zengin sözlük yazarlarının karalama defteri

nalbantyani bezirgan
"Durup dururken gelen ağlama isteği"

Aslında hiç de öyle bir şey yok. Sade kendimizi kandırıyoruz. İnsan öylesine kolay görmezden gelebiliyor ki gezerken zihninin sığ sularında, en derinlerinden gelen çığlıkları duyamıyor çoğu zaman.

Yalnız "sevmek" adı altında kurulurken sömürge imparatorlukları alevler içinde yanmış kömür koru yüreklere, hiç farkına varmadığı yalanlar insanın, gerçekliğin üstüne çiçekli battaniyeler sermekte.

İnanıp inanmamak dahi benim elimde derken kaybettiklerinin bilincinde olmayan insan,
Artık göz göre göre bile değil, oldu bittiyle geçirmekte ömrünü.
acilin ben doktorum
sen yapamazsın olmazcılar, senden dinledikten sonra yok abi bu da olmaz diyip de kendileri bak ben buldumcular (bu kadar uzun olacağını sanmıyordum) bir yandan sadece kendi dedikleri olsun kafası yaşayanlar, her boku ben biliyorumcular ... kafa çok dolu. ne kadar sorunlu insan az olunca o kadar iyi olduğunu bizzat test ettim.
indim derelerine
Herkesin işini gördükten sonra , o kişilerin ya sen bunu yaptın sağol ama nasıl altından kalkacaksın demeleri biraz düşündükten sonra canımı yakıyor. Hakikaten de öyle " nasıl altından kalkacağım"
acilin ben doktorum
son dört senedir sıkılıyorum, bir suru devamli kendilerine ilgi, maharet veya hüner iste isteyen insanlar var. bunlar kisinin kendisini gelistirmesi veya kendi ilgilendigi islere olan yatkinlikla oldugunu anlayamiyor. ne gorse kopyalamaya calisiyorlar. ben, benim. benden baska bir tane daha yok ama insanlar benim gibi olmak istiyor. fazla mi neşe saciyorum etrafa tam olarak bunu da bilemedim (öyle ama öyle) içimdeki fırtınalari kavanozlara dolduruyorum. bir de tam denizi gorsem, hepsini atacagim ama denize de yazik olur.

kendi kendimi "bu dunya soguyacak daha" diye avutuyorum. bu gecenin de karalamasi boyle.
kaptonur
Vedaların ve umudun aynı anda yaşandığı bir günün kıstası;

Vedalar üzer insanı... her defasında çizik atar yüreklere ve insanın tek gerçek kimliği olan bakışlarına. Dönüp bakıldığında veda edilen şeylere bakışları biraz daha kısılır insanın, sonra biraz daha kısılır, biraz daha taki son nefesine veda ettiğinde tamamen kapanana kadar. Peki son nefese dek kısılan gözler nasıl görür bu dünyayı? İlkokulda öğretmenim bana "daha iyi görmek istiyorsan gözlerini kıs" demişti. O zamanlar anlamamıştım gözlerimi kısmıştım hemen ama kirpiklerimin karanlığını görmüştüm sadece. Şimdi ilkokul öğretmenimi daha iyi anlıyorum. Hayat vedalardaki göz kısılmalarıyla öğreniliyormuş. Her vedama dönüp baktığımda kısıyorum gözlerimi ve şu soruyu soruyorum kendime 'ben doğru bir insan oldum mu?'. Eğer bu sorunun cevabını insanların gözlerinde görüyorsanız 'evet ben doğru bir insanım' diyebilirsiniz kendinize çünkü veda tek taraflı değildir. Onların kısılmış olan gözlerindeki parıltıyı görürseniz işte siz yenilmez bir adamsınızdır artık. Şimdi bir çift göz var görmeye çalıştığım. içinde parlayan yıldızların olduğu ben de burdayım evrenindeyim dediği. Gidiyorum işte o gözlere doğru kim ne derse desin! bu sefer gözlerim biraz daha kısılmayacak!... evrenimdeki yıldızlardan diğer yıldızlara uçup "hani nerdesin?" Diye bağıracağım. Taki en parlak yıldızımı bulana kadar. İşte o zaman kendimi o yıldıza hapsedip 'ben artık burdayım hadi beraber son nefesimizi verelim' diyeceğim...
vantablack
artık bir gözüm değil, iki gözüm de toprağa bakıyor. duyuyorum, toprağın beni çağırmak için attığı çığlığı. hissediyorum, damarlarımın içinde dışarıya çıkmak için çabalayan kırmızı sıvıyı. her şey ne kadar da zor tanrım yarattığın bu dünyada. ve en zoru da insan olmak ya da yaşamak... şimdi... hiçbir şey becerememiş biri olarak, simsiyah bir okyanusun ortasında boğulmak üzereyim. kendi nefesimi sayıyorum sona ulaşana kadar zaman öldürmek için, biraz da iç sesimi susturmak için.
ontolojik sancilarimin merhemi
hayalimde bir yara alma sahnesiyle özdeşleşiyor, nispeten daha büyük, çok büyük, astronomik boyutlardaki bir canavarın iyiler tarafından yaralanması.. binlerce kör şafak, bir tek alacakaranlık. yarasını alan canavar, bakışlarını insani bir merhametle yarasına çeviriyor. istemsizce ve hırıltılı bir "ah" çekiyor. nasıl almış olabilir ki bu darbeyi; oysa her şeyi nasıl da mükemmel yapıyordu. sanki deli bir rüzgar çıkagelmiş, saplanmıştı derisine. yok, kesin tanrıların parmağı vardı bu işte; çekememişlerdi onu işte. şair "sen de insan değil misin?" diye sorarken onun bir canavar olduğunu biliyordu. evet, belki tanrı değildi; ancak bir canavardı, tam bir canavara benziyordu. işte, şimdi geriliyor... adımları eski ihtişamını kaybetti. düşüşü gerileme takip ediyor. canavarların mezarı olmaz; bu yüzden onlara inanırız, hala içimizde dolaşıyorlardır. oysa o bir daha yerden kalkamayacakmış gibi sendeliyor -ama yalnızca sendeliyor.


