zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

kaptonur
Herkes gemiden inmemi bekliyor. Şimdiye kadar 3 arkadaşım benim gemiden ayrılacağım gün için yıllık izne ayrılacak. Ulan bana kimse sormuyor ki kaptonur senin planın var mı? diye. Şimdi ne yapacam? onu düşünüyorum. Kime yetişecem anlamadım. Annem bile diğer çocuklarını es geçti benimle ilgili plan kuruyor. Halbuki benim de planlarım var. Sırt çantası aldım lan ben 40 litrelik! Gezecektim egeyi akdenizi topraklarımı. Sikecem yapacağınız işi ya zaten bok gibi bir hayatım var bir de sizin mutluluklarınız için mi uğraşacam? Birisi demiyor ki kaptonur bir sıkıntın var mı? Var amk! sıkıntım hep kendini düşünen insanlar. Neymiş efendim kaptonur sen olmayınca ayda yılda bir görüşüyoruz bizim çocuklarla. Ee ben napim olum göbeğiniz bana mı bağlı? Birine giderim öbürü gönül koyar, ona giderim ebesinin amındaki gönül koyar. Hepinizin amına koyayım... Birinizde kaptonur senin hiç sıkıntın yok mu olum hep gülüyorsun? Demiyor. Napayım öleyim mi? Lan ben bir cipsi bile özlüyorum burda, cips özlemekle ağlanır mı? Düşünüyorum düşünüyorum bir türlü işin içinden çıkamıyorum. Bekleyin amk bulursunuz beni!

Yemin ederim gözlerim doldu.
monster degree
Bu hafta sonu yaşadığım rekabet ortamı bana bir kez daha gösterdi ki hayatımın ilk 30 yılında kontrol etmeyi öğrenemediğim hırsımı kontrol etmeyi geri kalan hayatımın bir döneminde mutlaka öğrenmeliyim.

