zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

cisi gelen sanat tarihcisi
Piyano festivali için gelen insanların dışarıdan seslerini duyabiliyordum, polis sirenleri benim için çalıyordu.

Eski ve yeterince pis kokan bir piyanonun altına cenin pozisyonunda uzanmıştım, yerdeki kırmızı halının bana çağrışımı farklı şeyler oluyordu.
Ama neyse ki, içinde bulunduğum durum, bana bir kitabı hatırlatıyor.


"Sevgili Casaubon.." demişti, Belbo.
Ben de bir keresinde sarkacı görmüştüm...
Gözlerimi kapatıp Sarkacı hayal etmeye başladım, Notarikon ve Gematria hakkında tez yazacak kadar bilgiye sahiptim.
Artık ben de modern bir kabalacıydım!
Sahi, acaba kaçıncı sefirottaydım?


Hemen sol tarafımda bulunan açık cama koşup dışarı çıkma isteğime yenik düşüyorum, dışarı çıkmak beni bir nebze olsun rahatlatıyor çünkü polis sirenleri yok oluyor...
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...

Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.

Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...

Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.

Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.

Bir keresinde Othello'nun oynandığı bir tiyatronun en can alıcı yerinde ayağa kalkıp "MIZRAKSALLAYAN ASLINDA FRANCIS BACON'DI!" diye bağırmış ve tutuklanmıştım, insanların gerçeklere karşı bir alerjisi vardı. Şimdi gerçeği duymayı haketmediklerine karar verdim.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.

Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.

Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...

İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.

Onu koruyacaktım!

Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.

Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.

Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.

Bir fotoğrafta 2 Sophia...

Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.

Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!

Ben Yemenja'ydım.

Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!

Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.

Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!

Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.

"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!

Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.

Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.

"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.

Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!

Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.

Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?

Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.

Ama gerçek çok farklıydı.

Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.

Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?

Silahı başıma götürüyorum.

Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.

Ben Doğa ananın kızıyım.

Ben modern Simyacıyım.

Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!

Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
moviebird
Dünyaya geldiğinizde hiçbir şey göremiyor olmak nedir bilir misiniz?
Gerçekten tüm güzellikleri bir an hiç göremediğinizi düşünün
Düşündünüz mü?
-Evet, düşündük
-Peki, nasıl hissettiniz?
-Kelimeler kifayetsiz kaldı çünkü göremesek bile insanların ve nesnelerin varlığını ruhumuzla hissettik. Hatta görmüş kadar olduk! Demek ki nabzımız halen atıyormuş.
Hissetmek bazen görememekten daha baskınken; göremeyenlerin his duygusu ise tıpkı kopmayan bir halat kadar sağlam…
Tabi tüm bu aktarılanlar doğuştan göremeyenlerle ilgili.
Bizim asıl sorunumuz “görüp” de göremeyen ruh hali bozuk insanlar!
Onları ne yapacağız?
Acaba “geri dönüşüm kutusuna” mı göndersek?
Bana soruyorlar: “Göndermek kalıcı bir çözüm mü?” Hayır değil ama gören insanlara o kadar çok ihtiyaç var ki…
“Bakar kör” olan insanlar çoğu zaman kendi gölgelerini bile göremiyorlar. Kendi gölgelerini göremezsen nasıl görsünler çevrelerini değil mi?
Çok yazık ya!
Görmek ve görüleni analiz etmek vizyon genişliğini ifade eden önemli bir kavramdır.
Bu kavramın bilinmeyen tarafı ise ruhun özgür bırakılma eylemi…
Hiçbir zaman ruhu bir hücreye hapis edemezsiniz.
Çünkü;
“Ruhunuz, içinizdeki asıl gözlerinizdir. O gözler gizli kamera gibi sizi gözetler.”
“Ruhunuz her daim huzur bulmak ister”
“Ruhunuz ayna görevi görerek o yansımanızı size gösterir”
Ruhtur bu esirlikten hiç hoşlanmaz.
Esaretten kim hoşlanır ki?
Siz zaten kendinizi çoktan esir ettiniz bile…
At gözlüklerinizi atmadıkça pembe rengini siyah görmeniz muhtemel…
Hatırlatalım siyah rengi sadece negatif enerjiyi çeker.
Ve evrene ne gönderirseniz evren onu alır.
Alışverişinizi doğru yapın ki göremedikleriniz hissettiklerinizin yerine geçmesin.
Kıymetli bir altın gibi görmüyorsanız kendinizi yolun sonuna gelmişsiniz demektir.
Dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi gibi siz de tüm herkesin sizin ekseninizde dönmesini arzu ediyorsanız
GÖRÜN!
moviebird
Yüzünün Masumiyeti Düşmüş Umut Yaprağına…