sonsuzdaki bir noktaya kadar sendeleyip duruyor işte, lanet! hareketli bir heykel gibi. "ah!", hatta "aaaahhhh!", "demek böylesi de varmış..." gibi. insan, gerçekleşmesini en çok beklediği kötü senaryoları bilincinin derinliklerine gömer; onun farkında olmadan yaşamak ister. bu noktadan sonra yazabileceği en kötü senaryo, bu gömüden daha iyi olmak zorundadır. ancak gerçekleşecek olan da gömünün kendisi olur çoğu zaman. işte, derisinin altından onun gömüsü akıyor şimdi. göz kapakları huzurla kapanıp açılıyor. utanıyor mudur? onunla en çocuğunuz konuşsun. canavarın sürgün edildiği topraklar, çocuğun emeklediği topraklara benzer.
kafa yoramam
Cok doluyum. Cok yoruldum surekli evin icindeki tartismalardan.
Sabah cok erken kalkiyorum ve ilk ben cikiyorum evden. Neresi olursa olsun, gidiyorum. Evdeki tartismayi duymak istemiyorum.
Huzur istiyorum sadece.
Uyumak istiyorum.
ontolojik sancilarimin merhemi
Leylekler göçüyorlar. göçerken aralarına davet ediyorlar. bir sanskrit metninde, gökyüzünü dört mevsimin dışındaki özel bir beşinci mevsimde aşıkların aynı yıldızı arayan yorgun bakışlarının işgal ettiği, kadim bir ülkeden söz edilir. işte bugün gökyüzünü o bakışların esaretinden kurtarıyordu leylekler.

biri bugün bana gelgitte kabaran bir gölün üzerinden göç eden leylek sürüsünün hikayesini hediye etti. gölün güneydoğu kıyılarına yakın bir noktadan başlayan irili ufaklı kayalıklar, arada bir uzun esler vererek kuzeybatı kıyısına doğru uzanıyor; kıyıya henüz uzun bir mesafe varken son buluyordu. olsun, bu da özellikle yabani leyleklerin en güvenli göç yollarını bulmalarına yardım ediyordu. ne var ki bir gün gelgit geldi, gidişine kadar gölü bir okyanusa çevirdi. hatta bir şelalenin çağlayışı vardı şimdi gölde. zeus onu ne zaman cezalandıracaktı? kayalıklar, leyleklerle birlikte gözden kaybolduğunda gölün kibri yeni bir sığınak bulmak zorunda kalacaktı. bu yüzden göl, kayalıkları boğmamak adına sularını çekecekti.