Amacın hem yarışmak hem eğlenmek olduğu aktivitelerde eğlenebilmemin tek yolunun o yarışı kazanmak olması, resmen bünyemin tahta kurusu.
quares
2015 yılının bir haziran akşamıydı , arkadaşım selahattinle birlikte sağ-sol muhabettleri yaptığımız , arada bi haldununda vallaha bizim aile koyu erbakancıydı diye lafa atladığı güzide keyif aldığım akşamlardan biriydi . lakin tek sorun paramızın olmayışıydı , zaten o güne kadar da hiç yüklü miktarda bi paramızda olmamıştı , bi ara 100 liramız olmuştu , selahattin idda dan tutturmuştu , sonra 100 lirayı ikiye katlarız diye idda da barcelonaya vermiş , heycanla biz maçı izlerken barcelonanın 70. dakikada yediği üçüncü golden sonra dumur olmuştuk , sahi neydi bizim paramızın olmayışının temel sebebi , haldun atladı hemen yine , olum siz imansızsınız , fatihayla subanekeyi katıştıran adamsınız , allah size niye para versin . lan ne imansızlığımızı gördün diye bağırdım , olum en son hangi cumaya geldin lan dedi , duraksadım , hadi onuda geç , geçtiğimiz yıl ramazan ayında caminin çay ocağında su içiyordun lan milletin gözünün içine baka baka , lan orada sana beddua eden amcaların ahı tuttu olum senin işin rast gitmez dedi . haklıydı haldun sustum , lakin cidden ben ramazan ayında olduğumuzu unutmuştum , neyse paramızın olmaması sebebini imansızlığa bağlamıştı haldun , ama başka bir sebebi de olmalıydı . biz bunları düşünürken karnımız acıktı ve cebimizde ki son paraları birleştirip 2 tane yarım ekmek döner alıp 3 kişi paylaşma planları yaparak en ucuz dönercinin yolunu tuttuk . lan haldun , ya bu dönerler sakat attan falan yapılıyorsa ? dinen bir sakıncası yok mu , hadi biz imansızızda sen de kendini tehlikeye atma , sen ver paranı biz senin yerine de yeriz dedim . olum eğer at eti varsa bu işletmenin günahı , ben tavuk eti var düşüncesiyle yiyorum diyerek gayet mantıklı bir açıklamayla beni geri püskürttü . tam dönercinin sokağına girmiştik , bi baktık yan taraftaki düğün salonunda bi düğün var , ulan girsek belki içerde yemek dağıtıyorlardır hem de paramız cebimizde kalır düşüncesiyle içeri girdik , üstümüz başımız perişan , selahattin şap şap terlikleriyle ses çıkarta çıkarta yürüyor , tam bir rezillik , ama ücretsiz bir yemek tüm bu rezilliği ortadan kaldırır amacıma ulaşırım düşüncesiyle hareket ediyorum . içeri girip arkalarda bir masaya geçiyoruz , masada bulunan tuzluk ve paketlenmiş kürdanlar burada bir yemek organizasyonu olacağının adeta habercisi , ama o da ne yanımıza doğru asude geliyor , lan bunun burda ne işi var diyorum kendi kendime , bu arada asude kız arkadaşımdır , oo quares beylerde buradaymış , o telefon niye açılmıyor bakiyim diyerek gelip yanıma oturuyor , biraz anaç bi tavrı vardır asudenin neyse , telefonumu yanıma almamışım dediğim an telefonumun çalmasıyla dumur oluyorum , yalan söyleyemiyorsun söyleme diyor sert bir tavırla , tamam diyorum da senin burada ne işin var , evlenen kuzenim umarım bi gün bizde evleniriz deyip duruyor , tabi ben o sıra izzet altınmeşenin beni nin hipotenüsünü düşünüyorum , biri boş bi şey anlatınca hep bunu düşünürüm ve kendime hep şunu derim ulan izzet altınmeşenin beninin hipotenüsünü heseplamaktan daha da boş şeyler varmış allahım koru bizi yarebbim . yalnız ortada bir sorun var o evlenen kişi haldunun da kuzeni , haldunle asude de uzaktan akrabadır , haldunun akrabalık ilişkileri fazla iyi olmadığından böyle düğün falan bilmez , olum kalkın gidelim diyorda , asude den yemek dağıtacaklarını düğünün yemekli olduğunu öğreniyoruz , asudenin annesi yanımıza geliyor , ooo quares bey hoş gelmişssin falan bi boş muhabett de bu kadın açıcak , izzet altınmeşeyi yine devreye sokuyorum , neyse babası geliyor , tabi iri yarı bi adam , izzet altınmeşe falan hiç gerek yok , ciddi ciddi konuşuyoruz , istanbullara gittin liseye orda yeni kızlarda görmüşsündür falan diyerek bir şeyler ima ediyor , efendim ben askeri lisede okuyorum ve okulumuzda malesef kız yok diyorum , niye malesef diyor , ne malesef beyefendi diyorum , okulumuzda malesef kız yok dedinya niye orda malesef kelimesini kullandın diyor , yok efendim ne malesefi 600 tane erkek gayet mutluyduk aslında diyorum ve konu acayip bir hal alıyor . tamam sonra görüşelim diyip gidiyor yanımdan , görüşürüz efendim diyorum , görüşücez görüşücez hiç merak etme diyor manidar bir şekilde , manyak herif ayrıntılarla yemiş kafayı , asude de kalkıyor , ben kalkayımda siz 3 erkek mutlu mutlu oturun diyor ve gidiyor , ulan bu nasıl ilişki böyle ailede herkes laflarıyla dövdü resmen beni , neyse gelen güzel bir yemek her şeyi telafi eder . hem daha kötü ne olabilirki dediğim an altın merasiminin mikrafon ve kamera eşliğinde masaları gezerek yapıldığını görüyorum , ulan bu ne görgüsüzlük bu ne görmemişlik allah belasını vermesin rezil olucaz lan diyorum , yavaş yavaş kamera bize doğru gelmekte , resmen tüm akçaya rezil olucaz kurbanlık koyun gibi bekliyoruz , spikerde bağırıyor , damadın teyzesinden beşi biyerde yok 200 tl falan , aslına bende hayatımda ilk defa 200 tl görmenin verdiği garip bir mutluluk var , o sıra asudeyle göz göze geliyoruz , gel diyorum , yavaş yavaş geliyor , bize bi yerden altın bul hızlıca diyorum , altın yokta alın şu 50 tl yi verirsiniz diyor , 50 tl yi alıp hızlıca geliyorum , sıra bize geldiğinde 50 tl yi atıyoruz , yüzsüz spiker 3 kişiden 50 tl diye bağırıyor , tüm salon da bu laf yankılanıyor , tamam aldın abicim işte uzatma al geç de diyemiyorsun ki , asude atlıyor bi anda , onlar sahte para verdi diye , ulan kız nasıl bağırıyor ama sahte para verdiler diye , lan bu parayı sen verdinya bana da demek olmaz şimdi diye düşünüyorum , asude çenen kopsun asude o an geldi aklıma , neyse spiker kontrol ediyor ve bağırıyor evett 3 utanmazdan 20 kuruş değerinde sahte 50 lira , ulan annem de orda , adam bas bas bağırıyor bunlar aile terbiyesi almamış diye annemle göz göze geliyoruz , etrafta ki kadınlara aile terbiyesi ben verdim bu çocuk kendini sonradan bozdu falan diyor , abi bunlar özel diyorum , ne özeli genel genel deyip siyasi gönderme yapmaktan geride kalmıyor puşt , hayır adama vursam lime lime ederler bizi hepsi iri yarı , o sıra asudeyle de göz göze geliyoruz , ankaraya gelin götürsem ulaaaan melih gökçek ankaraya deniz getiremedi sen getirmişssin ya la denecek kadar mavi gözlerine bakıyorum , ulan niye yaptın bunu der gibi bakıyorum ve o sıra birinin kolumu çekiştirip yere düştüğünü fark ediyorum , selahattin lan napıyosun olum lan demeye kalmadan yerde çırpınıyor selahattin , haldun da nasıl bas bas bağırıyor kardeşim ölüyor diye , hayır bi göktaşı çarpmadı bulunduğumuz kara parçasına , daha neler olacak diye düşünüyorum , spiker hala bize laf atıyor , ortamdan allah belanızı versin yuh , bu kadar da yüzsüzlük olmaz falan diye bağırışmalar geliyor , selahattin yerde anlam veremediğim bi kriz geçiriyor , heycanlanınca kekeme olan haldun resmen konuşma özürlü bir hal almış , yani tek başıma kalakalıyorum , en son, babamla arifin manchestere attığı golü izlerken bir anda çıkan songül karlı sütyensiz videosuna denk gelince böyle kalakalmıştım , neyse haldun ellerinden tutuyor , ben ayaklarından allahın belası şap şap terliklerini de orada bırakıyorum , hızlıca düğün salonundan çıkıp uzaklaşıyoruz ve biraz uzaklaştıktan sonra selahatiin kendine geliyor , meğersem bunlar düğün salonundan çıkmak için böyle bir numara yapmışlar , lan helal olsun şeytanın aklına gelmez , akçayın yarısı zaten içerde , hısım akraba hepsi gördü rezilliği , ulan iki tane pide yiyecektik , ağzımıdan geldi diyorum . selahattinde tuturmuşta şap şap terliklerimde şap şap terliklerim niye bıraktınız falan diyor , sinirim bozuk zaten asudeyi arıyorum , selahattinin şap şap terliklerini getirsene çaktırmadan diyorum , biz onu yaktık imha ettik , siz her kaçtığınız yerde arkanızda böyle silahlar mı bırakıyorsunuz he bide bu rezillikten sonra beni arama ve uzun bi süre görüşmeyelim diyor , tamam o babanada söyle ben istanbulun yarısını elden geçirdim diyorum , efendim diyor , babana söyle o anlar diyorum ve telefonu kapatıyorum , o geceden sonra , selahattin , haldun ve ben bir daha görüşmemek ve bir deha balıkesire gelmemek üzere ayrılıyoruz , tabi ayrılmadan önce paraları birleştirip 2 döner alıp 3 kişi paylaşmayı da ihmal etmiyoruz .
moviebird
Bazen hayatı tersten yaşamak düz yaşıyor olmaktan daha kârlıdır. Çünkü benim gibiler sadece gecelerin ıssızlığında üretebilenlerdir.O kadar alışmışım ki, gürültüsüz ortamlara; tıkırtı duydum mu tüm yazının ruhu bozulabiliyor.

Geceleri yelkenlerini açıp yol alan eser sahipleri, hedefi tam onikiden vurmak için yazının tam orta noktasına doğru atış yaparlar.

Beni sormanıza zaten gerek yok.

