Piyano festivali için gelen insanların dışarıdan seslerini duyabiliyordum, polis sirenleri benim için çalıyordu.
Eski ve yeterince pis kokan bir piyanonun altına cenin pozisyonunda uzanmıştım, yerdeki kırmızı halının bana çağrışımı farklı şeyler oluyordu.
Ama neyse ki, içinde bulunduğum durum, bana bir kitabı hatırlatıyor.
"Sevgili Casaubon.." demişti, Belbo.
Ben de bir keresinde sarkacı görmüştüm...
Gözlerimi kapatıp Sarkacı hayal etmeye başladım, Notarikon ve Gematria hakkında tez yazacak kadar bilgiye sahiptim.
Artık ben de modern bir kabalacıydım!
Sahi, acaba kaçıncı sefirottaydım?
Hemen sol tarafımda bulunan açık cama koşup dışarı çıkma isteğime yenik düşüyorum, dışarı çıkmak beni bir nebze olsun rahatlatıyor çünkü polis sirenleri yok oluyor...
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...
Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...
Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
Bir keresinde Othello'nun oynandığı bir tiyatronun en can alıcı yerinde ayağa kalkıp "MIZRAKSALLAYAN ASLINDA FRANCIS BACON'DI!" diye bağırmış ve tutuklanmıştım, insanların gerçeklere karşı bir alerjisi vardı. Şimdi gerçeği duymayı haketmediklerine karar verdim.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.
Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.
Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...
İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
Onu koruyacaktım!
Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
Bir fotoğrafta 2 Sophia...
Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.
Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!
Ben Yemenja'ydım.
Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!
Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!
Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!
Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?
Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.
Ama gerçek çok farklıydı.
Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
Silahı başıma götürüyorum.
Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
Ben Doğa ananın kızıyım.
Ben modern Simyacıyım.
Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.
Eski ve yeterince pis kokan bir piyanonun altına cenin pozisyonunda uzanmıştım, yerdeki kırmızı halının bana çağrışımı farklı şeyler oluyordu.
Ama neyse ki, içinde bulunduğum durum, bana bir kitabı hatırlatıyor.
"Sevgili Casaubon.." demişti, Belbo.
Ben de bir keresinde sarkacı görmüştüm...
Gözlerimi kapatıp Sarkacı hayal etmeye başladım, Notarikon ve Gematria hakkında tez yazacak kadar bilgiye sahiptim.
Artık ben de modern bir kabalacıydım!
Sahi, acaba kaçıncı sefirottaydım?
Hemen sol tarafımda bulunan açık cama koşup dışarı çıkma isteğime yenik düşüyorum, dışarı çıkmak beni bir nebze olsun rahatlatıyor çünkü polis sirenleri yok oluyor...
Ben doğa ananın kızıyım.
Ben insanlığın kurtarıcısıyım...
Washington anıtını görebiliyordum artık, kaç dakikadır koştuğumu bilmiyordum... Ama o anıtı yakından görmem gerekiyordu.
George Washington anısına yapılan bu Mısır obeliskine benzer yapının elbette benim yaptıklarımla hiçbir alakası yoktu, çünkü o küçüklükten beri görmek istediğim tek şeydi...
Çünkü görebileceğimin çoğunu görebilmiştim.
Floransa doğumluydum. Kırmızı kiremitlerin koca bir deniz olduğu, Dante'nin, Botticelli ve elbette Donatello gibi Doğa ananın oğullarının şehrindeydim.
Elbette, ben de Doğa ananın kızıydım. Onların, bugün için eserlerine gizledikleri o gizleri çözmüş ve yıllarca sapkınlıkla nitelendirilmiş o Simyacıların Felsefe taşını bulmuştum. Hem ne demişti Da Vinci? "Torunlar! Gelecek için eserlerime bakın!" Bizler torunlardık. Felsefe taşını arayan Torunlar...
