındaki bene kadar.
Semiha, Charlotte rolünü üstlenmiş...

Koşarak görevliye o kadının kim olduğunu soruyor bizim Mert. Görevli ise, ilerideki bölmedeki defterde hepsinin hayat hikayesi yazdığını söylüyor.

Mert koşarak defteri açıyor, şansına ki yine ilk sayfada, karşısında kocaman Semiha'nın bir fotoğrafı duruyor.

Mert daha çok şoka uğruyor, korkuyor, ensesi karıncalaşıyor.

Semiha yazması gereken yerde, tuhaf bir isim yazıyor.

Melike Çam yazıyor.

Kadının, o zamanlar 23 yaşında olduğu yazıyor. Ve yazılar gittikçe korkunçlaşıyor. Kadının, o tiyatrodan 3 yıl sonra hücresinde intihar ettiği yazılı.

Mert, korkarak sergiden uzaklaşıyor. Tek yapmak istediği eve gitmek. Güvende hissettiği tek yere geri dönmek.

VE KİMSEYE İNANMAMAK!


Mert, Hadımköy'e tam 3 saat sonra varıyor. Evine girmek üzereyken, kapsının girişine tutturulmuş bir zarf görüyor.

Zarfın içi boş, zarfın üstünde ise "YARIN 4, AYNI KAFE, SEMİHA" yazıyor.

Gerisini henüz getiremedim düşünüyorum
moviebird
yazı; en büyük kalaşnikoftur, devirir anında güçsüz olanı…

yazı; gökteki yıldızlar kadar parlaktır, aydınlatır çevresini…

yazı; bilincimiz tarafından ortaya dökülen kelimeleri bir araya getiren ok gibidir.

o ok hedefine ulaştığında, yazı galip gelir.

batan geminin kahramanlarını kurtaracak olan yazıdır!

yoksa titanik'ten farkı kalmaz.

sahip olunanlar denizin altına çökmesin ki, silahımız konuşsun…

boş bir silah, boş bir beyin gibidir.

kurşunu saplasanız da delmez.

dolu bir beyin, yazıyı doldurur.

boş ve dolunun oranı yazı değerinin oranıdır.

boş olanın kazanması, dolu olmanın kazanmasıyla eş değer değildir.

dolu olan kaybettiğinde aslında kazanmış sayılır!

böylece yazı gereğini yerine getirmiş olur.

çünkü düşünceler ölmez, öldürülemez.

düşünceler tıpkı tüneyen kuşlar gibi türeyip dururlar.

türeyenler de türeyenleri tamamlarlar.

büyük bir ordu oluştuğundaysa, güçsüzler karşı koyamaz.

güç düşüncedir, düşünce de güç…

fani dünyada güçlü olmak kazanmak anlamına gelmez

önemli olan iman ve irade gücünün ışığıdır.

o ışık uzaktan bizlere el sallar.

unutmayın ışığın kudreti her daim bizimle olacak!
cisi gelen sanat tarihcisi
Mahzenin kirli kapağını kaldırır kaldırmaz, gözlerime vuran solgun Mart güneşi istemsizce beni hayallerime geri götürüyor. 1321 yazına.

O zamanlar Floransa'da Dante'nin hasta olduğuna ve son günlerini burada geçirmek istediğine dair haberler yayılıyordu. Bunların çok az kısmını hatırlıyorum, babam eve gelir ve anneme bunları anlatırdı. Annem ise bunların hiçbirini dinlemez, hatta Dante'yi bile bilmezdi. Onun tek düşündüğü, tuhaf ve pis meyveleri satan babamın o gün biraz olsun meyve satabilmesi ve eve gelirken bir şeyler alabilmesiydi.

O yaz, akşama doğru babam elinde tuhaf parşömenlerle eve dönmüştü. Bu parşömenleri köyümüzün çıkışında bulduğunu anlatmıştı. Annem ona içerisinde ne yazdığını sorduğunda ise hiçbir şey okumadığını, bu anı hep birlikte paylaşmak istediğini söylemişti.

Annem ve babam içeriye girdiğinde ben de onların arkasından koşmuştum. 6 yaşında olmama rağmen, O anları nasıl bu kadar keskin hatırlayabildiğimi inanın bilmiyorum.
Ben onların arkalarından koşarken, babam bir anlığına kapının eşiğinde durup bana bakmış, kollarını açmış ve onun kollarına atlamamı sağlamıştı. Sarı saçlarıma kısa öpücükler kondurarak "Maurasia, mavi gözlerini annenden almışsın. Ama kahverengi daha çok yakışırdı, benim gözlerim gibi!" demiş ve gülmüştü.
Babamın ağzının koktuğunu hisseedip yüzümü buruşturmuştum, ama babam o anı görmemişti neyse ki.

Sonra annem ve babam evin içerisine girip mum yakmışlar ve parşömende yazanları okumaya başlamışlardı. Ben de, tahta masanın alt kısımlarına da yaktıkları mumun, tahta masanın aralıklarından duvara yansıyan ateşinin gölgesini izlemeye dalmıştım. Ben ellerimi ve ayaklarımı hızla hareket ettirince ateş de hızlanıyor ve sönecek gibi oluyordu.

Kendime yeni bir oyun bulmuştum!


Hatıralar yavaş yavaş silinirken, annemi ve babamı nedense özlemediğimi fark ediyorum. Babamı hep o kötü ağız kokusuyla hatırladığım için kendime bazen çok kızıyorum ama elimde değil.
Hatıralar beraberinde bazen kötü kokular da getirir.

Elimden kayarak düşen mahzenin kapağının çıkardığı ses, bir leşin üzerinde uçan karganın ciyaklamasını andırıyor, mahzenin güneşe açılan minik penceresinden ancak ikinci denememde dışarıya çıkabiliyorum.

Üzerimde, bana bir beden bol gelen siyah giysim fazla tozlanmış. Tozlar beni daima rahatsız ederler, üzerimi güzel bir silkeledikten sonra, sol elimde sıkarak tuttuğum tomarların varlığı beni ne için burada olduğumu hatırlatıyor.

Evet, zamanı geldi.
Size kendimi tanıtayım, ismim Maurasia, az önce mahzenin derinliklerinde, çok gizli kararların alındığı ve bulunduğumuz bölgeyi sarsacak şeylerin yazıldığı bir toplantıya katıldım.

Bu toplantıyak katılanlar da benim gibi Kilise karşıtı insanlardı. Kimisi Yahudi, kimisi Hristiyan, kimisi de benim gibi inançsız insanlardı. Biz bilimle ilgileniyorduk. Matematik ile, felsefe ile kafa yoruyorduk.
Ama kilise buradaydı ve Tanrıyı hedef aldığını düşündüğü her şeyi ve herkesi öldürüyordu. BENİM AİLEM GİBİ.

Benim amacım da, onlara yakalanmadan, bu tomarların ulaşması gerektiği kişiye ulaştırmamdı.

Yapmam gereken çok basitti aslında, önce Pazziano pazarından geçecektim, ardından yolun sol kısmında bulunan Pellegrini Kulesinin orada beni tomarı alması gereken kadın bekleyecekti.

Size o kadından bahsetmeden önce, ailemin bulduğu tomarı ve geri kalan kısmı merak ediyor olduğunu bildiğimden, size o kısımları anlatacağım.

Sahi, nerede kalmıştık? Ah, evet! Babam, sonunda yazanları okumaya başlamıştı.

"Silla, bunlar 10 yıl öncesine ait parşömenler..." demişti babam, sonra uzun uzun nefes almıştı. Bir şeyler okumadan önce bunu yapmasıyla da onu bazen hatırlıyorum, hatta bunu, fırtınalı bir gecede çatıradayan ağaç kabuklarına benzetirdim.

Babam uzun uzun okuyor yazanları, annem sarı saçlarını sol elinin işaret parmağına dolayarak babamı dürtüklüyor.

"Ne yazıyor?" diye soruyor, bunu sorarken mum çilli yüzünü aydınlatıyor. Annemin mavi gözlerini gökyüzüne benzetiyorum...

