-Süleyman Abi, ben Nevzat hatırladın mı, diye sordum.
-Ali'nin kardeşi?
-Hem evet hem hayır abi.
-Anlamadım
-Ben sana yalan söyledim abi, yani başka türlü anlatmazsın diye korktum. Ali'yi de, Gökçe Köyü'nü de senin ağzından aldım. Muğlalıyım ama asker arkadaşın Ali'yi tanımam. Büyük ihtimalle yaşıyordur.
-Peki sen kimsin Nevzat Efendi?
-Ben kızın Kübra'nın ve Ayşe Abla'nın Eskişehir'den komşusuyum, benim yan dairemde otururlar. Bana hikayenizi Kübra anlattı, bende merak ettim geldim. Bundan sonra sana başka yalan yok abi, izin verirsen ben bu hikayenin romanını yazacağım. Ve tabi yine istersen seni yıllar sonra kızınla buluşturacağım.
-Kübra'mla mı buluşturacaksın beni? Kızın dedin? Bir şey mi biliyorsun? Gurbanın olam de
-Ayşe Abla, Kübra'ya "senin baban Süleyman" demiş abi. Kübra bunu zaten biliyormuş.
en az 10-15 saniye telefondan hiç bir ses gelmedi. bir müddet bekledim. telefonun arka planından başka sesler geliyor olması hala açık olduğu gösteriyordu. sonra bir anda adam "gızııımm" diye bağırıp hıçkırarak ağlamaya başladı. ben de bir babaydım ve yirmi yıl kızını görmeden yaşamak, hatta bunu içini her daim kemiren bir soruyla geçirmenin ne demek olduğunu az çok anlayabiliyordum. ağladığı için zaten zorlandığım şivesi de iyice bozulan süleyman abi'nin ne dediğini anlamadığım cümlelerine anlam katmaya çalışırken, onun duygularına ortak olmaya çalışıyordum.
sonra birazcık sakinleşti. "ankaya geliyom ben, hemen geliyom" dedi. artık onu durduramazdım, kübrayı aradım ve babasının geleceğini söyledim. kübra, pazar çok erken saatte kapımı çalmıştı. benim en sevdiğim ve şirine adını taktığım kombinini yapmıştı, bu saç tarzı, bu makyaj ve bu giyim tarzı ona en çok yakışanıydı.
birlikte çıktık ve monkey's isminde bir kahvaltı salonuna gittik. süleyman abi'nin trene bindiği saatler olmalıydı. hızlı tren ile ankara'dan eskişehir'e gelmek 85 dakika sürüyordu.
kübra ne yapması gerektiğini bilemiyor, benden kopyalar almaya çalışıyor, iki de bir çantasından çıkarttığı küçük aynayla kaşını gözünü kontrol ediyordu. ne ben ne de o heyecandan doğru dürüst bir şey yemedik.
zaman en yavaş haliyle aktı gitti. bir saati zorlukla devirmiştik. artık tren garına doğru yürüme zamanı gelmişti. tcdd parkının içinden ağır ağır yürüyerek merkez kavşağa ulaşıp oradan da istasyon caddesine girdik. kübra sürekli cep telefonun saatine bakıyor, bir önceki bakışından beri sadece 1-2 dakika geçtiğini görünce ergen püflemesi yapıyordu.
istasyona girdik. ona neden hiç babasını aramadığını, köyünü bildiği halde gitmediğini sordum. annesi ile ilgili bahaneler sıraladı. emin olduğum tek şey vardı, gerçek babasının ömer olmaması onu mutlu etmeye yetiyordu. garda girmeye izin verilen son noktaya kadar geldik. on dakikadan fazla zaman vardı.