Dünyaya gözlerini açan bir bebek gibi ne olacağını bilmeden gülücükler saçıyorum etrafa…

Masumiyetin krallığında daha yeni doğmuşum Naif duygular içinde çıpınan ufacık bir bebeğim…

Dünyadan habersiz bir şekilde anne şefkatiyle başbaşayım

Kimbilir belki de başım düşmüş yastığa mışıl mışıl uyuyorum

Kötülüklerden uzak bir şekilde…

Keşke hep o kadar ufak kalsam!

Başımın okşandığı o günleri o kadar çok özledim ki, anlatmak istesem kelimeler yetmez İnsanlık sevgiden o kadar yoksun ki…

Sevilmeyi özlemek, özlediğini sevmek gibisi yok

Gerçek sevgi uzaklaştıkça uzaklaştıkça uzaklaşıyor, neredeyse Ferhat misali dağları deldik

Bulabildik mi sevgiyi…?

Sanırım orası muamma…

Sevgiyi değil ama “ego”yu bulduk.

Biz de aslında sinema starları gibiyiz hergün egonun oyunları ile cebelleşip duruyoruz

Hey ego sana sesleniyorum: “Geliyorum yakında seni yenmeye ben senin en büyük düşmanınım”

Benim ufaklığıma bakmayın siz! İrade-cesaret-istek üçlüsü düşmanları yenmek için gayet yeterli

Seviyorum tüm kalbimle düşmanlarımı bile

Tüm dünyayı sevelim ve o da bizi sevsin

Arınalım egolarımızdan

Atalım maskelerimizi suya…

Zaten su onu götürecekltir ıraklara…

Kendine ait giysiyi giymeyip maske takmaya özenenler her geçen gün giderek artmakta

El ele verirsek belki yeneriz ne dersiniz…?

“Bir elin nesi var, iki elin sesi var” diyeceğimiz günler gelecek mi acaba…?

Umut yapraklarına soralım bir de;

-Umut yaprakları kurtaracakmısın bizi?

-Evet, kurtaracağım

Seni dört gözle bekliyoruz.
moviebird
Bazen hayatı tersten yaşamak düz yaşıyor olmaktan daha kârlıdır. Çünkü benim gibiler sadece gecelerin ıssızlığında üretebilenlerdir.O kadar alışmışım ki, gürültüsüz ortamlara; tıkırtı duydum mu tüm yazının ruhu bozulabiliyor.

Geceleri yelkenlerini açıp yol alan eser sahipleri, hedefi tam onikiden vurmak için yazının tam orta noktasına doğru atış yaparlar.

Beni sormanıza zaten gerek yok.

Her gece gemim, akıntıyla beraber gideceği yöne ulaşmaya çalışıyor. Limanda demirli kalmayan gemim sürekli hareket halinde anlayacağınız…

Bir okuyucum; “-Lütfen geminizi biraz dindendirin dedi.

” Ben de; “-Hayır olmaz” diye yanıt verdim. İyi de neden?

Çünkü “son durak” henüz gelmedi ve hiç gelmeyecek…

Ben gecelere mecburum, geceler de bana!

Çareyi gecelerde aramak ne denli mantıklı bilinmez ama benim için “geceler” tutkunu olduğum içimdeki yansımanın ta kendisi…

Sabahların soğukluğundan ve kalabalıklığındansa geceler sokakların tenha olduğu, trafiğin kesildiği anlardan biridir. O an, içimdeki tüm kapılar ardına kadar aralanır ve “üretim” içeri girer hem de bir daha hiç çıkmamak üzere…

Herkes uykusuna çekilmişken, ben yazar dururum. Sabah uykusundan uyananlar yazdıklarımla nahoş hallerini üzerinden atarlar. O esnada sanırım ruhum huzur buluyor.O kadar kolay işte…

Kendimle baş başa kaldığım anlarda boşa vakit geçirmektense, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak kodlamasını yaparım. İşe yarasa da yaramasa da yüreğimin derinliklerinde bir yerde ben varım!