"Bir dakika, Silla. Bunlar çok korkunç şeyler." diyor babam, yüzü ağlamaklı. Ama babamın ağlayan yüzünü, mumun tavanı aydınlatmasına tercih ediyorum.
Parmaklarımı şimdi mumun üzerine koydum, hahahah! Tavanda kurbağa gölgesi var, hayır, o bir yılan!

Babam, elinin tersiyle terleyen alnını siliyor, bunu yaparken babama özgü o kokuyu getiriyor ter kokusu gelirken. Kokular, sahi. Başımı ağrıtan ve beni günlerce hasta eden kokular...

Babamın kokusu yanan yapraklar gibi kokar. Acı, ama insanı rahatsız etmez.

"Silla, bunlar çok korkunç şeyler..." diyor babam tekrar. "Bunlar, aman tanrım, aklımı kaçıracağım. Bu yazılanlara bakarsak, Son haçlı seferi, babanı kaybettiğin... Hepsi tezgahlanmış! Anlıyor musun? Geçilecek yollar, öldürülecek şövalye sayısı!"

Annem, babasının ismini duyunca göz bebeklerinin büyümesini sağlıyor. Heyecanlanıyor!

"Burada yazanlar günlüğün bir parçası sadece..." diyor babam.
"Bir kadının elinden çıkmış, kadın, Dokuzuncu haçlı seferinde, Müslümanlara onların geçecekleri yolu gösteren bir muhbirden söz ediyor. Onlara en fazla 20 şövalye öldürmelerini, böylece hiçbir şeyi çakmayan şövalyeleri azar azar yok etmeleri gerektiğinden bahsediyor." diyor. Ağlamaya başlıyor.

Şövalyenin ne demek olduğunu anneme sormak isterken, dışarıdan gelen at sesleri dikkatimi çekiyor. Emekleyerek anneme ve babama görünmeden kapıyı açıyorum. Annem ve babam bunları görmediyse, artık kalkabilirim.

Toprak kokusu beynimi döndürüyor, bu kokuyu hiç sevmiyorum!

Yıllar sonra bile o manzarayı öyle derinden hatırlıyorum ki! Evimizin ön kısmı kocaman bir araziye bakıyordu. O kadar büyük bir araziydi ki bu, bazen sonunda dünyanın son bulduğunu düşünürdüm. Sarı ve yeşil otlar, gün doğarken kızıla bürünürlerdi.
O arazinin arka kısmı da boştu. Aynen ön kısmı gibi...

Ufak çitlerle çevriliydi çevresi, evimizin ön kısmında bir ağaç vardı, koskoca arazide tek bir ağaç. Kocaman bir ağaç! Yaprakları o kadar büyüktü ki, beraberinde kocaman böceklerde getirirdi evimize...
Babam, güzel babam. Bazen atını bağlardı o ağaca.

Aklıma, bugün o ağacın geleceğini hiç tahmin etmezdim.

Devam ediyorum, sakin olun. Sıkıldığınızın farkındayım.

At seslerinden korkmam beni ağacın alt kısmına getiriyor, oraya siniyorum. Babam da at seslerini fark edecek ki mumları söndürüyor.
Gün batmış, her yer karanlık. Tek ışık kaynağı da söndü. Annemin, "Maura!" diye bağırmasını duyuyorum. "Buraya gel! Koş" diye bağırıyor.

Ama gitmeyeeğim. İsmim Maura değil; Mauraisa! Adımı düzgün telaffüz edene kadar gitmeyeceğim.

Atları artık görebiliyorum. Üç tane, üçünde de kocaman, kılıçlı adamlar var.
Atlar, evimizin ön kısmına gelince duruyor. İki kişi atından inmiyor, lakin birisi kendini yere atarcasına iniyor atından. "Yaşlı bunak! Kapıyı aç, seni hain!" diye bağırıyor.

Babam kapıyı açıyor, ne olduğunu bile anlayamadan adam tekrar bağırmaya başlıyor.

"Seni hain! Kilisenin habercisini öldürüp onun haberlerini çalmışsın! Hain! Yahudi misin yoksa ha?!" diye bağırıyor. Babamın bu sözler karşısında "Kilise mi! Tanrım, kendi adamlarınızı kendiniz öldürdünüz! Niçin! Niçin!" diye bağırması beni de ağlatmaya başlıyor. Ama, yakşlaşmak yerine, Olanı biteni uzaktan izliyorum.

"Sen hainsin!" diye bağırıyor adam son bir kez daha. Kılıcını çekiyor, o sırada annem kapının iç kısmından adeta dışarıya fırlıyor ve adamın ayaklarına kapanıyor.

"Durun, biz hain değiliz." diye bağırıyor. "Durun." diye bağırıyor. Son bir şey daha söylemek üzereyken, adam kılıcını annemin boğazına saplıyor.

Bunu bir anda yapıyor. Çok hızlı... Annemin sarı saçlarına kanı bulaşıyor. Annem yere cansız biçimde seriliyor. Bağırmak istiyorum ama sesim çıkmıyor.

Babam, koşarak adama saldırmaya çalışıyor, adamı itiyor, adamın kaskına tekmeler savuruyor. Ama atlı olanlardan birisi atını babamın üzerine sürüyor. At, babamın üzerinden geçiyor.

Babamın çığlıklarını duyuyorum. Babamın canı yanıyor.
Beni saçlarımdan öpen canım babam. Canını yakıyorlar onun.
Nasıl oluyor bilmiyorum ama babam bir anda tekrar ayağa kalkıyor. Annemin yanına koşuyor. Annemin yanında ağlamaya başlıyor.

Son sözü, annemin ismi oluyor. Silla diye bağırıyor.

Sonrası mı? Bazen rüyalarımda bu anı tekrar ve tekrar yaşıyorum ben. Hala... Yaşım, 37. Ve hala bu anı unutamıyorum.

Atını babamın üzerine süren adam, tekrar atını babama doğrultuyor, bu kez kılıcını babamın göğsüne geçiriyor.
Babam, annemden biraz öteye düşüyor. Kımıldamıyor. Babama bağırmak istiyorum. Ama bir şey bunu engelliyor, hıçkıramıyorum. Sadece ağlıyorum. Sesim çıkmıyor.
Nefes alamıyorum.

Atından ilk inen adam evimize giriyor, şarkılar söylüyor. Ve evimizden çıkarken, evimizin içerisinin aydınlandığını görüyorum.

Diğer atlılar da atlarından inip babam ve annemi evimizin içerisine taşıyorlar. Evimiz o kadar aydınlanıyor ki, karanlıkta en uzaktan bile gözüktüğünü düşünüyorum.

Burnuma bir koku geliyor. Yanık yaprak kokusu gibi, ama değil. Bunun yanan insanlar olduğunu çok sonra öğreneceğim.

Tuhaf atlıların beni de öldüreceklerini düşünüp, arka kısma, arazinin sonuna doğru koşmaya çalışıyorum. Nefesim kesilinceye dek koşuyorum. Karnımın sol alt kısmına ağrılar girinceye dek koşuyorum.

O günden son hatırladığım şey, kargaların üzerimde gaklamaları ve kendimi yerde bulmam. Sonrası yok. Olanlar ertesi günden devam ediyor, kendimi Patricia'nın yanında buluyorum. Patricia, o zamanlar otuzunun üzerinde bir kadın. Olanları biliyor. Ailemin öldüğünü biliyor. Beni öldürmek istediklerini biliyor...

"Adın ne senin?" diye soruyor, "Maurasia" diyorum. Gülümsüyor, dişleri kadar sarı saçları var. Tıpkı annem gibi. "Sana Asia diyeceğim" diyor.

Hayat hikayemin geri kalanını tahmin edebilirsiniz. Patricia, kiliseye başkaldıran insanlardan birisi. Felsefe konusunda yaşayanların en iyisinden biri. Benim gibi onlarca evlat edip yetiştirdiği çocuklar vardı.