Her gece gemim, akıntıyla beraber gideceği yöne ulaşmaya çalışıyor. Limanda demirli kalmayan gemim sürekli hareket halinde anlayacağınız…

Bir okuyucum; “-Lütfen geminizi biraz dindendirin dedi.

” Ben de; “-Hayır olmaz” diye yanıt verdim. İyi de neden?

Çünkü “son durak” henüz gelmedi ve hiç gelmeyecek…

Ben gecelere mecburum, geceler de bana!

Çareyi gecelerde aramak ne denli mantıklı bilinmez ama benim için “geceler” tutkunu olduğum içimdeki yansımanın ta kendisi…

Sabahların soğukluğundan ve kalabalıklığındansa geceler sokakların tenha olduğu, trafiğin kesildiği anlardan biridir. O an, içimdeki tüm kapılar ardına kadar aralanır ve “üretim” içeri girer hem de bir daha hiç çıkmamak üzere…

Herkes uykusuna çekilmişken, ben yazar dururum. Sabah uykusundan uyananlar yazdıklarımla nahoş hallerini üzerinden atarlar. O esnada sanırım ruhum huzur buluyor.O kadar kolay işte…

Kendimle baş başa kaldığım anlarda boşa vakit geçirmektense, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak kodlamasını yaparım. İşe yarasa da yaramasa da yüreğimin derinliklerinde bir yerde ben varım!

Tüm bunlar işin olumlu tarafıyken hiç olumsuz etkenler yok mu? Elbette var.

Geceler her daim karanlıktır. Bazen o karanlık sizi iyice boğar. Boğazınızda sizi boğmak isteyen bir el hisseder ve karşı koyamazsınız. Bir bakmışsınız karanlığın içinde can vermişsiniz.

Karanlık henüz bana dişlerini geçiremedi. Tabiri caizse; karanlık tıpkı bilinçaltımın ücra köşelerinde yer alan bir virüs…

Zehrini bana bulaştırmaya çalışıyor ben ise “başaramayacaksın!” deyip baskın çıkıyorum.

Şınu unutmayın ki; bir yanım karanlığa diğer yanımsa aydınlığa bakıyor. Gece ve gündüzün kombinasyonu buna iyi bir örnek aslında.

Her zaman o kombinasyonda gece olan tarafım.

Aydınlığın beni tanımlayıp tanımlamadığını soranlar olmuştu geçenlerde. Aydınlık beni tanımlıyor ancak beni en iyi tanımlayan “iç dinginlik…”

O; olmazsa olmazlarımdan biridir. Zirâ gecelerin şafağında bir yüzü aya dönük diğer yüzü ise yıldızlara dönük oturanların sayısının çok olmasına karşın ay ışığı ve yıldızların parlaklığı ile yolunu bulan da bir o kadar az…

İşte bendeniz ta karşınızda duruyorum!
ontolojik sancilarimin merhemi
bazen acıları perdelemek, onları yok saymak ve hatta tanımayı reddetmek yaşamaktan daha uygun bir seçenek gibi görülüyor.. ister istemez kaçıyor insan. korkuyor.. acılara tutunmamak da neyin nesi, değil mi? bunlara rağmen bazen yaşanacak olan yaşanıyor. sonuçta biriken tüm kırıkları bir sandığa kilitleyip orada bırakmak hoş görünebiliyor. sağlam bir kalbin parçaları bir yana insan içindeki kargaşadan belki de canavarlardan kaçma isteği duyuyor. teslimiyetten kaynaklanan acıların, üzüntülerin bir şekilde gün yüzüne çıkmasına izin verirsen sadece o anları yaşamak olmayacak karşılaştığın. kendinle hesaplaşacaksın, sorgulayacaksın. canın yanınca mücadele edeceksin. içinde belki bir canavar olacak ve onu tutamayacaksın. belki de pişman olduğun şeyleri sana yapmaya zorlayacak ve kendini tanımayacaksın. olur da korkularınla yüzleşmek durumunda kalırsan, kapattığın yerden çıkarlarsa sadece bırak onları.. bırak içinden geçsinler meydan okuma. çarpışmak seni sen yapanı elinden alır.. kırılganlığın korkundan beslenecek. üzüntü duyarsın bırak üzüntün kalsın. yorma kendini, sorgulama.. üzüntün nefrete dönüşürse kemirir içini. bir şeyleri yaşamaktan korkmana gerek de yok... ileri de olmadık bir zamanda çıkar kişiler karşına. bu demek değil ki kendini bırak. lakin iki dünyayı tek dünya yapmaya çalışma. bırak yürüngeleri paralel ise beraber dönsünler. yoksa çarpışmada zarar görmek kaçınılmaz..

bir insanın boşluğunu başkası ile doldurmak zaten olmaz. her kişi senin dünyanda kendi varlığı yaratır. sen de doldurabilecek bir boşluk varsa senin de onda doldurabileceğin bir boşluk varsa çok da güzel olur. ne dersin?

dürüstlük güzel şey de kendimize karşı bile dürüst olamazken başkasından dürüst olmayı beklemek de zor. şimdi ne diyor bu düşünen ben, diyebilirsin.. büyük korku bu dürüstlük. sadece an için insanların ağızlarından olmayacak kelimeler dökülüyor. sadece o an kurtuluyor ya sonrası? anın büyüsünü yaşamak için tozdan kuleler inşa etmek neden?