"olduğun yerde kal!" veya "olduğun gibi kal!" derken kolluk kuvvetleri bir sanıktan tam olarak ne yapmasını beklerler? olunduğu halde kalmak, sahnede mephistopheles'in pek iyi icra ettiği, ancak insanın çaresiz titremesine karşılık gelen bir sanat değil midir? kayıtsızlık da titremenin biçimlerinden biri olabilir mi?
nalbantyani bezirgan
Belki de bazı geceler aynı şeyleri hissettik. belki de yüreğin tuttu ritmini hiç umulmadık saatlerde yalnız gecelerin.
Belki de öyle mutlusun ki, bir gece yarısı neşeyle koşabiliyorsun boş sokaklarda, hiç düşünmeden gündüzleri.
Düşünmeden konuşuyor, utanmadan gülüyor ve hiç sıkılmadan dans ediyorsun bazen.
Ayna sana bir başka, sen ona bambaşka, ben sana bin bir türlü hasretle...
Bakmak ne ki zaten?
dar bir sokağın bitişinde, sadece ikimiz varken, bir küçük şiir okuyup bakabilseydim gözlerine güzel olabilirdi belki de vedalar.
Ama ben sana hiç şiir okumadım.
Kalabalık, gürültülü ve manzarasız olmasaydı en son oturduğumuz bank, sevebilirdim elvedaları.
Ama ben hiç güle güle demedim sana.
Yapamıyorum, biliyorsun. Sadece, öyle işte...
Nedensiz sevmelere daha yeni alışmışken senin sebepli gülmelerin beni neden bu kadar üzüyor, bilmiyorum.
Acı ne garip?
quares
hayallerimi tuvalet pompası gibi gorç gorç alırlarken kafamın içinden ben o sıralar sübaneke duası cenaze namazında hangi eki alıyor diye öğreniyordum. 7 yaşlarında insan hayallerinin çalındığının farkında olmadığı için çok sonra anlayıp yazıya dökecektim hayallerimi. lakin hayallerimden geriye hiç bi sikim kalmadığından bi bok yazamadım. ben de size hayallerimi nasıl yok ettiğimi anlatmaya çalışayım. 7 yaşında bir din kursundaydım. merdiven altı bir yerdi zaten burası. mahallede ki tüm çocuklar gidiyor diye annem beni de gönderme gerekliliği hissetmiş olacak ki tüm yaz tatilinin yarısını burada geçirmiştim. ama iyi oldu aslında annenem öldükten sonra fatiha duasını okuyabildim ardından. neyse bir de din kursunda mustafa kemal diye bir çocuk vardı. tüm laikliğiyle kursa gelir meyöz meyve suyunu şapırdata şapırdata içerdi yani bizden biriydi bu çocukta. o mustafa kemal dahil herkes cüz'ü bitirip kuran okumaya geçtiği sıralarda ben elif harfini okumakla meşgül olduğumdan kurstan sıkılıp bıraktım. sonra bir yüzme kursuna kayıt oldum. manyak yüzme eğitmeni kadın bi anda kolumdan tutuğu gibi havuza atınca korkudan kolyesini kopardım. yüzme kursunuda bıraktım böylelikle. yüzme kursu için bana aldıkları sarı boneyi babam menekşe plajında kafasına geçirince ortaya komik bir görüntü çıktı lakin para verdiğimiz her şeyi sonuna kadar kullandığımızdan garipsemedik biz. o yaz o boneyi kullandıktan sonra babamın saçları döküldü... yüzme kursunda da başarısız olunca gitar kursuna yazılayım dedim. hoca ilk gün en sevdiğiniz yabancı müzik grubu ne diye sordu? ulan sen bi sorsana önce yabancı müzik dinliyormusunuz diye pezevenk herif!  birde sırayla ilerliyor herkes şakır sakır cevap veriyor sıra bana yaklaştıkca yüzümden terler boşalıyordu ve nihayet sıra bana geldi biraz biliyormuş gibi düşündüm, içimden ben izzet altınmeşe dinliyorum sen benim müzik zevkime ne karışıyorsun lan yarram diye bağırp kursu terk edesim gelsede babamın kursun parasını peşin verdiğini ve dışarıda olduğunu hatırlayınca bu fikrimden vazgeçtim ve hocayla göz temasını kurup bilmiyormuşum gibi baktım o da hadi la söylesene der gibi baktı ben de bekleme işte devam et geç der gibi baktım. o  da sabaha kadar gerekirse buradayız der gibi baktı ve nihayet o kutlu an gelmişti, en önde hoşlandığım kız merve'nin gülümsemesi ve  çocukluğumunda getirdiği heyecan ve muzip bir tavırla grup vitamin dedim. ufak bir sessizlik oldu. yanımda