Ben de onlardan biriyim, ve hedefim, bugün Dusa isminde bir kadına tomarları ulaştırmak. Hepimizin bir nedeni var, kimimiz dini sevmiyor, kimimiz bilime aşık. Benimkisi de intikam.

Bu arada, Dusa'nın tam ismi Eurymedusa, kendisi bir pagan. Henüz 26 yaşında, kızıl saçlarını çoğu zaman gizlemek zorunda kalıyor. O da benim gibi ailesini kaybetmiş ve insanlar onun doğuştan gelen bir dil yeteneği olduğunu söylüyorlar.
3 Dil konuşabiliyor. Latince, Fransızca ve Asya'nın tuhaf bilinmeyen dillerinden birisini.

Önümden atlı bir adam geçiyor, pazar biraz ileride, oraya hızlı adımlarla yürüyorum. Attığım her adımda, dün geceden kalan yağmuru henüz güneş kurutamamış olacak ki, deri çizmelerim su ve çamur geçiriyor.

Pazarın girişine varır varmaz, olağandışı bir şeyler fark ediyorum. Burada bir yoğunluk var, hem bizim taraftan, hem de kiliseden insanlar dolu...

Yaşlı bir kadın, elindeki sünger ve belinde kılıcı olan düşmanlarımızdan birinin çizmelerini boyuyor. Elma satan delikanlı bir genç, kırmızı pelerini savura savura uzun boylu bir şövalyeye bakıp elma yiyor.

Ben de siyah pelerinimin şapkasını başıma örtüyor ve pazarın içerisine giriyorum. Kokular birbirine karışıyor. Leş gibi kokan balıklar, papatya gibi kokan meyveler, ter ve sidik kokusu.
Hepsi bir anda başımı döndürüyorlar.

İlerlemeye devam ediyorum, tek yapmam gereken bu leş gibi kokan kalabalığı yarıp sola dönmek, dümdüz ilerlemek ve Pellegrini kalesinin dibinde oturup soluklanmak.

Korkuyorum. Tuhaf biçimde bir şey beni korkutuyor. Attığım her adımda, leş gibi koku daha da artıyor. Çilek ve Limon diye bağıran insanların sesleri, balık satan insanların seslerine karışıyor.
Bir adam, karısının hamile olduğundan bahsediyor. Etrafıma bakınırken, gördüğüm uzun burunlu uzun boylu renkli, kirli saçlı insanların arasında kendimi minicik hissediyorum. Ve tam o anda, birisi elime dokunuyor. Gözümü çevirir çevirmez, onun kim olduğunu anlıyorum.Kırık dişleri ve kısa, siyah saçlarına eşlik eden keçi sakalıyla bu adam, arada sırada bizim toplantılarımıza katılan bir göçmen. "Seni fark ettiler. Kaçmalısın." diye fısıldıyor.

Her şey çok hızlı gelişiyor. Bana doğru bağırarak yaklaşan uzun çizmeli insanların sesleri, diğer tüm sesleri susturuyor.

"Hey sen! Siyah pelerinli, yerinde kal." diyor. Attığı her adımda çağlayan şelaleler gibi çizmelerinin sesini duyuyorum. Etrafına su sıçratıyorlar.

Bana yaklaşmasına son 3 adım...

Tüm seslerin susması gibi insanlar da durmuş bize bakıyor. Herkesin ağzı açık. Gözerlinde korku var.

2 adım kaldı...

Birazdan beni öldüreceklerini çoğu insan anladı. Hepsi kendine pazara geldikleri için kızıyorlar, eminim ki hiçbiri bir insanın öldürülüşüne tanıklık etmek istemezler. Bu onları derinden sarsacaktır.

1 adım kaldı.

Adam arkamda, nefesini hissediyorum. Nefesi kokusuz...

Adam yavaşça elini omzuma atıyor, beni kendisine çevirip bakıyor. Gözlerine bakıyorum, yeşilin en huzurlu tonlarından birisi... Tıpkı Duccio di Buoninsegna'nın resimlerini andırıyor.

Adam, belindeki kılıca elini atmak üzeyken bir şey oluyor
Bir şey değil, bir şeyler. Size kısaca özetlemem gerekirse, gördüklerim şundan ibaret.

Yaşlı ayakkabı boyacısı, elindeki hançeri, çizmelerini boyadığı adamın dizine saplıyor. Elma satan çocuk, elmalardan birini başka bir kılıçlı şövalyeye fırlatıyor.
Dikkati dağılan, beni omzumdan tutan adam ise kafasını sağa çevirip olanlara bakmaya niyetleniyor. Ben de, cebimdeki mızrağı çıkartıp adamın karnına saplamaya vakit bulabiliyorum böylece.

Sol elim, mızrağın sapını tutarken, ufak bir parmak hareketiyle adamın karnına öyle yumuşak saplıyorum ki, mızrağı biraz içinde gezdirip dışarıya çıkarırken, adamın parçaları da toprağa fırlıyor.

Ayağına hançer saplanan diğer adam, yaşlı kadının kafasına doğru kılıcını sallayıp kadının kafasını ikiye bölüyor. Elma atan çocuğun üzerine mızrakla fırlayan başka kilise mensupları çıkıyor ortaya, mızraklardan birisi doğruca kalbine sağlanıyor.

Ben ise, bu karmaşanın içerisinde koşmaya başlıyorum. Bağırıp oraya buraya fırlayan insanlar işimi kolaylaştırıyor, ben de onlar gibi bağırıp korkuyor gibi pazarın doğruca sonuna koşuyorum.

Ama hayır! Arkamdan at sesleri ve "Orada, görüyorum!" nidaları geliyor. Kendimi koşmaya zorluyorum. Pazardan çıkar çıkmaz, Pellegrini kulesi az önümde bitiyor, kendimi biraz daha yormalıyım.

Koşarken biraz olsun zihnimi rahatlatmak adına insanların benim için ölüyor olmasının beni rahatlatmasına şaşırıyorum.
Gülümsüyorum. Onlar benim için öldüler. Ama iç sesim, çok güzel cevap veriyor. "Hayır, onlar parşömenlerde yazanlar için öldüler."
Ve, içimdeki diğer bir ses, hepsini yok ediyor. "Onlar ölmediler. Öldürüldüler. Kilise tarafından."


Elimdeki parşömenleri sımsıkı tutarken, ön tarafımda birkaç insanın olaylardan habersiz şekilde yürüdüğünü fark ediyorum. Kuleye çok az kaldı.
Arkamdaki atlılar bana doğru yaklaşıyorlar, bir hata yapıp arkama bakıyorum, onları görüyorum, dört kişiler. Birinde mızrak, diğer üçünde kılıç var. Atları simsiyah!

Önüme döner dönmez, belki de en korktuğum şeyi yaşıyorum. Burnumun dibinde bir kadın beliriyor aniden, çıkık çenesi, sert yüz hatları ve bir İtalyan'ı yansıtan uzun ve sivri burnuyla önüme barikat kurmuş gibi duruyor. Ben de doğal olarak bu kadına çarpıyorum. Tesadüfe bakın ki, kadının elinde de benim gibi birkaç kağıt parçası var.

Önce kadına sarılır gibi oluyorum, ama ona sarılamadan yere öyle bir kapaklanıyoruz ki, kendime gelmem en az 2 saniye alıyor.
Gözlerimi açtığımda, karşımdaki kadının toparlanıp benden korkarcasına kaçtığını görüyorum. Yere bakıyorum, korktuğum şey başıma gelmiyor neyse ki. Kağıtlarım yerde! Onları tomar haline tekrar getirip sımsıkı elime alıyorum. Çok zaman öldürdüm!

Arkama tekrar bakıyorum, adamlar artık çok yakın. Ama ben de kuleye çok yakınım. Gülümsüyorum. Yerimden kalkıp adeta yıldırım hızıyla kuleye doğru koşmaya başlıyorum. Bunu Zeus görseydi, mutlaka gök gözlü Athena'nın benim annem olduğuna inanırdı.