boşlukta yaşamak güzeldir. sonuçta bir boşluğun olduğunu biliyorsun. bunu bilmeden yarattıkları tamamen dolu dünyalarına birilerini dahil etmeye kalkan insanlardan daha insancıl hislerin var.. üzme kendini hadi!
ontolojik sancilarimin merhemi
yorulma, yorulmak yok bu yolda. çabucak karşısına dikilememiş, geç kalmış bir zafer için bekleyebiliyor insan ve o beklerken, aynı zamanda yaşadığını unutuyor. ölüyor ve dirilişini bekliyor. hem baksana, bahar bile bazen gecikiyor; alarm kurmuyor, uyandırılmıyor, horlamıyor ancak, toprağına çağlıyor derinden derine. bulutlar, topraklarına dair içsel bir hassasiyeti hep taşıyor. bunun gibi bir hassasiyeti taşımak zor; hiç dokunmadan, kilometrelerce uzaklardan toprağımın kuruluğunu anlayıp onu beslemek vardı oysa. heyhat, insanın dramı da bu: göğü ve yeri birbirinden ayırmak gibi bir günahı işledikten sonra ikisine de bağımsız karakterler atfederek aşk-laştırmak onları.
ontolojik sancilarimin merhemi
dipsiz bir atmosferde süzülen iki kar tanesi.. yalnızlıkları onları giderek daha fazla uzlaşılmaz kılıyor. uzlaşmadan kasıt, bir başka kar tanesiyle bir araya gelip tek bir tane olmak ve rüzgara, tipiye ve en önemlisi de sıcağa karşı biraz daha fazla teşekkür dolu olmak. tek başına bu dipsizlikte savrulup durmak korku ve titremesini, birleşmek kaygısına tercih ediyor gibiyim.. neden?
quares
bundan yaklaşık 1 yıl önce akşam saatlerinde çalan telefonun sesiyle başladı tüm olaylar , normalde gece telefonum çalınca açmıyorum psikolojik bi sorun , tüm yakın akrabalarım , arkadaşlarım ve sevgilim ahsen de bilir . ama beni o saate arayanın ahsen olduğunu görüyorum , açmıyorum ilk başta ama bu ısrarla arayınca açmak zorunda kalıyorum . efendim ahsen bile diyemeden bu ağlamaya başlıyor , kardeşimi dövdüler gel lütfen , tehdit etmişler bide kardeşimi birazdan yine gelip dövücez diye . tamam geliyorum deyip hızlı adımlarla dışarı çıkıyorum . evde bulunanlar bizde gelelim diye tuturuyorlar ama yok siz evde kalın diyerek onların gelmesine izin vermiyorum .

şişlide bulunan evimden çıkıp cevahirin önündeki metrodan kız arkadaşımın balatta oturduğu eve gitmek için yola koyuluyorum . haliç metrosunda iniyorum bilen bilir hani köprü tarzında bi metro yaptılar işte orada iniyorum. oradanda bi otobüse atlayarak balata geliyorum . balatta yolun kenarında ilim yayma cemiyeti diye bi yer var . onun yanından yukarı bi yokuş çıkar balat sokaklarına doğru oradan çıkıyorum ve daha başka yollardan da geçerek kız arkadaşım ahsenin evine varıyorum . ahsen ağlamaklı bi şekilde kapıyı açıyor , kardeşide yanında kardeşi küçük zaten 11 12 yaşlarında , kardeşi anlatmaya başlıyor , durup dururken ablama küfür ettiler beni dövdüler diyor. tanıyor musun bunu yapanı diyorum , tanıyorum diyor , bana bi adres veriyorlar 2 sokak arkada bi yerde , siz içeri geçin kapıyı kitleyin deyip adrese gidiyorum .

kapıyı küçüklügümden beri 3 kere çalarım , allahın hakkı üçtür misali , bi uğur getirdigini düşünürüm . adrese gidip çalıyorum kapıyı ,kapıyı açıp birden beni içeri çekiyorlar , nerede kaldın , geç oldu , biz başladık falan diyorlar . 3 kişi apar topar beni bi salona getiriyorlar . salonda guines rekorlar kitabı denemesi var sanki , 150 kişi falan var en azından. galiba 1 salonda en çok kaç kişi toplayabiliriz diye bir rekor deniyorlar diye düşünüyorum . ortada duran bi adam birşeyler anlatıyor , sonra herkes kafasını ileri geri sallayıp anlamsız bi ses çıkarıyor , bende sürüye uyuyorum ve zikirlerine katılıyorum . içerisi 150 kişi çogunda makine var yiyosa katılma . herneyse duruyoruz bu adam yine bişeyler anlatıyor , sonra biz yine kafamızı sallıyoruz .ulan kıza küfür edeni bulucam diye resmen balatın tarikatlarına karışıyorum . kapıya yakın bi yerde oturdugumdan çıkma denemesi yapıyorum , ama kapıda duran iki kişi beni yerime kadar geri getiriyor. pilav felan ikram ediyorlar hepimize , içeride de bi uyuşturucu kokusu var ama kenevir yakmışlar sanki bi yerde hafif hafif benim kafamda gidiyor , o yedigim pilavda da kesin bişey var diye düşünüyorum .yoksa bi kenevir kokusuyla olucak iş degil bu baş dönmesi . herneyse bi karambolde hızlı adımlarla çıkmayı deniyorum kolumdan yine o adam tutuyor ama kurtulmak için evim yanıyormuş diyorum. kolundan kurtuluyorum , bu kolundan kurtuldugum manyak herif içeriye doğru bagırıyor arkadaşımızın evi yanıyor diye . 150 kişi birden ayaklanıp dışarı çıkıyoruz , balatda yanan bi ev arıyoruz . ben koşuyorum bunlarda koşuyor , ben duruyorum bunlarda duruyor , resmen 1 saatde tarikat şeyhi olup çıkıyorum , balat sokaklarında yanan ev aramak zaten başlı başına bi saçmalık . kız arkadaşımın bulundugu sokaktan da geçiyoruz , kız arkadaşımla göz göze geliyoruz , napıyorsun sen der gibi, saçma bir bakışı var bana , 150 kişi beraber gecenin saat 1 i olmuş biz balat sokaklarındayız . bilen bilir en aşşagıda eyüp anadolu lisesi vardır oraya kadar geliyoruz . o lisenin bir yanı haliç , bir yanı da mezarlık , ev felan yok yani dümdüz yol . ben bu saatlerde burada polis vardır diye geldim . yokmuş megersem . ben de yapıcak bişey yok diyorum artık kendimi delilige vuruyorum , heidi gibi koşuyorum saga sola giderek , düz koşsam hertürlü yakalarlar ama delirmiş hareketleri yaparsam belki bu delidir diyip bişey yapmadan giderler diye düşünüyorum . bunlar saçma saçma beni izliyor , ben iyice uzaklaştıktan sonra koşmaya başlıyorum . otobüsle geldigim yolu koşarak dönüyorum , yarın yokmuş gibi koşuyorum , haliç metrosuna kadar . metroya atlıyorum geri eve geliyorum .