Tüm bunlar işin olumlu tarafıyken hiç olumsuz etkenler yok mu? Elbette var.

Geceler her daim karanlıktır. Bazen o karanlık sizi iyice boğar. Boğazınızda sizi boğmak isteyen bir el hisseder ve karşı koyamazsınız. Bir bakmışsınız karanlığın içinde can vermişsiniz.

Karanlık henüz bana dişlerini geçiremedi. Tabiri caizse; karanlık tıpkı bilinçaltımın ücra köşelerinde yer alan bir virüs…

Zehrini bana bulaştırmaya çalışıyor ben ise “başaramayacaksın!” deyip baskın çıkıyorum.

Şınu unutmayın ki; bir yanım karanlığa diğer yanımsa aydınlığa bakıyor. Gece ve gündüzün kombinasyonu buna iyi bir örnek aslında.

Her zaman o kombinasyonda gece olan tarafım.

Aydınlığın beni tanımlayıp tanımlamadığını soranlar olmuştu geçenlerde. Aydınlık beni tanımlıyor ancak beni en iyi tanımlayan “iç dinginlik…”

O; olmazsa olmazlarımdan biridir. Zirâ gecelerin şafağında bir yüzü aya dönük diğer yüzü ise yıldızlara dönük oturanların sayısının çok olmasına karşın ay ışığı ve yıldızların parlaklığı ile yolunu bulan da bir o kadar az…

İşte bendeniz ta karşınızda duruyorum!
zeitgeist
yanlışı anlamak, ne yazık, iltifat değil.

herhangi bir başlangıcı sonundan başlatmak gibi kötü bir huyum vardır, sabırsız olmam değil mesele zaten sabırsız da değilim sadece oyalanmak hoşuma gitmiyor. hoşuma gitmeyen şeyleri yapmaya başladığımda var olanı değiştirmenin huzursuzluğu sarıyor her yanımı, boynumdan yukarıya ince bir acı dalgası ve huzursuz atan damarın titreşimi yükseliyor, yükseliyorum, ateşim çıkıyor, alnımı buzdan hücrelere hapsetmenin hesaplarına düşüyorum, aklımdan yol alıyor ve hatta ruhumdan, ne nasıl olacaksa ve ne olacaksa olsun eşiğini aşıyorum. tehlikeli bir hal alıyorum, aynada gördüğüm gözlerimden çekinip, o gözlerin bir yere değmemesi için çaba harcıyorum, yoruluyorum.

biletin yok: işte budur gerçek yolculuk.

herhangi bir toprak parçası üzerinde, herhangi bir zaman diliminde, ayağım ne kadar basmıyorsa toprağa o kadar süzülüp bir kapı önünde buluyorum kendimi. kapı açık, giriyorum, zemin dağılıyor, tavan çöküyor, bir çift göz bakıyor.. yolculuk ne zaman başladıysa o zaman bitirmiş oluyorum, yolda yürümekten değil, yola çıkmaktan imtina ediyorum. ihlallerden hoşlanmıyorum, ihlal ediyorum, herhangi bir sınır ne kadar aşılırsa ondan katre katre kehribar taneleri dökülüyor merkez noktasına, sınır nöbetçilerini vurup, işgal ediyorum. işgalciyim ben. kendinden azade bir işgalci, uslanmaz, korkmaz..

başımı çevirip size baktım.

ben zahmet etmedim, sen baktığım yerde oldun, dağıttık sonra, dağıldık ve parçalandık. herhangi bir sutre arkası bulabilsem, onu da dağıtır parçalardım, her şey görünür olduktan sonra tehlikenin önemi yok, hayatın, nefes almanın bir önemi yok hem zaten soluksuz ne kadar kalabileceğini bilmiyorsun, tedirginliğin önemi yok.