ki çocukta metallica dedi. o yıla kadar metallica'yı araba teyibi markası sanan ben ufak bir aydınlanma geçirdim orada. ders sonu hoca yanına çağırıp istersem kursa gelmeyebileceğimi söyledi. bende bunu babama söyledim o da anneme söyledi annemde komşulara söyledi. lakin en son balkonda ki konuşmasında kulak misafiri olduğum kadarıyla alt komşuya bizim cocuğun evde bir sürü madalyası var diyordu annem. madalya dediği şeyleri çok merak ettim çünkü evde madalya yoktu. hem bana niye madalya versinler ki aferin bunu da başaramadınız kurumumuz size bu madalyayı layık gördü mü diyecekler? hem ben madalya yerine çeyrek altın almayı yeğlerim. ne de olsa hergün değerleniyor namussuz. neyse o kurs deneyimlerimizden sonra babamdan rica ettim bi resim kursuna yazılayım diye. hem kulağı kesik bi van gogh niye bizim mahallemizden çıkmasın baba diyerek duygusal bi konuşma yaptım. oda beni sallamayan tavrıyla barcelona maçı 2.5 üst olursa 70 lira garanti dedi. maçı beraber izledik 90. dakika da messi penaltı kaçırdı maç 1-1 bitti. sonra babamla yol boyu hiç konuşmadan sucu recep abinin yanına gittik. al bu cocuk sende çırak olsun işi öğret para falan da istemez dedi. sucunun yanında işe başladım. bel ağrılarıda başladı bununla beraber. yahu bu laz mütahitler ne ara binaya 90. katı çıktı hiç bi devlet görevliside kontrol etmiyor mu bunları. hem bunlar ekmek almak için sürekli asağı inip çıkıyor mu vay enayiler diye düşüne düşüne abonelere suyu dağıtıyordum.  o ara bi kapı açıldı içeriden simay çıktı ilkokul 1.sınıftan beri  sürekli olarak hoşlandığım kız. beni tanıdı benim sırtımda 1 damacana su ve asansörleride bozuk oldugundan stratosferinci kattaki evlerine kadar yürüyerek çıkmışım, kendimde değilim zaten ve kapıda da simay saçma bir tebessümle bana bakıyor. biraz duraksadık. boş damacanayı aldım, millet fitnesse gidiyor enayiler ben hem spor yapıp kas yapıyor hemde para kazanıyorum der gibi baktım. o da züğürt tesellisini bırakta su ne kadar der gibi baktı. hızlıca gitmek istiyordum oradan, bu su bizim müessesemizin ikramı deyip düşen pantolon belimi tuta tuta paldır küldür indim merdivenlerden. sonra içimi kemiren düşüncelere daldım: ulan müessese ney lan biz kaç kişiyiz de müessese olduk sucu recep abi ve benden nasıl bir müessese olabilir?  he varsayalım olduk. millet şeker veya çikolata ikram eder.
ulan damacana su ikram edilir mi hiç? biz allahın suyunu gidip paketlemişiz, 5 yıldır aynı damacanayı kullanıyoruz zaten, insan sağlığını falan da siklediğimiz yok birde o suyu ikram mı ettim ben az önce? ulan dağları delen ferhat görse bu halimi kendini bıçaklar. benden sonra erkeklik müessesi buraya kadar düştümü der. bak hâlâ müessese diyorum sinirlerim bozuldu a*ınakoyayım. neyse bu olaydan sonra bir hışımla recep amcanın yanına gidip istifamı verdim ve bizim bir müessese olmadıgımızı daha fazla bu kurum altında çalışamıyacağımı söyledim. o da dünden razı olduğundan mahallede ki çocuklara benim işten çıkışım şerefine küçük hobby çikolatalardan dağıttı. ben bu işide becerememiş bir şekilde eve dönüyordum ki bizim alt komşunun coçuğunu gördüm  elinde benim işten çıkmam şeferine dağıtılan hobby çikolatarıyla beraber abi senin çok madalyan varmış bir tanesini de bana versene dedi. yarın yokmuş gibi baktım cocuğun suratına. tamam gelirsin bi ara veririm diyebildim sadece. 