ama içim hiç rahat degil bu tarikata bişey yapmam lazım diyorum ve evde arkadaşlarla plan yapıyoruz , bi sonraki gece 20 kişi balata gidiyoruz elimizde sprey boyalar , saat sabaha karşı 4 , heryere yaşasın cumhuriyet kahrolsun tarikatlar yazıyoruz , bazı arkadaşlar hayal gücünü konuşturuyor. a.*ına kodugumun tarikatları yazıyor duvarlara . ve biz balattan gidiyoruz , bi sonraki gece ise kız arkadaşım ahsenin kardeşini yanıma alıp , ablana küfür eden hangisi bana göster diyorum , uzaktan kapıyı kesiyoruz . kız arkadaşımın kardeşi ve ben . bizim arkadaşları getirtmedim bu gece , çünkü tehlikeli olabilir kalabalık gözükmek . herneyse gösteriyor herifi bu , peşine takılıyorum , balatın arka karanlık sokaklarında yürüyoruz . bu çok ıssız bi yere gidiyor ama belli , bilen bilir pier loti tepesinin ordan eyüpe bi yol iner küçük minik bir yol , hatta maraşel fevzi çakmak ve necip fazılın mezarlarıda ordadır. bu da orada yürüyor , mezarlıklar içinden eyüpe doğru yürüyoruz derken bu arkasını dönüp üzerime geliyor , sen beni mi takip ediyorsun lan diyor , evet diyorum ve vuruyorum , bu düşüyor ama bekledigimden hızlı kalkıyor , buda bana vuruyor , mezarlıkta kavgaya tutuşuyoruz , o anda arkadan arkadaşlarım geliyor , megersem beni takip ediyorlarmış uzaktan , 2 tane arkadaşım ama hepsi beraber gelmiyorlar tabi , biz orda çocugu bi güzel dövüyoruz , tanımadıgım kimseye bulaşma lan bidaha diyerek bagırıyorum giderken , bizim diger çocuklarda eyüpte bekiyormuş bizi , oradan onları alıp , 150 kişilik tarikatı alt ederek , balat fatihi olarak eyüpten ayrılıyoruz ...

edit : ahsenle ayrıldık . bu olaylarla hiçbir alakası yok bu saçma olaydan yaklaşık 2 ay sonra ayrıldık
ontolojik sancilarimin merhemi
hayalimde bir yara alma sahnesiyle özdeşleşiyor, nispeten daha büyük, çok büyük, astronomik boyutlardaki bir canavarın iyiler tarafından yaralanması.. binlerce kör şafak, bir tek alacakaranlık. yarasını alan canavar, bakışlarını insani bir merhametle yarasına çeviriyor. istemsizce ve hırıltılı bir "ah" çekiyor. nasıl almış olabilir ki bu darbeyi; oysa her şeyi nasıl da mükemmel yapıyordu. sanki deli bir rüzgar çıkagelmiş, saplanmıştı derisine. yok, kesin tanrıların parmağı vardı bu işte; çekememişlerdi onu işte. şair "sen de insan değil misin?" diye sorarken onun bir canavar olduğunu biliyordu. evet, belki tanrı değildi; ancak bir canavardı, tam bir canavara benziyordu. işte, şimdi geriliyor... adımları eski ihtişamını kaybetti. düşüşü gerileme takip ediyor. canavarların mezarı olmaz; bu yüzden onlara inanırız, hala içimizde dolaşıyorlardır. oysa o bir daha yerden kalkamayacakmış gibi sendeliyor -ama yalnızca sendeliyor.


sonsuzdaki bir noktaya kadar sendeleyip duruyor işte, lanet! hareketli bir heykel gibi. "ah!", hatta "aaaahhhh!", "demek böylesi de varmış..." gibi. insan, gerçekleşmesini en çok beklediği kötü senaryoları bilincinin derinliklerine gömer; onun farkında olmadan yaşamak ister. bu noktadan sonra yazabileceği en kötü senaryo, bu gömüden daha iyi olmak zorundadır. ancak gerçekleşecek olan da gömünün kendisi olur çoğu zaman. işte, derisinin altından onun gömüsü akıyor şimdi. göz kapakları huzurla kapanıp açılıyor. utanıyor mudur? onunla en çocuğunuz konuşsun. canavarın sürgün edildiği topraklar, çocuğun emeklediği topraklara benzer.
ontolojik sancilarimin merhemi
yıkıma yönelmiş yaşamım bölük pörçük. olacak, olduracak, dolduracak hiçbir şey yok. tam ya da tamam olma duygusu yok. resimler de artık akla bir şey getirmiyor. dürtmüyor, işaret etmiyorlar. zor mu dersin artık ''yeniden güçlü, yapabilir olmak? bunun için nasıl da tersine çevirmen gerek yaşam yönelimlerini. sen tamamiyle boş vermeye karar vermişken geldi o. bütün yönelimini değiştirmek için. nasıl da zor bu! ama nasıl da güzel yeniden canlanmak, yaşamın toz tutmuş hayallerini silkeleyip bahar güneşine çıkarmak. kendine yeniden bir yıldız çizip gökyüzü haritanı yeniden çıkarmaya girişmek. çıkmak ve çıkarmak yeniden.'' mümkün mü?
oblomov
Gün batımında yitirdik umutları, oysa birileri de söylemeliydi sabahı olduğunu her karanlığın. tutunmaya çalışırken düşen çocukların yarası geç iyileşir. biz de öyleyiz seninle. ne sabahlara umudumuz kaldı yiten günün ardından ne de iyileşir artık yaralarımız. çocukluğumuzu da batan son güneşin kuyruğuna bağlayıp gönderdik karanlıklara.
ontolojik sancilarimin merhemi
gece iyice kıstı gözlerini, ışıklar azaldı. martılar gitmişti. hepsi uyumak için havalandı. simsiyah kuzgunlar kapladı her yeri. bir şehrin aşk kokusuyla geldiği halin acıklı hikayesi gibiydi gece. büyük bir aşkın keskinliği ancak tırmalayıp bölebilirdi ışıkları böylesine baştan ayağa.

her yanı hüzne boyanan kadın, dönüp kendine şöyle bir baktı. sonra kafasını duvara yasladı. bir çift göz öylece içine aktı. kesik parmakları eski yaralarından yeniden sızladı. boşluğa söz biriktirmiş, intikamını toplayamamıştı. içi kararmıştı gece gibi. elleri boştaydı. korkmayacak kadar her şeyini kaybetmiş insanların yaşadığı uçları düşündü. sırtındaki boşluğu hissetti. içinde neler olduğunu merak etti.