Dün elimdeydi. Felsefe taşı, bugünse insanlığı kurtaracaktı.
Zamanım kalmamıştı, anıtın önünden koşarken havuza düşmemek için fazla çaba harcamam gerekiyordu.
Bir keresinde Othello'nun oynandığı bir tiyatronun en can alıcı yerinde ayağa kalkıp "MIZRAKSALLAYAN ASLINDA FRANCIS BACON'DI!" diye bağırmış ve tutuklanmıştım, insanların gerçeklere karşı bir alerjisi vardı. Şimdi gerçeği duymayı haketmediklerine karar verdim.
Arkamda beni kovalayan onlarca polis ve bu büyük sırrı, kendi inançlarının devamı için saklamaya ant içmiş modern engizisyoncular vardı.
Ama Beni yakalayamayacaklardı.
Kıyamet yaklaşıyordu, İncil'e göre tomarı açacak ve içeriğine bakacak Davut'un köküydüm ben, Kuran'a göreyse Sura üfleyen İsrafil!
Kabalacılara korkunç bir haberim vardı! Gematria, Notarikon ve Temurah onları tanrılarına götürmeyecekti. Ama isterseler bana Metatron gözüyle bakabilirlerdi.
Ben Oxala'ya inanıyordum, inancım, tek tanrılı inancı yenecekti.
Kurtuluşa çok az kalmıştı, işte bunun adı kıyametti...
İsa için Sacre- Coeur demişlerdi, insanlığa duyduğu sevgiden dolayı kutsal yürek anlamını taşıyordu bu.
Üzgünüm, çünkü insanlar işin aslını kavradıklarında, aşkı ve güzelliği koruyan Tanrıça o adı devralacaktı.
Ben Afrodit'tim, Venüs'tüm, ve yaşadığım dünyam benim aşkım, güzelliğimdi.
Onu koruyacaktım!
Şimdi tapınakçıların neden öldürüldüklerini anlıyordum, 13 Ekim 1307, yani, o korkunç 13.Cuma, nasıl yakıldıklarını düşünüyordum. Onlar, benim bulduğum şeyi bulmuşlardı, Süleyman Mabedinde.
Farkında olmadan, belki de bir ilke imza atıyordum.
Ben bir tapınak şovalyesiydim, yetersiz fiziğim ve katı düşüncelerimle, ilk kadın tapınak şovalyesi.
Anıtın önüne gelmiştim artık, koca görkemiyle, masonik simgelerle dolu bu anıt beni öyle güzel karşılıyordu ki, gözlerimi karartıyordu.
Yanımda, küçük, benim gibi sarışın bir kıza, annesi "Sophia! Gülümse!" diyordu.
Küçük Sophia'nın bu fotoğrafında ben de farkında olmadan çıkacaktım ve o fotoğraf yıllar içinde birkaç milyona satılacaktı.
Bir fotoğrafta 2 Sophia...
Benim de adım Sophia'ydı, anlamı Öte dünyada yargıç rolüne üstlenecek ışık bakiresiydi.
Yaptıklarıma ne kadar da uyumluydu, değil mi?
Karşımda duran bu çakma mısır obeliski, aklıma Horus'un gözünün yerine koyduğu yılanı, yani Uraeus'u getiriyor.
Güneş Tanrı Horus ve Karanlık Tanrı Seth arasında kavgalardan birisinde, Seth, Horusun gözünü çıkarıyor. Horus da, işe bakın ki Seth'in erkeklik organını koparıyor...
Sonrasında Tanrı Tot, ikisini de yargılıyor, ve bu yargı sonunda Horus'un gözünü geri alıp babası Osiris'e veriyor.
Gözünün yerine de yılan Uraeus'u koyuyor.
Mısır firavunlarının egemenlik simgesi.
Belki de Uraeus'tum ben. Ama hayır!
Ben Yemenja'ydım.