1 gün sonra geldi. üzerinde parayla satılmaz yazan bir gazoz açacağını kolye yapıp verdim çocuga tüm gün mahallede madalyam var diye gezdi müptezel. ben böyle saçma işlerle uğraşırken fazla konuşmadığımdan herkes beni dahi zandediyordu. bak bu çocuk ileride büyük adam olur falan diye muhabetler dönüyordu duyuyor ve aldırış etmiyordum. sonuç ne oldu hiç bi sik olmadı. ulan ben konuşmadan duruyorumda dahi oldugumdan değil konuşunca saçmaladığımdan duruyorum. mesela ben kitlenmiş  bir şekilde bir masaya bakıyorsan o an düşünce baloncuğumda sadece o masa vardır. millet 5 10 işi bir arada yapabilir ben bisiklet sürerken tek elimi bile bıraksam yuvarlanırım. bu arada yaz tatilindeyiz bu kadar uzun süre sen kurslara ara vermezdin hayırdır ne oldu diye soracak olursanız eğer. kurslara gitmekten vazgeçtim. allah belki de beni default olarak yaratmış olabilir diye düşündüm. hem herkese bir özellik koymak zorunda değil ki, herkesinde bir özelligi olması gerekmez zaten. dünya da milyonlarca düz adam var. ben de bu düz adamlardan biriyim. demek ki neymiş bizim mahalleden kulağı kesik bir van gogh çıkmazmış. hem bi insan niye fakirken kulağını kesip eski karısına yollasın ki lan. vallaha bizim buralarda onu yap hapse atarlar adamı. gerçi yapmasan da atabilirler ohal var neticede. neyse okul zamanı geldi çattı gittim derse girdim bir de ne göreyim simayın elinde su şişesi var. benim sözlerimi kaldıramayan recep amca evini ve arabasını satıp suya yatırım yapmış. bacak kadar çocuk olan benim gazıma gelip büyük bir müessese kurmuş. müşteri hizmetleri telefonu buyurun recep müessesi diye açıyor. sularının sloganı "biz büyük bir müesseseyiz". ulan anladık büyük bir müessese oldunuz da henüz 4. sınıfa gitmekte olan ve hiçbir sikimi başaramayan bir çocuk sayesinde müessese oldunuz haberiniz var mı?
ontolojik sancilarimin merhemi
dipsiz bir atmosferde süzülen iki kar tanesi.. yalnızlıkları onları giderek daha fazla uzlaşılmaz kılıyor. uzlaşmadan kasıt, bir başka kar tanesiyle bir araya gelip tek bir tane olmak ve rüzgara, tipiye ve en önemlisi de sıcağa karşı biraz daha fazla teşekkür dolu olmak. tek başına bu dipsizlikte savrulup durmak korku ve titremesini, birleşmek kaygısına tercih ediyor gibiyim.. neden?
ihtiras limani
İnsan bazen çatlayamayan tohumlara dönüyor. Çürümeden taşlaşıp öylece kalan. Olmak istediği her şeyin hayalini kendiyle birlikte donduran. Düştüğü toprağın hayal kırıklığını hissederek iliklerine kadar. Sonra bir gün açılıyor, ve dönmek istediği güneşini bulamıyor bu kez.
ontolojik sancilarimin merhemi
bazen acıları perdelemek, onları yok saymak ve hatta tanımayı reddetmek yaşamaktan daha uygun bir seçenek gibi görülüyor.. ister istemez kaçıyor insan. korkuyor.. acılara tutunmamak da neyin nesi, değil mi? bunlara rağmen bazen yaşanacak olan yaşanıyor. sonuçta biriken tüm kırıkları bir sandığa kilitleyip orada bırakmak hoş görünebiliyor. sağlam bir kalbin parçaları bir yana insan içindeki kargaşadan belki de canavarlardan kaçma isteği duyuyor. teslimiyetten kaynaklanan acıların, üzüntülerin bir şekilde gün yüzüne çıkmasına izin verirsen sadece o anları yaşamak olmayacak karşılaştığın. kendinle hesaplaşacaksın, sorgulayacaksın. canın yanınca mücadele edeceksin. içinde belki bir canavar olacak ve onu tutamayacaksın. belki de pişman olduğun şeyleri sana yapmaya zorlayacak ve kendini tanımayacaksın. olur da korkularınla yüzleşmek durumunda kalırsan, kapattığın yerden çıkarlarsa sadece bırak onları.. bırak içinden geçsinler meydan okuma. çarpışmak seni sen yapanı elinden alır.. kırılganlığın korkundan beslenecek. üzüntü duyarsın bırak üzüntün kalsın. yorma kendini, sorgulama.. üzüntün nefrete dönüşürse kemirir içini. bir şeyleri yaşamaktan korkmana gerek de yok... ileri de olmadık bir zamanda çıkar kişiler karşına. bu demek değil ki kendini bırak. lakin iki dünyayı tek dünya yapmaya çalışma. bırak yürüngeleri paralel ise beraber dönsünler. yoksa çarpışmada zarar görmek kaçınılmaz..