atakan ile evlenmeye karar vermeleri üzerinde konuştuk. "başkasıyla evlensem beni rahat bırakmaz zaten, hem başka kim var ki, sen bile istemedin beni" dedi gülerek. ben de "geldiğimden beri atakan'ın sevgilisisin, seni hiç boş yakalayamadım ki" dedim. bu iltifat bile yüzünde güller açmasına yetmişti. ona ne kadar az güzel şey söylediğimi fark ettim. dengeleri koruyabilmek için onu zaman zaman ne kadar kırdığımı da fark etmiş oldum.
biz garın alt geçide benzer bekleme alanında olduğumuzdan trenin gelip gelmediğini göremiyorduk, ancak bir trenin perona yanaştığının sesini duyabilmiştik. gözümüz merdivende öylece bekliyorduk. sonra bir kız merdivenden koşarak indi. bizim beklediğimiz alanda bekleyen genç sevgilisine sarıldı. uzaklaştılar. sonra trenden inenlerin geri kalanları da birer ikişer gözükmeye başladılar. hepsinin yüzlerine bakıp süleyman abiyi aralarından seçmeye çalışıyordum. kübra ise görüyor musun diye birkaç kez sordu. trene binmemiş olacağına pek ihtimal vermiyordum.
tam yoğunluk azaldığı sırada merdivenden inerken gördüm onu, ilk kez gelmiş olmanın çekingenliği ile etrafına bakıyor, doğru yere doğru yürüyüp yürümediği anlamaya çalışıyordu. bizi görmesi biraz süre aldı, göz ucuyla kübra'ya baktım. put gibi kalmış, ne yapacağını bilemez halde bekliyordu.
kapıdan çıktı, elindeki küçük çantayı aldım, tokalaşıp, öpüştük. "süleyman abi bu kübra" dedim. kübra'yı babasının elini öpmesi konusunda tembihlemiştim. dediğimi yaptı. süleyman abi kübra'nın yüzünü iki eli arasına aldı. iki yanağından öptü ve ardından sımsıkı bağrına bastı. kübra'nın duygusal olmamasına zaten alışıktım. süleyman abi ise gözlerinden akan yaşlar kübra'nın omuzuna düşmesin diye bir an önce silmeye çalışıyordu.
-Ali'nin kardeşi?
-Hem evet hem hayır abi.
-Anlamadım
-Ben sana yalan söyledim abi, yani başka türlü anlatmazsın diye korktum. Ali'yi de, Gökçe Köyü'nü de senin ağzından aldım. Muğlalıyım ama asker arkadaşın Ali'yi tanımam. Büyük ihtimalle yaşıyordur.
-Peki sen kimsin Nevzat Efendi?
-Ben kızın Kübra'nın ve Ayşe Abla'nın Eskişehir'den komşusuyum, benim yan dairemde otururlar. Bana hikayenizi Kübra anlattı, bende merak ettim geldim. Bundan sonra sana başka yalan yok abi, izin verirsen ben bu hikayenin romanını yazacağım. Ve tabi yine istersen seni yıllar sonra kızınla buluşturacağım.
-Kübra'mla mı buluşturacaksın beni? Kızın dedin? Bir şey mi biliyorsun? Gurbanın olam de
-Ayşe Abla, Kübra'ya "senin baban Süleyman" demiş abi. Kübra bunu zaten biliyormuş.
en az 10-15 saniye telefondan hiç bir ses gelmedi. bir müddet bekledim. telefonun arka planından başka sesler geliyor olması hala açık olduğu gösteriyordu. sonra bir anda adam "gızııımm" diye bağırıp hıçkırarak ağlamaya başladı. ben de bir babaydım ve yirmi yıl kızını görmeden yaşamak, hatta bunu içini her daim kemiren bir soruyla geçirmenin ne demek olduğunu az çok anlayabiliyordum. ağladığı için zaten zorlandığım şivesi de iyice bozulan süleyman abi'nin ne dediğini anlamadığım cümlelerine anlam katmaya çalışırken, onun duygularına ortak olmaya çalışıyordum.