Umbanda tapımında en önemli tanrıçaydım, değil mi? Oxala'nın kızıydım, tüm Orixa'ların annesi!
Çok yakında karanlık türümelerin ve kötücül güçlerin krallığının karanlık biçimi Kelippot kırılacaktı.
O deniz kabuğunu çatırdatacak ve yok edecektim.
Sonrasında ortaya ne mi çıkacaktı?
Botticelli'nin, istiridyesinden çıkan Venüs!
Beni hayallerimden kopartan yine bir insan oluyor.
"Sophia! Kıpırdama!" diye bağırıyor, BBC'de program yapmaya uygun ses tonuna sahip bir polis.
Arkamı döndüğümde bana silah doğrulttuğunu fark ediyorum.
Beni öldürebilir, ama bu beni ölümsüz yapar!
Yanımdaki aile, doğrultulan bir adet silah yüzünden korkuyla kaçıyor.
Birkaç gün içinde haber manşetlerini devralacak bu kadına keşke daha fazla yaklaşabilseydim diyecekler.
"Tabloyu nereye koydun!" diye soruyor. "Sana zarar vermek istemiyoruz!" diye bağırıyor.
"İsa'nın vaftizi'ni mi?" diye soruyla karşılık veriyorum, "Hani, şu Verrocchio'nun eseri, Da Vinci'nin yardım ettiği?"
"Tablo nerede!" diye soruyor tekrar dişlerini sıkarak, haksız da sayılmaz, sakin bir pazarını koşuşturmacaya çevirmiştim.
"En son Uffizi Galerisindeydi?" diye cevap veriyorum, "Ah Doğru ya! Onu çaldım!" diyorum, ve ardından insanların bana aptal Mona Lisa gülüşü dedikleri o gülüşü yapıştırıyorum yüzüme.
O gülüş, çok şey biliyorum gülüşüydü. İnsanlar hiçbir şey bilmediğimi düşündü yıllarca.
Ama ben Felsefe taşını bulmuştum işte, hem de elementleri birbirlerine karıştırmadan! O zaten yaratılmıştı!
Sonrasındaysa hızlı davranıp sağ tarafa, ağaçlık bölgeye koşmaya başlıyorum, arkamdan 3 el silah sesi duymam beni daha fazla güldürüyor, çünkü Ulusal Park Hizmeti için görev yapan bu çakma polislerin silahlarla arası hiç olmamış, daha çok görüntülerine dikkat etmişlerdir.
Ne kadar da Carabinieri'leri hatırlatıyor, değil mi?
Ormanlık alana girdiğimde, dün yağan yağmur yüzünden toprakta koşmam çok zor hale gelmeye başlıyor.
Evet, İsa'nın Vaftizini çalmıştım, çünkü ilk giz oydu.
Başmelek, İsa'nın sol tarafına bakıyor ve izleyicilere onlara katılmasını istiyormuş gibi bir anlam yüklemişti, Entelektüel sanat eleştiricileri.
Ama gerçek çok farklıydı.
Başmelek, İsa'ya, yani tek tanrılı inanca yüz çeviriyordu.
Biraz daha ilerledim. Artık zamanı gelmişti, yoksa yakalanabilirdim. Polis sirenleri yakınıma gelmiş, korkunç derecede başımı döndürmeye başlamıştı.
Elimi belimdeki silaha götürüyorum, silahı elime alıyorum.
Nasıl oluyor da bu kadar küçük bir şey bu kadar ağır olabiliyor ki?
Silahı başıma götürüyorum.
Ağır amerikan aksanına alışık olmadığım için, artık "Bu taraftan!" gibi cümleleri duymam beni korkutmaya başlıyor.
Ben Doğa ananın kızıyım.
Ben modern Simyacıyım.
Ben Yemenjayım.
Ben Sibilla kitaplarını yazan kehanetçiyim!
Ve sonrasında, silahımı ateşliyorum.