bir insanın boşluğunu başkası ile doldurmak zaten olmaz. her kişi senin dünyanda kendi varlığı yaratır. sen de doldurabilecek bir boşluk varsa senin de onda doldurabileceğin bir boşluk varsa çok da güzel olur. ne dersin?

dürüstlük güzel şey de kendimize karşı bile dürüst olamazken başkasından dürüst olmayı beklemek de zor. şimdi ne diyor bu düşünen ben, diyebilirsin.. büyük korku bu dürüstlük. sadece an için insanların ağızlarından olmayacak kelimeler dökülüyor. sadece o an kurtuluyor ya sonrası? anın büyüsünü yaşamak için tozdan kuleler inşa etmek neden?

boşlukta yaşamak güzeldir. sonuçta bir boşluğun olduğunu biliyorsun. bunu bilmeden yarattıkları tamamen dolu dünyalarına birilerini dahil etmeye kalkan insanlardan daha insancıl hislerin var.. üzme kendini hadi!
ontolojik sancilarimin merhemi
yorulma, yorulmak yok bu yolda. çabucak karşısına dikilememiş, geç kalmış bir zafer için bekleyebiliyor insan ve o beklerken, aynı zamanda yaşadığını unutuyor. ölüyor ve dirilişini bekliyor. hem baksana, bahar bile bazen gecikiyor; alarm kurmuyor, uyandırılmıyor, horlamıyor ancak, toprağına çağlıyor derinden derine. bulutlar, topraklarına dair içsel bir hassasiyeti hep taşıyor. bunun gibi bir hassasiyeti taşımak zor; hiç dokunmadan, kilometrelerce uzaklardan toprağımın kuruluğunu anlayıp onu beslemek vardı oysa. heyhat, insanın dramı da bu: göğü ve yeri birbirinden ayırmak gibi bir günahı işledikten sonra ikisine de bağımsız karakterler atfederek aşk-laştırmak onları.
ihtiras limani
birbirine paralel olmayan iki doğru uzayda mutlaka kesişir, böyle öğrettiler. insanlar aynı ışınlar gibi engellenemez ve bükülemez şekilde uzanıp uzaklaşıp duruyorlar. kesişmeler neredeyse sıfıra yakınsayan bir sürede olup bitiyor. kimse kimseye gerçekten bakmıyor ya da kimse kimseyi gerçekten hissetmiyor. kremasını yalayıp bırakır gibi atıveriyorlar bir kenara. biz önce düşünceleri öğrenir, sonra düşünceler üzerine konuşur sonra düşünceleri düşünürüz demişti cemil meriç. gerçekten düşünmeye hiç sıra gelmez. aklımızın ayakları hiç o derece güçlenmez bizim, yeni doğmuş cılız ceylan yavruları gibi titrer. aynı bunun gibi, insanların kataloğuna bakıp tabaklarımıza tadımlık alıp geçip gidiyoruz kesişme noktasından.

oysa elektromagnetik dalgalarda elektrik alan ve magnetik alan birbirine 90 derece açılı olacak şekilde ama sürekli olarak birbirini takip ederek sonsuza dek, zayıflaya zayıflaya yayılırlar. boş uzayın bile bir kaybı vardır. birbiriyle tanımlanabilir birbiri cinsinden yazılabilirler.

eğer seni yazsalardı, seni kimin cinsinden yazarlardı, kiminle ifade edilirdin, sadece katsayı farkı mı söz konusu olurdu ? ya da birbrini oluşturan ve doğuran bir alan çifti olmayı, aynı kaynaktan doğan ve aynı noktaya uzanan bir alan çifti olmayı, hiç düşündün mü ?
rakunzhell
bulutların birbirine tutunduğu bir bahar akşamı uzun süredir susuz kalan ağaçların sinirlerek dallarını elektrik tellerine geçirmesiyle artı ve eksi kutuplar birbirine sarılarak aydınlatma direklerinin ateş çıkarmasına yol açıyordu. insanlara olan kızgınlığını kendisinden çıkaran ağaç dallarına hiç kızmıyor, ağacın kendi kendini imha etmesine öylece bakıyordu elektrik direği. insan kalabalığı ağacın küle dönüşünü izlerken bir elektrik teknisyeni hastasına müdahale eden doktor edasıyla direğe çıkarak, direkteki elektrik enerjisini kesti. insanların yüzü gülümsemeye başlıyordu. gülümseme sebebi; ağacın ölümden döndürülmesi değil, ağacın dallarının budanarak elektriğin tekrar gelmesiydi. ağaç da bunun farkındaydı, direk de. bulutlar ağlamaya başladı sonra plastik insanların bu vurdumduymaz tavrına. ağaç gülümsedi, direk gülümsedi. insanlar evlerine, tv'deki yapaylaştıran programlarını izlemeye döndüler.
dirsegi iskemleye dayali
Böyle rüya mı olur lan?