yaslandığı yerden kalktı. her yanı uyuşmuştu.
ellerimi tuttu, elmayı ısırdı..
ontolojik sancilarimin merhemi
vücudun çürüyüp dökülürken yeryüzünün kaynamasına bak, ölmeyi bekle. ne olursa olsun, önce ölüme karşı savunmasız olduğunu unutma. diyelim bir gün yine yürüyorken birden tanrı misafiri bir sancı saplandı boynundan leğen kemiğine kadar. tanrı armağanı davet beklemez. ne yapacaksın? oturmana bile izin vermeksizin seni kaldırıp yere vurduğunda onunla da dalga mı geçeceksin? bunun için acele edip seveceksin; yani sırf ölüm var diye. düşmemek için midir, bilinmez, bir yaprağın ucunda titreyen çiğ damlasına benzer hayatın kendisini de aşıp seveceksin. toprakla ilgileneceksin sonra. insan sevdiğini toprağa düşürmeli. eninde sonunda yine toprağa düşürecek, lakin önceden toprakla yıkamalı insan sevdiğini. madem ki maşuk, aşığı toprağa düşürüp arıtır, aşık da maşuğu toprağa düşürmelidir. asterea tanrıların yanından dünya'ya doğru baktığında hiç yıldız göremediği için ağlar, gözyaşları tanrıların yanında dökülmüş olsa da, eninde sonunda toprağa düşer. topraktan sır gibi bir çiçek bitiverir; sırlar bu çiçeklerde saklanır. yapılmış bütün hataların affolunduğu anne kucağı, insana iki kez açılır..
ulduz
Dışarıda yine bir sokak düğünü var. Benim içim kan ağlıyor bu pezevenkler orada göbek atıyor.
Gidip hepsini tarayasım var. O boş kafalarını o gereksiz gövdelerinden ayırmak istiyorum.
vantablack
Merhaba Hikmet bey. İhtiyar kulaklarınız duyuyor mu bilmiyorum ama şu anda mükemmel bir müzik çalıyor. İsmi ise Ölüm. Ölüm kelimesini barındıran her bir müziğin, kitabın veyahut şiirin çok güzel olduğunu siz de fark ettiniz mi hikmet bey? Ölümün olduğu yerde daha güzel ne olabilir ki mehmet bey evladım. Böyle bir eylemi dört harfe sığdırabilmek büyük iş olmalı, ben daha iki parça kıyafetimi şu koca dolaba sığdıramıyorken. Her neyse, geçelim bunu bir kalem.

Zatıalinize biraz da olsa şu naciz bedenimden bahsetmek isterim. Benimle dalga geçmeyi şimdi gösteririm sana. Durun hikmet bey, durun. Bana dalga geçmeyi çok iyi öğrettiler, bizzat benim üzerimde öğrettiler. İşi yerinde öğrendim yani. Neyse, bunu da geçelim bir kalem. Bendeniz bir adet mehmet. Hayata kaybeden biri olarak geldim. Bunu da ilk, daha yedi yaşımdayken adıma gelen postadan öğrendim. Üzerinde büyük harflerle MSB yazıyordu, zarfın çok küçük bir yerine de mehmet yazılmıştı. Aslında tam da anlatmak istediğim durum, bu zarf. Bana ait olan bir şeyde bile çok küçük bir yer kaplıyordum hikmet bey. Bir kere de kendini acındırmasan olmaz. Siz de bir kere karışmayın şu hikayeme hikmet bey. Ne güzel hızımı almış gidiyorum. Tamam, tamam. Devam et hadi. Ne diyordum. Heh, MSB. Milli Sevgi Bakanlığı. Zarfta şöyle yazıyordu;

Öylesine mehmet bey,
Hayata bir kaybeden olarak geldiniz. Tüm hayatınız boyunca sevgisiz, yalnız başınıza bir hayat geçireceksiniz. Sakın ola haddinizi aşıp insanlardan sevgi beklemeyiniz. Aksi takdirde yasal işlemler başlatılacaktır.

Sadece bunlar mı yazıyordu mehmet Bey evladım? Olur mu hikmet bey, bunlar hiçbir şey. Asıl bomba haber sonda. Kaderimi yazması için kimi görevlendirmişler biliyor musunuz? Kimi? Yoksa Sünbülzade Vehbi mi? Keşke Vehbi yazsa hikmet bey, Hasan Ali Toptaş. Yapma bee. Onu nereden bulmuşlar mehmet Bey evladım? Söz konusu ben olunca paraya acımamışlar. Kaç para istiyorsan şu çeke yaz, yazmaya başla demişler. O değil de mehmet oğlum, siz bu zarfın size yedi yaşında geldiğini söylemiştiniz. Nasıl okudunuz bu mektubu? Efendim zaten ben yürümeye başlamadan önce canım çok sıkılıyordu. Etraftaki mecmualara göz ata ata okumaya başlamışım, yürümeye başlayınca da doğru sahafa gitmişim. İlginç. Devam edin lütfen. Tabii hikmet bey. İşte ondan sonrası hep bir kaybediş, hep bir kalp kırıklığı...

Oysa ben çok umutluydum. Güzel bir hayatımın, daha doğrusu güzel bir hayatın olabileceğini inanıyordum. Ben zaten çok çabuk inanıyordum hikmet bey. Küçükken bana kabak çekirdeğini kabuklarıyla yememem gerektiğini, yoksa midemde bir ağacın yeşerip ağzımdan gökyüzüne doğru uzuyacağını söylerlerdi. O gece ağzımdan büyük büyük ağaçların yeşerdiği bin beşyüz altmış dört rüya gördüm. Gördüm çünkü dedim ya hikmet bey, ben çok çabuk inanırdım. Hayal gücüm de genişti. Bu yüzden hayatta da var olabileceğimi hayal etmek zor olmamıştı ama hayatta var olmak çok zormuş hikmet bey. Ve insan yine de yaşıyor, yaşadıkça öğreniyor. Bu hayattaki en zor şey ölememekmiş. Bana derslerde öğretilen şey bu oldu. İnsanların neredeyse hepsi ölmekten korkanken ben ölemekten korktum, hatta bir keresinde ödüm patlıyordu. Bir düşünsenize, ölüm yok. Benim de cehennemim bu olurdu heralde. Senin cehennemin bedenin mehmet Bey evladım.
(Dur bir dakika.)



(Acayip bir kavga var kafamda. Mehmetler birbirine girdi. Biri diyor senin cehennemin bedenin, biri diyor senin cehennemin ruhun.)