yaradana giderken anayoldan ayrılan, karanlık bir patika kadar güzeldiniz.

korkunç ince bir boyundan çektiğim koku ruhumu teslim aldı, teslim ol çağrılarına ateşle karşılık verdim, vücudumdan yüzlerce çekirdek çıkardılar, kimisi paslı kimisi geceden parlak, kanım akmadı, ölmedim ben zaten ölmeden çok önce ölmüştüm.

sen olacağı beklenen depremsin; çünkü içindeki fay hattı kırık.

canını yaktım, canın yandığında çıplaksın, sapkın düşlerimden daha çıplak, tenin bile yok, koca bir çatlaktan sızan, şaraptan daha koyu, mağrur, başına buyruk iki damla kanın emaneti üzerimde. ha iki damla yaş ha iki damla kan ikisinin de geldiği yer aynı. düzensiz ritimlerin var, hangi heyecan patlatır damarlarını, korkudan daha büyük, deliyle el ele, tutunduğun her yer sallanıyor, düzensiz ritimlerin var, önce elimde sonra yüzümde hissettiğim. bir çift düzensiz ruhuz o kadar.

keskin bir bedenin var, daha dokunmadan ellerimi yaralıyor.

bir süreliğine önce ruhun, biraz bedenin, biraz da göz kapakların titriyor ve sonra alışıyorsun, zaten seviyorsan üşümeyi, zaten hastasıysan donmanın, kalıyorsun orada, adımlarınla terk edeceğin ana kadar. odada kaldım çıkamıyorum, kaç bin adım attıysam yine aynı yerdeyim, kaç bin yıl geçtiği mesele değil zaman yalan, zaman yok..

bir ayyaşın dediği gibi: "çok içmek değil, içtikten sonra ayakta kabilmek muamma"

hadi sarhoş olup ayakta kalalım.
monster degree
(bkz:#57794)

O soruyu sordum ve cevap... bingo!
Herkese benden birer dört pump simple şuruplu grande non-fat misto!
(Halay başı hissediyor.)

Monster kızım, sen harikasın. Resmen dünyaya düşen eşsiz bir kar tanesisin. Kıymetini sen eridikten sonra anlayacaklara ise kafan girsin! İhihi.
quares
bu toprakların insanları madenlerde, tarlalarda ve konfeksiyonlarda sabah akşam demeden sırf 800 tl kazanabilmek için çalışıyor! çoğunun sigortası yok, çoğu önümüzde ki kışı nasıl geçiririz diye düşünüyor. çoğu çocuklarını okula gönderemiyor, ha gönderdi diyelim bu seferde o çocuğa devlet yurt vermiyor, ve o çocuklar açılması yasak olan tarikat yurtlarında kalıyorlar! açılması yasak olduğundan hiçbir allahın kulu gelip de denetlemiyor! sırf bu yüzden aladağ'da 12 çocuk öldü! sırf bu yüzden kütahya'da bir çocuğun eli koptu! sırf bu yüzden karaman'da 40 erkek öğrenciye tecavüz edildi ve devlet tarafindan yapılan açıklama da 1 kereden bir şey olmaz denilerek üstü örtüldü! ve daha haberdar olamadığımız onlarca haber var!

Yani lafı fazla uzatmak istemiyorum da 100 lira asgari ücret zammını bu ülkenin emekçi insanından hor görüpte haram para içinde yüzenler! o çok inandığınız ahiret günü geldiği zaman o çok sıfırlı banka hesaplarınız sizi kurtaramaz! Veyahut o saatlerinizle zamanı durduramazsınız!

Allah adaleti emreder! (nahl suresi 90.ayet)
quares
karalama defterim 2

Kafasının içinde ki şeyleri düşünmek istemiyordu, çoğu zaman başarılı olamıyordu bu konuda, zaten hayatının büyük çoğunluğu sinir krizleriyle geçmişti. kimseye bir şey anlatmıyor, kendi kurduğu olayları kendi kafasında yaşıyordu. zamanın da uyuşturucu ve bir sürü kafa yapıcı ilaç içmişti ama hiçbiri 21.yy insanın yaptıklarını unutturmaya yetmemişti. zamanın da ailesi tarafından götürüldügü psikologa saldırdığı aklına geldi, yataktan kalktı, bir kaç not alıp, uzun uzun notlara baktıktan sonra, yazdığı her şeyi şömineye attı. o alevleri izlerken aldığı haz yüzünde tebessüm oluşmasına neden oluyordu. dünya da onu gülerken gören kimse yoktu, karşısında duran şömineden başka.