sonra birazcık sakinleşti. "ankaya geliyom ben, hemen geliyom" dedi. artık onu durduramazdım, kübrayı aradım ve babasının geleceğini söyledim. kübra, pazar çok erken saatte kapımı çalmıştı. benim en sevdiğim ve şirine adını taktığım kombinini yapmıştı, bu saç tarzı, bu makyaj ve bu giyim tarzı ona en çok yakışanıydı.
birlikte çıktık ve monkey's isminde bir kahvaltı salonuna gittik. süleyman abi'nin trene bindiği saatler olmalıydı. hızlı tren ile ankara'dan eskişehir'e gelmek 85 dakika sürüyordu.
kübra ne yapması gerektiğini bilemiyor, benden kopyalar almaya çalışıyor, iki de bir çantasından çıkarttığı küçük aynayla kaşını gözünü kontrol ediyordu. ne ben ne de o heyecandan doğru dürüst bir şey yemedik.
zaman en yavaş haliyle aktı gitti. bir saati zorlukla devirmiştik. artık tren garına doğru yürüme zamanı gelmişti. tcdd parkının içinden ağır ağır yürüyerek merkez kavşağa ulaşıp oradan da istasyon caddesine girdik. kübra sürekli cep telefonun saatine bakıyor, bir önceki bakışından beri sadece 1-2 dakika geçtiğini görünce ergen püflemesi yapıyordu.
istasyona girdik. ona neden hiç babasını aramadığını, köyünü bildiği halde gitmediğini sordum. annesi ile ilgili bahaneler sıraladı. emin olduğum tek şey vardı, gerçek babasının ömer olmaması onu mutlu etmeye yetiyordu. garda girmeye izin verilen son noktaya kadar geldik. on dakikadan fazla zaman vardı.
atakan ile evlenmeye karar vermeleri üzerinde konuştuk. "başkasıyla evlensem beni rahat bırakmaz zaten, hem başka kim var ki, sen bile istemedin beni" dedi gülerek. ben de "geldiğimden beri atakan'ın sevgilisisin, seni hiç boş yakalayamadım ki" dedim. bu iltifat bile yüzünde güller açmasına yetmişti. ona ne kadar az güzel şey söylediğimi fark ettim. dengeleri koruyabilmek için onu zaman zaman ne kadar kırdığımı da fark etmiş oldum.
biz garın alt geçide benzer bekleme alanında olduğumuzdan trenin gelip gelmediğini göremiyorduk, ancak bir trenin perona yanaştığının sesini duyabilmiştik. gözümüz merdivende öylece bekliyorduk. sonra bir kız merdivenden koşarak indi. bizim beklediğimiz alanda bekleyen genç sevgilisine sarıldı. uzaklaştılar. sonra trenden inenlerin geri kalanları da birer ikişer gözükmeye başladılar. hepsinin yüzlerine bakıp süleyman abiyi aralarından seçmeye çalışıyordum. kübra ise görüyor musun diye birkaç kez sordu. trene binmemiş olacağına pek ihtimal vermiyordum.
tam yoğunluk azaldığı sırada merdivenden inerken gördüm onu, ilk kez gelmiş olmanın çekingenliği ile etrafına bakıyor, doğru yere doğru yürüyüp yürümediği anlamaya çalışıyordu. bizi görmesi biraz süre aldı, göz ucuyla kübra'ya baktım. put gibi kalmış, ne yapacağını bilemez halde bekliyordu.
kapıdan çıktı, elindeki küçük çantayı aldım, tokalaşıp, öpüştük. "süleyman abi bu kübra" dedim. kübra'yı babasının elini öpmesi konusunda tembihlemiştim. dediğimi yaptı. süleyman abi kübra'nın yüzünü iki eli arasına aldı. iki yanağından öptü ve ardından sımsıkı bağrına bastı. kübra'nın duygusal olmamasına zaten alışıktım. süleyman abi ise gözlerinden akan yaşlar kübra'nın omuzuna düşmesin diye bir an önce silmeye çalışıyordu.