Neyse... Son bir kalem her şeyi geçiyorum. Artık yazmak eziyet gibi geliyor.
moviebird
Yüzünün Masumiyeti Düşmüş Umut Yaprağına…

Dünyaya gözlerini açan bir bebek gibi ne olacağını bilmeden gülücükler saçıyorum etrafa…

Masumiyetin krallığında daha yeni doğmuşum Naif duygular içinde çıpınan ufacık bir bebeğim…

Dünyadan habersiz bir şekilde anne şefkatiyle başbaşayım

Kimbilir belki de başım düşmüş yastığa mışıl mışıl uyuyorum

Kötülüklerden uzak bir şekilde…

Keşke hep o kadar ufak kalsam!

Başımın okşandığı o günleri o kadar çok özledim ki, anlatmak istesem kelimeler yetmez İnsanlık sevgiden o kadar yoksun ki…

Sevilmeyi özlemek, özlediğini sevmek gibisi yok

Gerçek sevgi uzaklaştıkça uzaklaştıkça uzaklaşıyor, neredeyse Ferhat misali dağları deldik

Bulabildik mi sevgiyi…?

Sanırım orası muamma…

Sevgiyi değil ama “ego”yu bulduk.

Biz de aslında sinema starları gibiyiz hergün egonun oyunları ile cebelleşip duruyoruz

Hey ego sana sesleniyorum: “Geliyorum yakında seni yenmeye ben senin en büyük düşmanınım”

Benim ufaklığıma bakmayın siz! İrade-cesaret-istek üçlüsü düşmanları yenmek için gayet yeterli

Seviyorum tüm kalbimle düşmanlarımı bile

Tüm dünyayı sevelim ve o da bizi sevsin

Arınalım egolarımızdan

Atalım maskelerimizi suya…

Zaten su onu götürecekltir ıraklara…

Kendine ait giysiyi giymeyip maske takmaya özenenler her geçen gün giderek artmakta

El ele verirsek belki yeneriz ne dersiniz…?

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diyeceğimiz günler gelecek mi acaba…?

Umut yapraklarına soralım bir de;

-Umut yaprakları kurtaracakmısın bizi?

-Evet, kurtaracağım

Seni dört gözle bekliyoruz.
moviebird
Dünyaya geldiğinizde hiçbir şey göremiyor olmak nedir bilir misiniz?
Gerçekten tüm güzellikleri bir an hiç göremediğinizi düşünün
Düşündünüz mü?
-Evet, düşündük
-Peki, nasıl hissettiniz?
-Kelimeler kifayetsiz kaldı çünkü göremesek bile insanların ve nesnelerin varlığını ruhumuzla hissettik. Hatta görmüş kadar olduk! Demek ki nabzımız halen atıyormuş.
Hissetmek bazen görememekten daha baskınken; göremeyenlerin his duygusu ise tıpkı kopmayan bir halat kadar sağlam…
Tabi tüm bu aktarılanlar doğuştan göremeyenlerle ilgili.
Bizim asıl sorunumuz “görüp” de göremeyen ruh hali bozuk insanlar!
Onları ne yapacağız?
Acaba “geri dönüşüm kutusuna” mı göndersek?
Bana soruyorlar: “Göndermek kalıcı bir çözüm mü?” Hayır değil ama gören insanlara o kadar çok ihtiyaç var ki…
“Bakar kör” olan insanlar çoğu zaman kendi gölgelerini bile göremiyorlar. Kendi gölgelerini göremezsen nasıl görsünler çevrelerini değil mi?
Çok yazık ya!
Görmek ve görüleni analiz etmek vizyon genişliğini ifade eden önemli bir kavramdır.
Bu kavramın bilinmeyen tarafı ise ruhun özgür bırakılma eylemi…
Hiçbir zaman ruhu bir hücreye hapis edemezsiniz.
Çünkü;
“Ruhunuz, içinizdeki asıl gözlerinizdir. O gözler gizli kamera gibi sizi gözetler.”
“Ruhunuz her daim huzur bulmak ister”
“Ruhunuz ayna görevi görerek o yansımanızı size gösterir”
Ruhtur bu esirlikten hiç hoşlanmaz.
Esaretten kim hoşlanır ki?
Siz zaten kendinizi çoktan esir ettiniz bile…
At gözlüklerinizi atmadıkça pembe rengini siyah görmeniz muhtemel…
Hatırlatalım siyah rengi sadece negatif enerjiyi çeker.
Ve evrene ne gönderirseniz evren onu alır.
Alışverişinizi doğru yapın ki göremedikleriniz hissettiklerinizin yerine geçmesin.
Kıymetli bir altın gibi görmüyorsanız kendinizi yolun sonuna gelmişsiniz demektir.
Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi gibi siz de tüm herkesin sizin ekseninizde dönmesini arzu ediyorsanız
GÖRÜN!
quares
bu toprakların insanları madenlerde, tarlalarda ve konfeksiyonlarda sabah akşam demeden sırf 800 tl kazanabilmek için çalışıyor! çoğunun sigortası yok, çoğu önümüzde ki kışı nasıl geçiririz diye düşünüyor. çoğu çocuklarını okula gönderemiyor, ha gönderdi diyelim bu seferde o çocuğa devlet yurt vermiyor, ve o çocuklar açılması yasak olan tarikat yurtlarında kalıyorlar! açılması yasak olduğundan hiçbir allahın kulu gelip de denetlemiyor! sırf bu yüzden aladağ'da 12 çocuk öldü! sırf bu yüzden kütahya'da bir çocuğun eli koptu! sırf bu yüzden karaman'da 40 erkek öğrenciye tecavüz edildi ve devlet tarafindan yapılan açıklama da 1 kereden bir şey olmaz denilerek üstü örtüldü! ve daha haberdar olamadığımız onlarca haber var!

Yani lafı fazla uzatmak istemiyorum da 100 lira asgari ücret zammını bu ülkenin emekçi insanından hor görüpte haram para içinde yüzenler! o çok inandığınız ahiret günü geldiği zaman o çok sıfırlı banka hesaplarınız sizi kurtaramaz! Veyahut o saatlerinizle zamanı durduramazsınız!