Kulenin kapısı tahtadan, koşmamı durdurmadan kapıya sert bir omuz darbesi atıyorum ve içinden geçermiş hissi yaratıyor bu bana, kapı anında yere iniyor, dengemi kaybediyorum ama çabuk toparlanıyorum.

Şimdi yapmam gereken yukarıya doğru koşmak. Ama adamlar bana çok yakın, her şeyi her an berbat edebilirim!

İkişer ikişer tırmanıyorum merdivenleri, aşağıdan biri zenci "DUR YERİNDE ŞEYTAN! SENİ PARÇALARA AYIRACAĞIZ!" diyor, başka bir adamın sadece koşarken kılıcının, çizmesine değerken çıkardığı sesleri işitebiliyorum.

"Yakala beni!" diye bağırıyorum. "Seni sıçan!" diyor her adımımda daha da yaklaşan, genizden gelen ses.

Son merdiven basamağını da çıktıktan sonra, tüm görkemiyle gökyüzü gözüküyor karşımda. Kule çok yüksek! Kulenin korkuluklarına yaklaşıyorum. Aşağıya bakıyorum, insanlar toplanmaya başlamışlar bile.

Ama, tekrar zencinin sesi beni kendime getiriyor.
"Seni sıçan! Hastalıklı! Şeytan! O tomarları bana ver!" diye bağırıyor.

"Sana tomarları vereceğim, söz veriyorum." diyorum, "Ama son bir kez daha aşağıya bakmama izin ver!" diyorum ona gülümseyerek, korkuluklara daha da yaklaşıyorum. Aşağıya bakıyorum.

Evet, istediğim oldu. Her şey yoluna girdi. Şimdi görevi Eurymedusa devraldı. Her şey onda.

"Al, istediklerin!" diyorum ve parşömenleri kilisenin küçük kölesine fırlatıyorum, sonra da ayaklarımı korkuluklardan geçirip kendimi aşağıya bırakıyorum.

Kuleden düşerken, düşündüklerim ayıp ve komik şeyler. Kadın ve erkek birleşmesi, bunu resmetmeye çalışırken yakalanıp öldürülen ressamlar gibi mesela.

Birazdan, bedenim yerle buluşacak, önce tuhaf bir sarsıntı hissecekler. Kimileri depremi hatırlayacak. Ama hissedilen tek şey kemiklerimin kırılması olacak, öleceğim.

Ama ben ölürken, tomarları açan zenci, içinde sadece dualarla karşılacak. İstediklerini alamadıklarını fark edecekler. Verilen istihbarat belki de doğruydu, ama ellerinden kaçırmış olmaları onları mahvedecek.

Ve, Dusa'ya gelirsek. Eurymedusa'ya, evet.

O, az önce çarptığım ve elinde tomarlar olan kadındı. Yere düşüp kalktığımız sırada, onunla dualar ve benim taşıdığım kağıtları değiştik.

O şimdi güvende. O benim öleceğimi biliyor. O da ölecek, kuşkusuz. Ama bizim her ölüşümüz, kilisenin sonunu daha hızlı getirecek.
mudaran
saat 6.45 lise müdürü mustafa bey okulunun önünde lakin kapı duvar . her sabah 5 dedinmi kapıları açan rıza o gün okula gelmemiş. oysa her sabah en geç 6.40 da çay demlenmiş öğretmenler odası süpürülmüş tarih öğretmeni ahmet bey için 30 dal sigara sarılmış müdüriyetin tozu alınmış müdürün afilli rugan ayakkabıları parlatımış tam 6.45 de müdürün 5 şekerli türk kahvesi -müdür için hala acıydı ve her günki gibi yine rızaya kahve acı diye fırça atacaktı sırf artistlik olsun diye-müdür masasındaki ahşap altlığın üzerinde konmuş müdür bey okula girdiğindeyse rıza gizli kaçamak tarihçi ahmet hocanın kitaplarından birini okuyor olurdu.
ah ulan rıza nereye kayboldun?
ahmet hoca rıza nın başına bir iş açtığına emindi ama saygı değer müdür mustafa bey ruganların derdine düşmüş -müdür beyin oturduğu muhit bataklığa nazır olduğundan yollar çamur deryası daha sonra öğrendim ki okula gelene kadar çizme giyer okula gelince her sabah rıza nın parlattığı ruganları geçirirmiş ayağına çizmelerden olsa gerek paçaları hep buruş buruştu- temizlikçi maho ya bağırıyordu, 5 şekerli kahveyi kimseye yaptıramamış kendi yapmak zorunda kalmıştı bir de kahveyi kaynatırken lacivert üzerine kırmızı dalbudak işlemeli en sevdiği kravatını cezvenin içine sokmuş sinirden çatlıyordu. ağzının içinden rıza ya ana avrat dümdüz küfrediyordu. bir de üstelik müdür beyin misafirleri gelecekmiş o gün . cakalanmayı sever ya ikindiden sonra viski ikramı sırası bizim müdürdeymiş. tabikide mustafa bey bizim rıza ya güvenip nasıl havalanmış bir görsen - bunu rıza olayı aydınlandıktan 3 sene sonra bölge ilkokuluna vekil öğretmenlik yaparken çalışanlardan öğrendim, o okuldaki müdür baya fırçalamış çalışanlarını- ikindiye kadar aklı çıktı müdür ineğinin. o gün imrendim rıza ya , yokluğunda adamı gündüz vakti mumla arıyolar.
tarihçi ahmet hoca kara kara düşünüyordu. sigara sararken bir laf attım. bana gayet ciddi bir şekilde ; "bu rıza varya geçenlerde das kapitali sordu bana temin etmemi istedi ben de onu biraz haşladım acaba bir kitapçıya falan sordu da gambazladılar mı ?" dedi. bir anda musalla taşı gibi buz kestim teskin etmeye çalıştım ama gereksiz bir çabaydı. "sorarım bir kaç kitapçıya " dedim . ahmet hoca elinde ki yarım yamalak sardığı sigarayı ağzına götürdü ve usulca yaktı. o sigara ile ben öyle kasvetli bir buhrana şahitlik ediyorduk ki tarif dahi edemem.
sonraki gün birkaç kitapçı ziyaret ettim. edebiyat öğretmeniyim ya hani sır tutarlar sandım -hiç öyle olmadı- soruşturdum. sorduğum herkes rıza yı tanıdı ve das kapital satmadıklarını ifade ettiler, çoğu karl marx a küfürettiğini de es geçmedi. Sadece bir tanesi bana rıza yı sordu "buldu o amına kodumun kitabını değil mi" dedi , hemen ekledi "kesin bir bok vardır bu işte . rıza yı tanırım temiz çocuktur herkesin suyuna gider anası hastalanana kadar burda çalıştı. hep okurdu, harcadılar garibanı."
rıza nın hikayesini ahmet hocadan dinledim daha sonraları. gariban kimsesizmiş, ahmet hoca aldırmış onu okuldaki işe annesi hastaymış onun için çalıştığı -hani sadece bir kitapçı onu sordu dedim ya işte o- kitapçıdan ayrılmış ,oranın sahibi muzaffer bey amca ahmet hocaya emanet etmiş . kardeşi varmış bir tane, ilkokula giderken hastalanmış babası hastane masrafı için pazarda hamallık yaparken cehennem sıcağında kalp vurmuş yığılmış dağ gibi adam. babasından sonra babasının küfesiyle o çalışmış biraz kardeşi için -bunlar olurkende rıza 15 yaşında yok ha- lakin ne hastaneye ne de ilaca para yetiştirebilmiş. yavrucak günden güne erimiş rıza nın gözünün önünde . kardeşinden sonra da muzaffer bey amcayı tanışmış onun yanında çalışmış anacağızı hastalanana kadar, tutuşmuş rıza öğrenince hemen sağdan soldan borca girip hastaneye yatırmışlar kadını, hastalıkla bayağı cebelleşmişler lakin ecel oku ayırmış rıza ile anasını. bizim rıza da o günden sonra kitaplara sarmış.