kendi iç sesiyle konuşurdu, sürekli bir sorgulama halindeydi. hayatta her şeyi sorgulamasını ona babası söylemişti. zaten insanlardan kendisini soyutlamasıda babasının verdiği öğütler çok etkili olmuştu. 21.yy insanın girdiği pislik çukurundan kendisini çıkarmaya çabalasada başaramamıştı lakin çukurda kaçıcak boşluklar buldukça en derine ilerlemeyi sürdürüyordu. bazen hızlıca gelen tranvay yoluna atlamak istese de buna cesaret edememişti. hem gerizekalı bir televizyoncu çıkıpta sevdiği kız yüzünden intihar etti derse bu onun hayatında ki en büyük çaresizliği olurdu. çünkü o, intiharı ancak ve ancak kendisi için yapardı, 21.yy insanları gibi ego doluydu. hayatta kimseyi sevmemişti zaten, çok küçük yaşlarda insanlardan soyutlamıştı kendini. kendisine kaçıcak yol olarak yazı yazmayı bulmuştu ve yazılarını kimseyle paylaşmıyordu. insanlara iyiliği dokunsun istemiyordu, belki bu yazılar sayesinde bir kaç kişinin hayatı değişir ve güzelleşir diye düşündü ve yazılarının üzerine hiç düşünmeden sigarasını atıp yaktı. bencil biriydi. ve inanın bana bu insanlardı onu bu bencilliğe sürüklüyen...
quares
karalama defterim 1