Neyi sevdiğimi bilmiyorum ben. Mesela derin bir problemim var çözemediğim. Her zaman da karşıma gelir. En geç geldiği zamanlarda bile iki gün sürer bekletmesi. Boş işlerle uğraşmayı severim. Takip ederim bende onun geliş-gidişlerini. Neyse söyleyeyim de bilin. Alkolle aram hiç kötü olmadı, yani ona karşı cephe almadım hiç. Belki babamdan veya ne bileyim çevremden. Alkolle düzenli ilişkimi, düzenli bir ilişkim olana kadar inişli-çıkışlı ama alt ve üst limitlerinin farkında olarak devam ettirdim. Bir gün düzenli ilişkim oldu, sonra bu düzenli ilişki sırasında düzensiz bir alkol düzenim oluşmaya başladı. Bende bu kadar düzenin olduğu bir yerde bekaretimi koruyamadım. Alkol alışlarım sıklaştı, ama hayatıma giren kadın ile ilgili değildi bu. Etkisi şöyleydi; Onunla içmeyi çok sevdim önceleri. Bir duble içerken, onun kadeh tutuşu ile iki duble içmiş hissederdim kendimi. O kadar naiftir ki, hele de rakıyı içişi. Sonra o ben kadar çok içmek istemedi, ama beni kendisinden de mahrum bırakmak istemedi ve alkol içmeden eşlik etti bana. Bende onun bana alkolsüz eşlik etmelerini sevmeye başladım. O masa da konuştuğumuz her şey çok önemli, çok derin gelirdi bana hep. Sonra beni yalnız bırakmaya başladı masa da, ben içerken aynı oda da ama kendi işleri ile ilgilenmeyi tercih etti. Bende onun yanımda olup benimle ilgilenmeyişini sevmeye başladım. Orada ara sıra kafasını kaldırıp bana bakması, burada olup olmadığımı, sarhoş olup olmadığımı kontrol etmek için göz süzüşleri içimi gıcıklıyordu. Bu geçirdiğimiz evreler epey bir zaman aldı. Üç yıl falan belki de.

İnsan uzun bir ilişki yaşıyorsa, avantaj ve dezavantajlarını hassas bir terazide tartmayı öğreniyor. Değerlerin değişiyor, sen değişiyorsun. İnsansın işte, her gün büyüyor ve gelişiyorsun. İlla olumlu olmak zorunda da değil.
Neyse uzatmayayım artık. Bu özneleri sabit, duyguları değişik konular silsilesi epey sürdü ve değiştik. Değişir insan, değişmeli. Konu benim içerken melankolikleşmeme vardı bir gün. Normaldi buralara gelişi, önceleri çok algılayamadım bu tartışmaları. 'Toplumdan soyutlanmadık ya melankolik olduysak' dedim hep. Gel zaman git zaman ikna ettim onu, ama bu ara bu tartışmaların hepsi bir değişim sürecinin parçası oluyormuş. Bunu o günden önce anlayamıyor insan. Şey gibi mesela, yıllarca Ege'de yaşıyorsun. Sonra yavaş yavaş kuzeye çıkmaya başlıyorsun, kuzey illerinden yaşamaya başlayınca brokoliye özlem duysan bile hamsi yemeye başlıyorsun. Brokoliyi unutmazsın hiçbir zaman, ama hamsi buğlamanın güzel olduğunu kabul edersin artık. Peki kuzeye gitmeden önce seviyor muydun taze hamsi buğlamayı? Bunu kuzeyde yemeden önce bilemezsin.

Bugün artık değiştim tamamen ve hala süren bir değişimin parçasıyım biliyorum ama sonunda ne olacağıma dair hiçbir bilgim yok. Ama içinden çıkamadığım problemim şu;
ben içki içmek için mi düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başlıyorum, yoksa düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başladığım için mi içme isteğim uyanıyor?

Ben bunun cevabını hala veremedim. Sanırım bu da değişene kadar veremeyeceğim. Ama cümleden anlaşılacağı üzere içmeye devam ediyorum ve ediyor olacağım. Düzensizce…

Rüyamı sanırım sonra anlatmak zorunda kaldım.
ulduz
Dışarıda yine bir sokak düğünü var. Benim içim kan ağlıyor bu pezevenkler orada göbek atıyor.
Gidip hepsini tarayasım var. O boş kafalarını o gereksiz gövdelerinden ayırmak istiyorum.
vantablack
Merhaba Hikmet bey. İhtiyar kulaklarınız duyuyor mu bilmiyorum ama şu anda mükemmel bir müzik çalıyor. İsmi ise Ölüm. Ölüm kelimesini barındıran her bir müziğin, kitabın veyahut şiirin çok güzel olduğunu siz de fark ettiniz mi hikmet bey? Ölümün olduğu yerde daha güzel ne olabilir ki mehmet bey evladım. Böyle bir eylemi dört harfe sığdırabilmek büyük iş olmalı, ben daha iki parça kıyafetimi şu koca dolaba sığdıramıyorken. Her neyse, geçelim bunu bir kalem.