Allah adaleti emreder! (nahl suresi 90.ayet)
ontolojik sancilarimin merhemi
İçimde bir süredir dört kişi var. Bitmek üzere resimleri ve maalesef bir şeye benzemeyen Bu saatten sonra bu kadar karanlığa, acıya çirkinleşmeye hastanlanmışlığa Bulaşmış resmin geri döner yanı olmayan. Diğeri tuvali bir kaç yerinden bıçaklamış.. Öteki bezi gezdirip büyütecek ne varsa doldurmuş içine. Bir diğeri büyüyen bedenine yeni resimler aramış Ya da patlatacaktı kendini Giderayak kimin tuvaline sıçrardı ki patlayan Parçaları bu denli yalnız birinin ?
moviebird
Ölüm ve Yaşam Balansı…
Ölümün soğukluğu çok ağırdır, o ağırlığı tarif etmek zor…
Ağırlık birden üzerinize çöker bir bina misali….
Çöküşün hakimiyetinden kurtulmak sapasağlam ayakta durmak var oluşun en büyük göstergesidir.
İçi dolu bir var oluş mu, yoksa boşluktan destek olan bir canavar mı?
Bu ayrımı yapabilme için önce öze, yani ilk doğduğumuz ana dönmek gerek.
Her ne varsa, orada gömülü…
Oradan beri yaşananlar, soluk alışımızın temelini oluşturan bir hayat mekanizması sanki…
O mekanizma olumsuzluklarla daha da paslanıyor, lakin onu canlandırmak mümkün
Yağını ve suyunu koyarsak canlanır
O halde ne duruyoruz koyalım hemen!
Güç mü kaldı ki, koyalım. Çok doğru uzun süredir ruhumuzda ne var ne yoksa uzaklara gitti.
Geri getirmek lazım! Rengimiz soldu adeta…
Renksiz bir biz ve renksiz bir dünya çok tatsız, kim yemek ister ki?
Bazen tatsız bir yemek yerken, tatlı yemeğin farkına varıyoruz.
Ölüm ve yaşam arasındaki denge de böyle…
Ölüm gelene kadar yaşayacağız, ama nasıl olacak bu?
Bizi biz yapan duyguları öldürmeden!
İç ölüm bir kez gerçekleşti mi, onu durdurma için bütün çabanızı ona vermeniz gerek, o zaman ne yapıyoruz?
Yaşamın her türlüsüne “evet” diyoruz. Adı üzerinde yaşam.
Yaşam hep güllük gülistanlık olmaz, arada dalgalar da olmalı ki, güzelliklerin farkı ortaya çıksın.
Farkında mısınız, farkında olmadığınız kendinizden?
Sorunun yanıtı bilinç altınızın bir köşesinde…
antik acilar carsisi
seyrekliğinizi seyrediyorum, kalabalıkta ürkekliğinizi. beş para eden bir ciğer peşinde kediler gibi gezmenizi. beni bu denli yazmaya iten, beni bu denli dili eğip bükmeye; onu aykırı etmeye, onu alıp bir acının yerine koymaya zorlayan.
adiliğinizi seyrediyorum, seyyar bir arabayla geçerken semtinizi. uzattığınız para karşılığında aldığınız gazeteyi, yardımınız karşılığında beklediğiniz saygıyı, uzattığınız el karşılığında eğilecek o başı. seyrediyorum, bir şarkıyı devredişinizi bir süre sonrakine. sıkılmanızı aynı şiirden, sebzelerden yüz çevirmenizi. yağmurda şemsiye tutmanızı, göğü yalnız maviyken sevmenizi. seyrediyorum bir seviyi karşılık bekleyerek büyütmenizi.
bekleyişinizi seyrediyorum, yerden göğe kadar bekleyişlerinizi. kadınlara bakışınızı seyrediyorum, adamları bağırmanızı. kuşları seyrediyorum seyyar bir arabayla geçerken semtinizi. işitiyorum kuşlardan da nasıl uçtuklarını sorduğunuzu.
sessizliğinizi seyrediyorum, en çokta yalnızlığınızı. parmaklarınızı seyrediyorum, iş bilen mahir parmaklarınızı. sevgilisinin saçlarını okşayan, bir çocuğun yumuşak yanağını kıstıran, annesinin ellerini sımsıkı tutan parmaklarınızı. hayır. doğum günü kutlayan, özür dileyen, soru soran, yardım isteyen parmaklarınızı. parmaklarınızla konuşmanızı seyrediyorum, cümleler kurmanızı. kağıtlarla dolu dünyada bembeyaz kaldığınızı sanmanızı.
moviebird
Siyahtan beyaza, beyazdan siyaha…

Siyahlarla doldurduk hayatı, beyazları göremez olduk.
Nerede bu beyazlar, nereye kanatlandılar?
Yoksa beyazlara filtre mi uygulandı?
İçimiz o kadar karardı ki, ışığa doğru erişemiyoruz.
Uzaktan bize göz kırpan ışık bile yok!
Karanlığın içinde çırpınıp duruyoruz, sanki oradan yalnız başımıza çıkabilecekmişiz gibi…
Belki de çıkarız, kim bilir…
Üzerimizi negatif çarşaflarla örtmezsek, pozitif çarşafları huzurla karşılayabiliriz.
Peki, içinde huzur geçen kelime ile nasıl özdeşleşeceğiz?
Kavgaları, şiddeti ve öfkeyi uzaklaştırarak…
“Barış” ile birlik olup ona sonuna kadar inanırsak bütün niyetlerimiz gerçekleşir.
Artık yer değiştirme zamanımız geldi, “ters kelimeler” bizi terk edip, “yapıcı” kelimeler gelmeli!
Çıkarsızca pirüpak duygularla sevginin evine sığınmalıyız.
O ev bizi bekliyor, zira hiçbir zaman bizi dışlamaz, yeter ki biz onu dışlamayalım.
“İnanç” içimizdeki bize hizmet eden bir hizmetkardır.
İnanmayı bırakmadığımız zaman, er ya da geç bazı şeyler mümkün olur hayatımızda…
“Olmuyor ama olmuyor bir türlü” cümlesini zikrettiğinizi duyar gibi olsam da, zamanı geldiğinde taşlar yerine oturacak, isteseniz de durduramazsınız!
Tercihiniz ya “evet” ya da “hayır” olur.
O mutlaka size uğrar ama eğer onu sürekli kovmazsanız.
Şans verin, şans verin ki şansınız artsın.
Bazen akışın tersine gitmek hayatınızdaki diğer akışın bozulmasına sebebiyet verebilir.
Ne tarz güzelliklerin bize geleceğini hiçbir zaman bilemeyiz, o nedenle kabule geçmek önemli…
Gün doğmadan başka şeyler doğabilir, “doğsun” deyin ve bekleyin.
1 /