tam bir deliydi, hayatının 3/2'sini bu duvarları solmuş pansiyonda geçirdi. her sigarasını yaktığında buraya geldiği günü anımsayıp gurur duyuyordu. pansiyonda kimseyle konuşmamıştı, dışarda da herhangi bi akrabası yoktu. adının ne olduğunu bile kimse bilmiyordu. insanlarla göz göze gelmiyor sürekli yere bakarak yürüyordu. pansiyondan hiç dışarı çıkmamıştı. sigara ve gazete almak için 2 günde bi köşede ki büfeye gidip 2 gün içinde çıkan tüm gazeteleri alıyordu, odasının her yerinde gazete tepeleri vardı, her gazete satırını büyük bir dikkatle okur, ufak ufak kağıtlara notlar alırdı. şu hayatta sadece aldığı notlara bakınca gülüyordu, o notlarıda çok geçmeden odada ki eskimiş şömineye atıyor ve büyük bir keyifle yok olmalarını izliyordu, hayallerini yakmanın, hayallerinden vazgeçmenin büyük mutluluğunu yaşıyordu o şömineye bakarken. yıllar önce o şömine tarafından zehirlense bile en yakın arkadaşı o şömineydi. zehirlenince ansızın ölmek istemişsede başarılı olamamıştı, otel resepsiyonu onu o gazete dolu odadan çıkarmayı başarmıştı. onun kaderinde yaşamak vardı. bazen kadere inanıp inanmadığını sorguluyordu, küçükken az bir zaman inanmıştı lakin hayatının o bölümünde de mutlu olmadığı aklına geldi. mutlu olmak insanın hayatta tek amacı mı? dedi. bu soruya bir cevap bulamadı, ve odasının bir köşesinde duran su kaplumbagası dikkatini çekti. o, bu kavonazda yaşamaktan mutlumu diye düşündü, kendini o su kaplumbagasıyla özdeştirmişti. tekrar bi sigara yaktı, elinde tutuğu gazeteleri dikkatle okumaya başladı. sigarasını bitirdi, kurumuş elleriyle sigarasını söndürüp çöpe attı. yatağın üzerinde ki gazateleri büyük bir dikkatle kenara koyup, düşünmeye başladı. tam olarak hangi konuya odaklanacağını kendisi bile bilmiyordu. nefesinde ki hırıltıyı fark etti, yıllar önce annesiyle hastahaneye gittiği günleri hatırladı.
oblomov
Nicola Tesla dahi aydınlatamadı içimizdeki karanlığı. Yüzümüz güneşe asırlar boyu baksa da, karanlıklar, gölgesinde olacak yüz çizgilerimizin. Ve bir gün insanlığın sonunu getirecek olan o incecik çizgilerden şaha kalkacak tüm ruhumuzla. Yüz dönerken bizden olmayanın acısına kederine yok oluşuna, yüzümüz olmayacak sıra bize geldiğinde dönüp bir derman dilemeye. Sustuklarımızla büyüyoruz, söylediklerimizle batıyoruz adım adım derinine insan olmayan yanımızın. Aydınlık; karanlığın gölgesiz yanı. Oysa biz saatin kadranları gibiyiz . Ne zamandır eşref saatimiz ya da kaç km hızla koşuyoruz iyinin önünde arkasında yanında. Bilim çağında yaşayan gözleri bağlı yarış atları gibiyiz. Dipsiz bir kuyuda aynı istikamette öyle hızlı koşuyoruz ki, arpa boyundan fazlasına razıyız. Yaşamak için gerekli olan neyse ihtiyacımız, fazlası olmalı hep yan cebimizde. El atmalıyız bizde olmayan ne varsa. Bize ait olmayan her şeyden mutlaka bizim de payımıza düşmeli bir şeyler, çünkü karanlık, doyumsuz bir karanlık, büyütüyoruz çizgilerinde aydınlık yüzümüzün, yüreğimizin, insanlığımızın.
indim derelerine
Şener Şen'in eski filmlerini seyrettim bugün. Böyle 20-25 yıllık olanları filan.
Yaşadığım yerleri gördüm , eskiden benim de oralarda olduğum hallerini.
özlemişim , bir kez daha farkettim.
Hayat beni nasıl bir yere götürüyor bilemiyorum. Nerede yaşayacağımı bile bilmiyorum.
Tek bildiğim şey özlemişim. Arkadaşlarımı , çocukluğumu , eski kız arkadaşlarımı , kaybettiklerimi.
Yarını bilememek zormuş.
ontolojik sancilarimin merhemi
Kimsenin bilmediği ve bilemeyeceği her şeyi taşıyoruz gövdemizde köpüre köpüre. İşte göğsümüzdeki bu boşluğu kızgın bir lav gibi yakıp kavuran bu his. Kaç parçaya ayrıldığını bilmeyen bir yıldızın yağmuru bu ortaya saçılan, ne olduğunu bilmediğimiz renkler..

Bilsem unuturdum bütün renkleri, Bütün hatırlamaları bırakırdım ayak ucuna, kendimi bırakır sen olurdum. Ve hiçbir sesle anlatılamazdı unutmanın sessizliği. Unutmak tahmin edilemez ve bilinmez olan her şeyi saklar gövdesinde.
ontolojik sancilarimin merhemi
İçimde bir süredir dört kişi var. Bitmek üzere resimleri ve maalesef bir şeye benzemeyen Bu saatten sonra bu kadar karanlığa, acıya çirkinleşmeye hastanlanmışlığa Bulaşmış resmin geri döner yanı olmayan. Diğeri tuvali bir kaç yerinden bıçaklamış.. Öteki bezi gezdirip büyütecek ne varsa doldurmuş içine. Bir diğeri büyüyen bedenine yeni resimler aramış Ya da patlatacaktı kendini Giderayak kimin tuvaline sıçrardı ki patlayan Parçaları bu denli yalnız birinin ?
ontolojik sancilarimin merhemi
duyamıyorum titrek sesimden başkasını. tenime değen bakışlar üşütüyor, soğuk. ellerimden uçan kuşun ardından bakıyorum. götürüyor sanki göğsündeki yorgun çarpıntıyı. gözyaşlarım bile birleşmiyor yüzümde. onlar da ayrı yollarda, düşüşteki yetimler. kokusunu kaybetmiş mahzun bir çiçeğin. bir esintiye olan hasretinden gelen sitem, sarıyor bir battaniye gibi solgun ruhumu. ısınmaya çalışıyorum boşlukta içim sarhoş. takatim yok ki kalbimi harekete geçirmeye. belki duyarım sesini, kaybolurum ritmde. yitirilmiş olanların uzun listesini okurum. insanlardan birer parça bulma umuduyla. görünmez bir kimseyim kendi halimde. paylaşıp yok edemediğim kara yalnızlıkla..
ihtiras limani
girilmez alanlarına çarpmadan manevralarla dolaşıyorum hayatın yollarında. güneş bahçesi bildiğim yerler girişi kapatılmış karanlık mağaralara dönüyor bazen. bir bakıyorsun bir eski anı artık yok. bir bakıyorsun sevdiğin eldivenlerle tutuyor ellerini. bir bakıyorsun yüzünde garip bir maske. çekip almak ardını görmek istiyorsun bir boşluk kalıyor ardında. bir bakıyorsun kendini batan bir gemide hala keman çalan aptal bir mürettebat olarak buluyorsun. bir bakıyorsun ölüm sancısı çeken bir ruhun dudaklarını öpme derdine düşecek kadar bencilsin. bir bakıyorsun senin olan seni kapının dışında bırakmış. bir bakıyorsun kırıp girdiğin kapının ardında kimsecikler kalmamış. bir el uzatıyorsun kor bir demire yapışmış buluyorsun kendini. bir bakıyorsun bir ekim günü mor gözyaşı yağışı altında hava. bakmak istemiyorsun, ama ruhun ayçiçeği gibi hep o yönde.
gunese vurgun kardanadam
sadece ölüyorum, ötesi yok inan