Zatıalinize biraz da olsa şu naciz bedenimden bahsetmek isterim. Benimle dalga geçmeyi şimdi gösteririm sana. Durun hikmet bey, durun. Bana dalga geçmeyi çok iyi öğrettiler, bizzat benim üzerimde öğrettiler. İşi yerinde öğrendim yani. Neyse, bunu da geçelim bir kalem. Bendeniz bir adet mehmet. Hayata kaybeden biri olarak geldim. Bunu da ilk, daha yedi yaşımdayken adıma gelen postadan öğrendim. Üzerinde büyük harflerle MSB yazıyordu, zarfın çok küçük bir yerine de mehmet yazılmıştı. Aslında tam da anlatmak istediğim durum, bu zarf. Bana ait olan bir şeyde bile çok küçük bir yer kaplıyordum hikmet bey. Bir kere de kendini acındırmasan olmaz. Siz de bir kere karışmayın şu hikayeme hikmet bey. Ne güzel hızımı almış gidiyorum. Tamam, tamam. Devam et hadi. Ne diyordum. Heh, MSB. Milli Sevgi Bakanlığı. Zarfta şöyle yazıyordu;

Öylesine mehmet bey,
Hayata bir kaybeden olarak geldiniz. Tüm hayatınız boyunca sevgisiz, yalnız başınıza bir hayat geçireceksiniz. Sakın ola haddinizi aşıp insanlardan sevgi beklemeyiniz. Aksi takdirde yasal işlemler başlatılacaktır.

Sadece bunlar mı yazıyordu mehmet Bey evladım? Olur mu hikmet bey, bunlar hiçbir şey. Asıl bomba haber sonda. Kaderimi yazması için kimi görevlendirmişler biliyor musunuz? Kimi? Yoksa Sünbülzade Vehbi mi? Keşke Vehbi yazsa hikmet bey, Hasan Ali Toptaş. Yapma bee. Onu nereden bulmuşlar mehmet Bey evladım? Söz konusu ben olunca paraya acımamışlar. Kaç para istiyorsan şu çeke yaz, yazmaya başla demişler. O değil de mehmet oğlum, siz bu zarfın size yedi yaşında geldiğini söylemiştiniz. Nasıl okudunuz bu mektubu? Efendim zaten ben yürümeye başlamadan önce canım çok sıkılıyordu. Etraftaki mecmualara göz ata ata okumaya başlamışım, yürümeye başlayınca da doğru sahafa gitmişim. İlginç. Devam edin lütfen. Tabii hikmet bey. İşte ondan sonrası hep bir kaybediş, hep bir kalp kırıklığı...

Oysa ben çok umutluydum. Güzel bir hayatımın, daha doğrusu güzel bir hayatın olabileceğini inanıyordum. Ben zaten çok çabuk inanıyordum hikmet bey. Küçükken bana kabak çekirdeğini kabuklarıyla yememem gerektiğini, yoksa midemde bir ağacın yeşerip ağzımdan gökyüzüne doğru uzuyacağını söylerlerdi. O gece ağzımdan büyük büyük ağaçların yeşerdiği bin beşyüz altmış dört rüya gördüm. Gördüm çünkü dedim ya hikmet bey, ben çok çabuk inanırdım. Hayal gücüm de genişti. Bu yüzden hayatta da var olabileceğimi hayal etmek zor olmamıştı ama hayatta var olmak çok zormuş hikmet bey. Ve insan yine de yaşıyor, yaşadıkça öğreniyor. Bu hayattaki en zor şey ölememekmiş. Bana derslerde öğretilen şey bu oldu. İnsanların neredeyse hepsi ölmekten korkanken ben ölemekten korktum, hatta bir keresinde ödüm patlıyordu. Bir düşünsenize, ölüm yok. Benim de cehennemim bu olurdu heralde. Senin cehennemin bedenin mehmet Bey evladım.
(Dur bir dakika.)



(Acayip bir kavga var kafamda. Mehmetler birbirine girdi. Biri diyor senin cehennemin bedenin, biri diyor senin cehennemin ruhun.)

Neyse... Son bir kalem her şeyi geçiyorum. Artık yazmak eziyet gibi geliyor.
ontolojik sancilarimin merhemi
Yıkıma yönelmiş yaşamım bölük pörçük. olacak, olduracak, dolduracak hiçbir şey yok. tam ya da tamam olma duygusu yok. resimler de artık akla bir şey getirmiyor. dürtmüyor, işaret etmiyorlar. zor mu dersin artık ''yeniden güçlü, yapabilir olmak? bunun için nasıl da tersine çevirmen gerek yaşam yönelimlerini. sen tamamiyle boş vermeye karar vermişken geldi o. bütün yönelimini değiştirmek için. nasıl da zor bu! ama nasıl da güzel yeniden canlanmak, yaşamın toz tutmuş hayallerini silkeleyip bahar güneşine çıkarmak. kendine yeniden bir yıldız çizip gökyüzü haritanı yeniden çıkarmaya girişmek. çıkmak ve çıkarmak yeniden.'' mümkün mü?
2 /