kombiwankenobi
Ne annemden ne de babamdan hiçbir zaman abartılı bir sevgi görmedim. Hiçbir zaman öyle durup dururken sarılmalar, güzel sıfatlar duymadım. Suçlamadım da neden böyle diye neden diğer aileler gibi bir ilişkimiz yok. Çünkü onlarda öyle görmüşler. Mesela babamdan hiç duymadım ben doğum günümü kutladığını. Sırf biz onunkini de kutlamayalım diye doğum tarihini kabul etmez, gerçek tarihini de bizden saklar. Annemden çok babam daha duygusaldır, cömerttir, eli açıktır, elinden çıkan para ailesine gidiyorsa asla acımaz, aileye her şeyden çok önem verir. Bende oldukça babacı biriyim. Onun bir iç dökmesine, gözlerinin dolmasına tüm savunmalarım iner, ellerim titrer, tutunamam. O an ne gelirse gelsin ben yıkılırım. Bir o kadar da serttir. Benim de sertliğim belki de biraz babam yüzünden. Şu ana kadar onu kötü hissettirecek hiçbir şey yapmadım. Şu okula gidersen iyi olur dedi gittim. Lisede şu alanı seçersen iyi olur dedi seçtim. Şuraya gitme dedi gitmedim. Arkadaşlarımı hiç sevmez. Hep ailenden başka hiç kimseye güvenme der. Belki de benim güvensizliğim yine babam yüzünden. Bir tek arkadaşlarıma karıştırmam babamı. Nedense birçok zaman o konuda da haklı çıktı. Sadece bir kötü huyu, ön yargıdır. Onu da şu aralar kırma aşamasında. Hiç yüzüne söylemedim ama yazarken bile gözlerimi doldurtuyor, çok seviyorum onu. Ben de çok seviliyorum herkes tarafından. Ailemden kimseyi kırmam herkesin dediğini bir şekilde yapmaya çalışırım. Sevgisiz büyümedim ailem oldukça kalabalık ve hep sevgi gösterdiler. Ama bende babamdan bana kalan bir sertlik var. Sevdiğim kişilere tam olarak direkt onları sevdiğimi söyleyemem. Davranışlarımla da belli edemem. Daha çok onlara yardım ederim elimden geldiğince. Yalnız kalırım sarılırım. Sürekli düşünürüm. Kıyafet alacağım zaman beğendiğim bir şeyi bu ona çok yakışır diye alırım. Ama bunu bir şeyler satın alarak onların sevgisini kazanacağım gibi saçma bir şey doğurmasın. Yeri gelir onlar bana maddi değil manevi bir şey hediye ederler havalara uçarım. Bir şiir gönderirler, bir şarkı gönderirler "bak bu şarkı seni hatırlattı"; diye ne kadar sevip sevmesem de ben o şarkıya aşık olurum.
İçimde sonsuz bir vefa var. Kocaman bir kazanın içinde kaynıyor sanki hiç bitmeyecek. Ve ben bu hayatta olduğum sürece o vefa çevremdekilere hediye edilecek. Ben dünyaya bu yüzden gelmişim. Benim görevim bu. Elimde, avucumda ne varsa sevdiklerime vermek. Ama o bir yanımı susturamıyorum. O güvensizliği durduramıyorum. Kim olursa olsun ister beş yıllık arkadaşım ister on-beş yıllık arkadaşım. Bırak git diyor içimde bir şey. Hiçbiri hiçbir şeyi hak etmiyor, senin kadar düşünmüyor, seni salak yerine koyuyor farkında değil misin? Uğraşma, bırak git. Herkes ihtiyaç halinde arıyor, canı sıkıldığında soruyor. Ben buna hiç inanmak istemiyorum ama bir yandan da gözlerim görüyor gerçeği.
Keşke biraz salak olsaydım biraz bir şeyleri görmeseydim. Tüm yakın arkadaşlarım tüm ailemden dediğim insanları birbirinden asla ayırmam bence büyük haksızlıktır bu. Onların bana yaptığı sevindirici şeyleri de tüm arkadaşlarım yapmış gibi hissederim yine onların beni üzmesini de. Her yapılan, arkamdan çevrilen gizli iş karşıma çıkmasaydı, öğrenmeseydim. Öyle bir şans ki öyle bir aklım var ki hiçbir şey gözümden kaçmıyor. Keşke kaçsaydı. Bu yüzden hep bir vazgeçiş tutuyorum içimde bir bomba gibi. Okul hayatımın son yılındayım. Seneye artık zamanımın çoğunu bir iş ile meşgul edeceğim. Aklımda o zaman kaçmak var. O zaman herkesten her şeyden kaçmak. Kimseye zaman ayırmamak en azından beş yıl kadar bir süre ot gibi yaşamak. Para pul gibi şeyler şu ana kadar hep en sondadır. Gözüm hiçbir şeyde yoktur. Dışlamak istiyorum kendimi her şeyden. Paradan bile. Hak etmiyorum çünkü kimseyi, her şeyi. Yok öyle değil diyenler bile artık öyle samimiyetsiz geliyor ki. O kadar midem bulanıyor ki. Gidip kaçacağım her şeyden. İlla yine birileriyle tanışacağım ama yeni insanlar olacak illa ki oturup bir şeyler yiyeceğim onlarla, bir şeyler içeceğim, paylaşacağım ama asla öncekiler gibi bu kadar kalbime almayacağım. İlk bir yıl üzüleceğim farkındayım. Ama böyle sürekli üzülüyorum. Tüm o yalanları, gizli işleri duydukça gördükçe inanın ki etimden et kopuyor sanki. Bunlar gerçekten büyük şeyler değil sadece birikmiş ufak detaylar. Davranışlarım, sözlerim dışarıya ne gösteriyor bilmiyorum ama ben çok duygusalım çok gereksiz duygusalım. Bu sözlerimin dışında sevdiklerim için ölürüm. Bu çok basit geliyor belki kim ne yapar bilmiyorum ama ben ölürüm. Bana babamdan mirastır bu sertlik bu duygusallık bu değer. Büyük konuşmayayım yine de belki bu kaçmak seneye olmasa bile hayatımın bir döneminde olacak. O yüzden çoğu yakınıma "bana güvenmeyin çünkü ben de sizlere güvenmiyorum"derim. Hayatıma yanlış kişiler mi aldım yoksa ben mi çok yanlış kişiyim diye bazen düşünüyorum ama hiç o kadar teferruatım olmadı ki. Hiç o kadar kişiliğimi bölmedim ki. Hep olduğum gibiydim. Değiştirmedim ki kendimi. Belki çok düşünüyorum çok abartıyorum ama benim için küçük bir konu olmadı hiçbir zaman çevremdeki insanlar. Ve bu çevremdekileri her zaman onların beni düşündüğünden daha fazla düşünüyorum oldukça da eminim. Kimse bana bunun tersi bir durum olduğunu kanıtlayamaz. İnsanların hayatında olmuşum veya olmamışım arasında bir fark olacağını zannetmiyorum. Çünkü artık buna inanıyorum tersini inandırmaya çalışanları da samimiyetsiz buluyorum. Yine yeri gelince yardım edeyim ama sadece maddi. Çünkü manevi yardım ettikçe ve yardım aldıkça ben de azalıyorum, kalmıyorum. Rol yapamıyorum, yoruluyorum. Gerçekten inanması güç ama kendimi 40 yaşında bir insan gibi hissediyorum. Belki salt bir acı yaşamadığım için bu duygu bu kadar dallanıp budaklanıyor. bunu erken hissetmem de güzel. Zamanımı kurtardım en azından. Hayatıma bir gün biri girecek ve benim hayatım olacak. O kişiyi de bulmak biraz da bu yüzden zamanımı alacak. Belki hayatımla kumar oynuyorum bilmiyorum ama umarım o kişi olmak zorunda olduğu için olmaz. neyse kim olursa olsun o da vefamdan hak ettiğini alır illa. kimlere boş yere vermemişim ki o vefadan ona vermeyeyim.
--
savaşım kendimle onu bunu alet ediyorum saçma sapan duygularıma. uzaklaşmalarını istiyorum. yüzüme tükürüp uzaklaşmalarını. soğumaya çalışıyorum ama o kadar güzel insanlar almışım ki hayatıma. bazıları gavat biliyorum ama neyse.
cisi gelen sanat tarihcisi
Teleskoplu çocuğun ayakları üşüyordu.
"Tanrım..." diye düşündü.
"Neden bu kadar soğuk?"