gece yarısı ayazlar üç-beş devriyesini atmakta yine. sensiz geçen bir günü yine sensiz gecelere kendi ellerimle gömüyorum.
sen yokken anlamı yok baharların artık
anlamı yok çekilen onca acıların. anlamı yok sensizliğin.. sen yoksun sadece.. sadece yok..
yoksun sadece yok.. bu kadar basit olmamalıydı ölmelerim, bu kadar çabuk, bu kadar erken solmamalıydı çiceklerim. artık ne sesin yankılıyor sokaklarımda, ne de varlığın geziniyor damarlarımda.. sadece yokluğun kanıyor dudaklarımın ucunda.. sadece suskunluğum can veriyor ayak uçlarında.
sadece ölüyorum yokluğunda..
sadece ölüyorum, ötesi yok...
yokluğunda yüreğimin duvarlarına çerçevelenmiş hatıralarına bakıp bakıp sensizliğini dinliyorum. sonra da suskunluğuna diz çöküp yalnızlığını demliyorum. yoksun, her gece gözlerimde kanıyor senli hatıralar. uykular firarda. karanlığı örtüp üzerime seni anıyorum kırık dökük kelimelerimle. sancılara girdap gönlümle adını sayıklıyorum ardı ardına. yavaş yavaş boğuluyorum . yavaş yavaş dibe çekiliyorum..yoksun, gözyaşları biriktiriyorum avuçlarımda. yoksun, mürekkebimden sızıyor kan rengi kelimeler. bendeki adın hala bir ömür ile anılırken, kim bilir ölümsüz sevdam senin ayak uçlarında son nefesini vermekte.. canım acıyor sevgili. puslu bir havada vurulur, olduğun yere yığılırsın ya hani.. işte gittiğin gün yalnızlığın mıhlandı alnımın ortasına. gittiğin gün dudaklarıma mühürlendi adın…. şimdi yoksun ama ne geçmişimize gömüyorum seni ne de sensizliğine pes ediyorum. çünkü; ben seni “ sensizlikte “ bile ömür boyu bekleyecek kadar seviyorum..

farkındayım; bir ömür uzaktasın bana. şimdi hangi mevsimin hangi baharını yaşamaktasın? hangi rüzgarın koynunda yaralarını sarmaktasın?. bilemiyorum ve bilmekte istemiyorum. bildiğim tek şey var; sen hala bendesin. sendeki beni öldürsen de, sen hala damarlarımda gezinen alyuvar sıcaklığında bana gülümsemektesin.

yalın ayak yürüyorum dikenlerin üzerinde. acılarımı acılarınla devşiriyorum.. ilelebed yaşamaktan gurur duyduğum gözyaşlarından bir sonbahar günü sıcak gülüşlerine taşınıyorum. anla sevgili. yalnızlığın dururken kapımda , kan bürümüş çığlıklarımı satıyorum ayazlara.. karşılığında sadece senin bensiz de mutlu olduğunun haberlerini istiyorum. bensiz uzaklarda mutlu olman benim yaşama sebebim sevgili.. son sözüm; her zaman gülümse ne olur. acılarına kefil olmuşken ne olur gülümse hayata.. gülüşlerin mutluluklara adanmışken sen her zaman hayatı sev. ve hiçbir zaman ağlama sevgili. çünkü; mutlulukların, yaşama sebebim iken; gözyaşların bedenimin örtüldüğü kefen olur….

yokluğun kanar dudaklarımda, sonra suskunluğun ölüm yazar yüreğime..kimliksiz rüzgarlara bel bükerim. çünkü, sen yoksun yanımda..isyanlara bilenirim yalnızlığın kanayan yüzünde. sen yoksundur artık, her gece karanlığa bürünür. her yağmur sonrası gülüşlerin takılır göz ucuma. gökten tel tel senin yağmanı dilesem de iliklerime kadar yalnızlığınla ıslanırım

seninle başladı yüreğime kilit vurup ölüme susmalarım..pervasız fırtınalara yenik düşer yalnızlığım. evlat edinirim karanlıkları sensizliğin mateminde. sensiz baktığım dipsiz kuyuyu andırır bana. bak görüyor musun gri tonlar giydirilmiş hüzünler çizilmekte ömrüme. artık her rüzgar yalnızlığı çarpıyor yüzüme. her dalga karanlığı….sen gittin içimdeki aşkı, yüreğimdeki canı kaybettim…sensiz geçen her gece ömür defterinden düşüyorum.

bir gün sensiz ölmenin acısını bırakacağım satırlara.. tabutum olacak
gözbebeklerinden düşen gözyaşın. kefenim olacak susmaların. şimdi varlığın kepenklerini indirip sensizliğinde uyumaya gidiyorum. ve sabah kalktığımda değişten bir şey olmayacak.. her zaman ki acılar düşecek paydalarıma..uyandığımda perdelerime hep yokluğun doğacak tıpkı gecelerimin alnına yalnızlığın soğuk çığlıkları örtüldüğü gibi..yoksun işte.. canım acıyor sadece. neden diye sorma.. sadece yoksun. soluyor taze baharlarım.. sebep arama ne olur. sadece yokluğun ile varlığın arasında yavaş yavaş ölüyorum; ötesi yok inan.
(alıntı)
singur
Yalnız yaşamaya, her işi kendim görmeye, Sevinçleri, başarı ve başarısızlıkları, keder ve hüzünleri her duyguyu kendi kendime yaşamaya o kadar alışmışım ki, biri zor zamanlarımda yanımda olmaya çalıştığında bunu kendi acizligim olarak görüyorum ve istemiyorum. Ben Sevinçlerimi paylaşayım istiyorum. Birine anlatayım ve o da bu sevinçe ortak olsun. Şu zamanda birinin sevincine ortak olmak kederine ortak olmaktan daha değerli.
ontolojik sancilarimin merhemi
Yıkıma yönelmiş yaşamım bölük pörçük. olacak, olduracak, dolduracak hiçbir şey yok. tam ya da tamam olma duygusu yok. resimler de artık akla bir şey getirmiyor. dürtmüyor, işaret etmiyorlar. zor mu dersin artık ''yeniden güçlü, yapabilir olmak? bunun için nasıl da tersine çevirmen gerek yaşam yönelimlerini. sen tamamiyle boş vermeye karar vermişken geldi o. bütün yönelimini değiştirmek için. nasıl da zor bu! ama nasıl da güzel yeniden canlanmak, yaşamın toz tutmuş hayallerini silkeleyip bahar güneşine çıkarmak. kendine yeniden bir yıldız çizip gökyüzü haritanı yeniden çıkarmaya girişmek. çıkmak ve çıkarmak yeniden.'' mümkün mü?
2 /