Babasının binbir güçlükle aldığı teleskobunu gökyüzüne diken Teleskoplu Çocuk, okula giden arkadaşlarının verdiği ders kitaplarında yaan yıldızlara bakarken, bunun biy büyü olduğunu düşündü.

Kesinlikle bir büyüydü bu...
Parlayan yıldızların büyüsü.

"Nerede kaldın?!" diye bağırdı, Teleskoplu Çocupa, her gece uyumadan önce annesini anlatan adam.
Babası...

"Geliyorum Baba!" diye karşılık verdi, Teleskoplu Çocuk.
O, bir uzay aracı beklemiyordu.
O, bir uzaylı görmeyi umut etmiyordu.
Onun istediği sadece büyülenmekti.

Herkesin önce ufak bir böcek olarak dünyaya geldiğini düşünürdü.
Ölürsün, fakat öldüğünü kimse görmez.
Sonra bir aslan olarak dünyaya geldiği hayalini kurardı.
Ölürsün, fakt fakat bu kez ölümünün farkındadır diğer yırtıcılar, belgesel çeken kameramanlar,o belgeselleri izleyen insanlar...

Sonra bir yıldız olarak dünyaya geleceğini düşünürdü. Ne de olsa özüne dönecekti,yıldız tozu değil miydi o, sahi?
"Bu kez ölümüm çok görkemli olacak... Bir süpernovaya dönüşeceğim!"

Teleskobunu toplayıp, yarısı yırtık ayakkabıları, kendisine 1 beden büyük gelen cekedi ve çamurlu pantolonuyla, göl kenarındaki kulübelerine geri dönüyordu.
Fakat, bir anda göle bkaarken bir şey fark etti.
Göle bir ışık yansıyordu.
KOCAMAN BİR IŞIK!
Gözünü gökyüzüne çeviren Teleskoplu Çocuk, gözünü alan ışığa bakınca gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Gördüğü şey, nefesini kesiyordu.

Bir kuyruklu yıldız olmalıydı bu, o kadar görkemli bir kuyruklu yıldız ki, onu hayatı boyunca bir kez görebileceğini biliyordu.
Gözleriyle ışığı takip eti. Işığın sönmesi gerekiyordu.
Ama hayır, ışık daha da parlamaya başlıyordu.
Daha da parladı!
Korkunç bir parlaklıkla, arkasındaki ormana düştü.
Teleskoplu Çocuk, kalp atışlarının hızlandığını hissetmişti.

Başı dönüyordu, gelen ışık ona kocaman bir adrenalin getirmişti.
Ayakkabılarını çıkardı, yalınayaktı artık.
Bir an bile düşünmedii...
Ormana daldı!

Kendisini, Rönesans döneminde, harika bir ressamla çalışan çırak gibi hissediyordu.
"Işığa koşuyorum!" diye bağırıyordu.
"Aydınlanıyorum!"

"Belki de gördüğüm bir göktaşıydı..." dedi, kendi kendine.
"Belki de bir uydu!"

Sahiden, biz insanalar benzemez miydik ki uydulara?
Zamanı dolunca uzayın derinliklerine terk edilmiş, amaçsızca sürüklenen, göktaşlarına çarpa çarpa darmadağın olmuş bir uyduyduk aslında.
Belki de uydular bizi taklit ediyorlardı.
"Bak şimdi!" diyordu, Sputnik, Juno'ya.
"Yanlış insnlara rastlayıp darmadağın insan taklidi yapacağım! Bir göktaşına çarpacağım ve dağılacağım... Her parçam bir şeyleri mahvedecek."

Sonunda ışığın kaynağına ulaşmıştı.
Ve sonunda, onu gördü.
Onu görür görmez, ağzından o sözcükler döküldü o çocuğun:
"Uzay Kızı..."
"Uzayın Kızı..." dedi ona.

Kocaman bir kasıkı vardı elinde, siyah saçları, giydiği tuhaf beyaz elbisenin üzerine dökülmüştü.
mavi gözlerini gördüğünde, "Venüs..." diye kekeledi. En sevdiği gezegene benziyordu...

Onu, Botticelli'nin Afrodit'ine benzetti.
Ares'in yasak aşkı kadar kutsal gözükmüştü gözüne.

"Ben Paris'im.." dedi kendi kendisine.
"Elma.." diye kekeledi.

İşte ilk kez böyle görmüştü ışık getiren kadını.
indim derelerine
Şener Şen'in eski filmlerini seyrettim bugün. Böyle 20-25 yıllık olanları filan.
Yaşadığım yerleri gördüm , eskiden benim de oralarda olduğum hallerini.
özlemişim , bir kez daha farkettim.
Hayat beni nasıl bir yere götürüyor bilemiyorum. Nerede yaşayacağımı bile bilmiyorum.
Tek bildiğim şey özlemişim. Arkadaşlarımı , çocukluğumu , eski kız arkadaşlarımı , kaybettiklerimi.
Yarını bilememek zormuş.
oblomov
Nicola Tesla dahi aydınlatamadı içimizdeki karanlığı. Yüzümüz güneşe asırlar boyu baksa da, karanlıklar, gölgesinde olacak yüz çizgilerimizin. Ve bir gün insanlığın sonunu getirecek olan o incecik çizgilerden şaha kalkacak tüm ruhumuzla. Yüz dönerken bizden olmayanın acısına kederine yok oluşuna, yüzümüz olmayacak sıra bize geldiğinde dönüp bir derman dilemeye. Sustuklarımızla büyüyoruz, söylediklerimizle batıyoruz adım adım derinine insan olmayan yanımızın. Aydınlık; karanlığın gölgesiz yanı. Oysa biz saatin kadranları gibiyiz . Ne zamandır eşref saatimiz ya da kaç km hızla koşuyoruz iyinin önünde arkasında yanında. Bilim çağında yaşayan gözleri bağlı yarış atları gibiyiz. Dipsiz bir kuyuda aynı istikamette öyle hızlı koşuyoruz ki, arpa boyundan fazlasına razıyız. Yaşamak için gerekli olan neyse ihtiyacımız, fazlası olmalı hep yan cebimizde. El atmalıyız bizde olmayan ne varsa. Bize ait olmayan her şeyden mutlaka bizim de payımıza düşmeli bir şeyler, çünkü karanlık, doyumsuz bir karanlık, büyütüyoruz çizgilerinde aydınlık yüzümüzün, yüreğimizin, insanlığımızın.
gunese vurgun kardanadam
sadece ölüyorum, ötesi yok inan

gece yarısı ayazlar üç-beş devriyesini atmakta yine. sensiz geçen bir günü yine sensiz gecelere kendi ellerimle gömüyorum.
sen yokken anlamı yok baharların artık
anlamı yok çekilen onca acıların. anlamı yok sensizliğin.. sen yoksun sadece.. sadece yok..
yoksun sadece yok.. bu kadar basit olmamalıydı ölmelerim, bu kadar çabuk, bu kadar erken solmamalıydı çiceklerim. artık ne sesin yankılıyor sokaklarımda, ne de varlığın geziniyor damarlarımda.. sadece yokluğun kanıyor dudaklarımın ucunda.. sadece suskunluğum can veriyor ayak uçlarında.
sadece ölüyorum yokluğunda..
sadece ölüyorum, ötesi yok...
yokluğunda yüreğimin duvarlarına çerçevelenmiş hatıralarına bakıp bakıp sensizliğini dinliyorum. sonra da suskunluğuna diz çöküp yalnızlığını demliyorum. yoksun, her gece gözlerimde kanıyor senli hatıralar. uykular firarda. karanlığı örtüp üzerime seni anıyorum kırık dökük kelimelerimle. sancılara girdap gönlümle adını sayıklıyorum ardı ardına. yavaş yavaş boğuluyorum . yavaş yavaş dibe çekiliyorum..yoksun, gözyaşları biriktiriyorum avuçlarımda. yoksun, mürekkebimden sızıyor kan rengi kelimeler. bendeki adın hala bir ömür ile anılırken, kim bilir ölümsüz sevdam senin ayak uçlarında son nefesini vermekte.. canım acıyor sevgili. puslu bir havada vurulur, olduğun yere yığılırsın ya hani.. işte gittiğin gün yalnızlığın mıhlandı alnımın ortasına. gittiğin gün dudaklarıma mühürlendi adın…. şimdi yoksun ama ne geçmişimize gömüyorum seni ne de sensizliğine pes ediyorum. çünkü; ben seni “ sensizlikte “ bile ömür boyu bekleyecek kadar seviyorum..

farkındayım; bir ömür uzaktasın bana. şimdi hangi mevsimin hangi baharını yaşamaktasın? hangi rüzgarın koynunda yaralarını sarmaktasın?. bilemiyorum ve bilmekte istemiyorum. bildiğim tek şey var; sen hala bendesin. sendeki beni öldürsen de, sen hala damarlarımda gezinen alyuvar sıcaklığında bana gülümsemektesin.

yalın ayak yürüyorum dikenlerin üzerinde. acılarımı acılarınla devşiriyorum.. ilelebed yaşamaktan gurur duyduğum gözyaşlarından bir sonbahar günü sıcak gülüşlerine taşınıyorum. anla sevgili. yalnızlığın dururken kapımda , kan bürümüş çığlıklarımı satıyorum ayazlara.. karşılığında sadece senin bensiz de mutlu olduğunun haberlerini istiyorum. bensiz uzaklarda mutlu olman benim yaşama sebebim sevgili.. son sözüm; her zaman gülümse ne olur. acılarına kefil olmuşken ne olur gülümse hayata.. gülüşlerin mutluluklara adanmışken sen her zaman hayatı sev. ve hiçbir zaman ağlama sevgili. çünkü; mutlulukların, yaşama sebebim iken; gözyaşların bedenimin örtüldüğü kefen olur….

yokluğun kanar dudaklarımda, sonra suskunluğun ölüm yazar yüreğime..kimliksiz rüzgarlara bel bükerim. çünkü, sen yoksun yanımda..isyanlara bilenirim yalnızlığın kanayan yüzünde. sen yoksundur artık, her gece karanlığa bürünür. her yağmur sonrası gülüşlerin takılır göz ucuma. gökten tel tel senin yağmanı dilesem de iliklerime kadar yalnızlığınla ıslanırım

seninle başladı yüreğime kilit vurup ölüme susmalarım..pervasız fırtınalara yenik düşer yalnızlığım. evlat edinirim karanlıkları sensizliğin mateminde. sensiz baktığım dipsiz kuyuyu andırır bana. bak görüyor musun gri tonlar giydirilmiş hüzünler çizilmekte ömrüme. artık her rüzgar yalnızlığı çarpıyor yüzüme. her dalga karanlığı….sen gittin içimdeki aşkı, yüreğimdeki canı kaybettim…sensiz geçen her gece ömür defterinden düşüyorum.

bir gün sensiz ölmenin acısını bırakacağım satırlara.. tabutum olacak
gözbebeklerinden düşen gözyaşın. kefenim olacak susmaların. şimdi varlığın kepenklerini indirip sensizliğinde uyumaya gidiyorum. ve sabah kalktığımda değişten bir şey olmayacak.. her zaman ki acılar düşecek paydalarıma..uyandığımda perdelerime hep yokluğun doğacak tıpkı gecelerimin alnına yalnızlığın soğuk çığlıkları örtüldüğü gibi..yoksun işte.. canım acıyor sadece. neden diye sorma.. sadece yoksun. soluyor taze baharlarım.. sebep arama ne olur. sadece yokluğun ile varlığın arasında yavaş yavaş ölüyorum; ötesi yok inan.
(alıntı)
ihtiras limani
girilmez alanlarına çarpmadan manevralarla dolaşıyorum hayatın yollarında. güneş bahçesi bildiğim yerler girişi kapatılmış karanlık mağaralara dönüyor bazen. bir bakıyorsun bir eski anı artık yok. bir bakıyorsun sevdiğin eldivenlerle tutuyor ellerini. bir bakıyorsun yüzünde garip bir maske. çekip almak ardını görmek istiyorsun bir boşluk kalıyor ardında. bir bakıyorsun kendini batan bir gemide hala keman çalan aptal bir mürettebat olarak buluyorsun. bir bakıyorsun ölüm sancısı çeken bir ruhun dudaklarını öpme derdine düşecek kadar bencilsin. bir bakıyorsun senin olan seni kapının dışında bırakmış. bir bakıyorsun kırıp girdiğin kapının ardında kimsecikler kalmamış. bir el uzatıyorsun kor bir demire yapışmış buluyorsun kendini. bir bakıyorsun bir ekim günü mor gözyaşı yağışı altında hava. bakmak istemiyorsun, ama ruhun ayçiçeği gibi hep o yönde.
rakunzhell
bulutların birbirine tutunduğu bir bahar akşamı uzun süredir susuz kalan ağaçların sinirlerek dallarını elektrik tellerine geçirmesiyle artı ve eksi kutuplar birbirine sarılarak aydınlatma direklerinin ateş çıkarmasına yol açıyordu. insanlara olan kızgınlığını kendisinden çıkaran ağaç dallarına hiç kızmıyor, ağacın kendi kendini imha etmesine öylece bakıyordu elektrik direği. insan kalabalığı ağacın küle dönüşünü izlerken bir elektrik teknisyeni hastasına müdahale eden doktor edasıyla direğe çıkarak, direkteki elektrik enerjisini kesti. insanların yüzü gülümsemeye başlıyordu. gülümseme sebebi; ağacın ölümden döndürülmesi değil, ağacın dallarının budanarak elektriğin tekrar gelmesiydi. ağaç da bunun farkındaydı, direk de. bulutlar ağlamaya başladı sonra plastik insanların bu vurdumduymaz tavrına. ağaç gülümsedi, direk gülümsedi. insanlar evlerine, tv'deki yapaylaştıran programlarını izlemeye döndüler.
ihtiras limani
Siperinin içinde tedirgin bir asker gibiyim. Kendi evini habis duyguların işgalinden kurtarmak zorunda olan ölümcül ateşin önünde bir asker gibi. Tepesinde korsan bayrakları dalgalanıyor burçların. Bir yanda bensizken neşeli şarkılar çaınlıyor sanki evimde. Birileri duvarları yeniden boyamak istiyor.

Suçluluk hissi damarlarımda dolaşıyor, beni alıp hırpalayıp yeniden sipere bırakıyor. Kendime verdiğim sözler, kendimi adam bilişim, üzerime bulaşmış kiri izi gösteriyor öfkeli bakışlarıyla.

Yatağıma uzanmak sevdiğimi kollarıma almak istiyorum. Sensiz gittiğim her denizden topladığım mercanlardan kabuklardan sana kolyeler küpeler yaptım demek. Boynuna takmak istiyorum. Parmaklarını yüzümde gezdir demek istiyorum. Omzumdaki boynumdaki her yanığa bak ve o güneşleri altında düşünülen istenen sendin, bil istiyorum.

Işıkları yanıyor odaların. Özlemini çekiyorum seslerin, nefeslerin.
vantablack
artık bir gözüm değil, iki gözüm de toprağa bakıyor. duyuyorum, toprağın beni çağırmak için attığı çığlığı. hissediyorum, damarlarımın içinde dışarıya çıkmak için çabalayan kırmızı sıvıyı. her şey ne kadar da zor tanrım yarattığın bu dünyada. ve en zoru da insan olmak ya da yaşamak... şimdi... hiçbir şey becerememiş biri olarak, simsiyah bir okyanusun ortasında boğulmak üzereyim. kendi nefesimi sayıyorum sona ulaşana kadar zaman öldürmek için, biraz da iç sesimi susturmak için.
goddess
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
kafam cidden yerinde değil, sırf birini delirtmek üzerine yol haritamı çiziyorum. yanlış biliyorum ama dayanamayacak duruma geldim. kafein bağımlısı olduğumdan şüpheleniyorum ve cidden artık çok yorgunum.
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
olmayacak şeylerin peşinden koşuyorum, olmayınca siktir et deyip geçiyorum ve kaybettiğim zaman için kendimi paralıyorum. seçimlerimden emin miyim bilmediğimden seçim yaptıktan sonra doğru mu yanlış mı bakmıyorum. eh, seçimi yaparken yiğidin malı meydanda mottosuyla hareket ettiğimden sanırım aslında seçimlerimden emin olmuyorum.
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
seçimlerimden emin gibi davranırım ve ne kendime ne dışarıdakilere pişmanlık belirtisi gösteririm.
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
Frantic tick tick tick tick tick tock
bağlanamıyorum. sanırım kafadan çatlaklık hafiften var. çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
dirsegi iskemleye dayali
Böyle rüya mı olur lan?

Neyi sevdiğimi bilmiyorum ben. Mesela derin bir problemim var çözemediğim. Her zaman da karşıma gelir. En geç geldiği zamanlarda bile iki gün sürer bekletmesi. Boş işlerle uğraşmayı severim. Takip ederim bende onun geliş-gidişlerini. Neyse söyleyeyim de bilin. Alkolle aram hiç kötü olmadı, yani ona karşı cephe almadım hiç. Belki babamdan veya ne bileyim çevremden. Alkolle düzenli ilişkimi, düzenli bir ilişkim olana kadar inişli-çıkışlı ama alt ve üst limitlerinin farkında olarak devam ettirdim. Bir gün düzenli ilişkim oldu, sonra bu düzenli ilişki sırasında düzensiz bir alkol düzenim oluşmaya başladı. Bende bu kadar düzenin olduğu bir yerde bekaretimi koruyamadım. Alkol alışlarım sıklaştı, ama hayatıma giren kadın ile ilgili değildi bu. Etkisi şöyleydi; Onunla içmeyi çok sevdim önceleri. Bir duble içerken, onun kadeh tutuşu ile iki duble içmiş hissederdim kendimi. O kadar naiftir ki, hele de rakıyı içişi. Sonra o ben kadar çok içmek istemedi, ama beni kendisinden de mahrum bırakmak istemedi ve alkol içmeden eşlik etti bana. Bende onun bana alkolsüz eşlik etmelerini sevmeye başladım. O masa da konuştuğumuz her şey çok önemli, çok derin gelirdi bana hep. Sonra beni yalnız bırakmaya başladı masa da, ben içerken aynı oda da ama kendi işleri ile ilgilenmeyi tercih etti. Bende onun yanımda olup benimle ilgilenmeyişini sevmeye başladım. Orada ara sıra kafasını kaldırıp bana bakması, burada olup olmadığımı, sarhoş olup olmadığımı kontrol etmek için göz süzüşleri içimi gıcıklıyordu. Bu geçirdiğimiz evreler epey bir zaman aldı. Üç yıl falan belki de.

İnsan uzun bir ilişki yaşıyorsa, avantaj ve dezavantajlarını hassas bir terazide tartmayı öğreniyor. Değerlerin değişiyor, sen değişiyorsun. İnsansın işte, her gün büyüyor ve gelişiyorsun. İlla olumlu olmak zorunda da değil.
Neyse uzatmayayım artık. Bu özneleri sabit, duyguları değişik konular silsilesi epey sürdü ve değiştik. Değişir insan, değişmeli. Konu benim içerken melankolikleşmeme vardı bir gün. Normaldi buralara gelişi, önceleri çok algılayamadım bu tartışmaları. 'Toplumdan soyutlanmadık ya melankolik olduysak' dedim hep. Gel zaman git zaman ikna ettim onu, ama bu ara bu tartışmaların hepsi bir değişim sürecinin parçası oluyormuş. Bunu o günden önce anlayamıyor insan. Şey gibi mesela, yıllarca Ege'de yaşıyorsun. Sonra yavaş yavaş kuzeye çıkmaya başlıyorsun, kuzey illerinden yaşamaya başlayınca brokoliye özlem duysan bile hamsi yemeye başlıyorsun. Brokoliyi unutmazsın hiçbir zaman, ama hamsi buğlamanın güzel olduğunu kabul edersin artık. Peki kuzeye gitmeden önce seviyor muydun taze hamsi buğlamayı? Bunu kuzeyde yemeden önce bilemezsin.

Bugün artık değiştim tamamen ve hala süren bir değişimin parçasıyım biliyorum ama sonunda ne olacağıma dair hiçbir bilgim yok. Ama içinden çıkamadığım problemim şu;
ben içki içmek için mi düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başlıyorum, yoksa düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başladığım için mi içme isteğim uyanıyor?

Ben bunun cevabını hala veremedim. Sanırım bu da değişene kadar veremeyeceğim. Ama cümleden anlaşılacağı üzere içmeye devam ediyorum ve ediyor olacağım. Düzensizce…

Rüyamı sanırım sonra anlatmak zorunda kaldım.
cisi gelen sanat tarihcisi
Piyano festivali için gelen insanların dışarıdan seslerini duyabiliyordum, polis sirenleri benim için çalıyordu.

Eski ve yeterince pis kokan bir piyanonun altına cenin pozisyonunda uzanmıştım, yerdeki kırmızı halının bana çağrışımı farklı şeyler oluyordu.
Ama neyse ki, içinde bulunduğum durum, bana bir kitabı hatırlatıyor.


"Sevgili Casaubon.." demişti, Belbo.
Ben de bir keresinde sarkacı görmüştüm...
Gözlerimi kapatıp Sarkacı hayal etmeye başladım, Notarikon ve Gematria hakkında tez yazacak kadar bilgiye sahiptim.
Artık ben de modern bir kabalacıydım!
Sahi, acaba kaçıncı sefirottaydım?


Hemen sol tarafımda bulunan açık cama koşup dışarı çıkma isteğime yenik düşüyorum, dışarı çıkmak beni bir nebze olsun rahatlatıyor çünkü polis sirenleri yok oluyor...
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...

Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.

Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...

Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.

Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.

Bir keresinde Othello'nun oynandığı bir tiyatronun en can alıcı yerinde ayağa kalkıp "MIZRAKSALLAYAN ASLINDA FRANCIS BACON'DI!" diye bağırmış ve tutuklanmıştım, insanların gerçeklere karşı bir alerjisi vardı. Şimdi gerçeği duymayı haketmediklerine karar verdim.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.

Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.

Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...

İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.

Onu koruyacaktım!

Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.

Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.

Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.

Bir fotoğrafta 2 Sophia...

Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.

Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!

Ben Yemenja'ydım.

Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!

Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.

Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!

Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.

"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!

Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.

Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.

"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.

Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!

Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.

Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?

Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.

Ama gerçek çok farklıydı.

Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.

Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?

Silahı başıma götürüyorum.

Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.

Ben Doğa ananın kızıyım.

Ben modern Simyacıyım.

Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!

Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
vantablack
Bir hemingway sıkıntısı var içimde. Evli olsaydım eğer ve mutfaktan içeri girseydi eşim, elimde silah olmasa bile hastaneye kaldırılmamı sağlardı. Ben de yatardım o hastaneye, sonra taburcu edilirdim. Sene 1961 olmazdı belki veyahut bir av tüfeğiyle son bulmazdı her şey.

Sıcağın herkesi yaktığı bir yaz gününde aokigahara ormanını gezmeye giderdim belki japonya'ya. Girişteki terk edilmiş arabaları izleyerek bir sigara içerdim, belki bir sigara daha. Yürürdüm sonra ormanın içinde. Yolların kenarında gördüğüm her girilmez levhası için bir sigara daha içerdim, içerdekiler için. Sözleri olmayan hüzünlü melodiler çalardı kulaklığımda.

Yazmaktan sıkıldım, neyse.

4 /