düşüşte der ki bu zat;
doğru konuşalım: Unutkanlıklarımın övgüye değer olduğu da oluyordu. dikkat etmişsiznizdir, inancı, tüm hakaretleri bağışlamak olan insanlar vardır, bu hakaretleri bağışlarlar gerçi, ama hiç unutmazlar. ben hakaretleri bağışlayacak kadar iyi yapıda değildim, ama sonunda onları unutuyordum hep. benim kendisinden nefret ettiğime inanan biri, onu geniş bir gülümseme ile selamladığımı görünce apışıp kalıyordu. o zaman, yapısına göre ya bendeki ruh büyüklüğüne hayran oluyor ya da ödlekliğimi küçümseme ile karşılıyordu, oysa bu davranışımın nedeni daha basitti: adını bile unutmuştum adamın. ilgisiz ya da nankör kılan aynı sakatlık o zaman büyük ruhlu hale getiriyordu beni.
on entry ile biraz benim üstümde olsa da, elimden geleni yapacağıma söz verdiğim kampanyadır kendisi. sonuçta emeğe saygı görünürlülük ile doğru orantılı artık. madem saygı görmek için mücadele etmeli, ben durmam bir adım geri.
Anlatayım mı öldüğüm günü? İlkinde, evin kapısını döven yumrukla öldüm ben. İlk defa orada çaresizdim, sahipsiz bir yavru köpek gibi. Bütün kötülüklere gebe bir çıkmaz sokakta sıkışıp kalmıştım. Atamadım üstümden o korkuyu hiç. Kapı zili, kapı tokmağı, kapı, kap hiçbir şey görmek istemedim uzunca bir süre. Denk mi geldi tetiklendi mi bilmem? O sıra apandisit ameliyatı olmaya hastaneye yatırdılar beni. Birkaç saçma olay akabinde kendimi bir hastanenin kapısından, tekerlekli sandalye ile alınır vaziyette buldum. Korkudan içim sökülüyordu on dakika öncesine kadar. Sağlıkta piyasalaşmanın etkisini ilk o zaman gördüm. Param ile özel hastanede, özel ilgiye sahip olacağım gerçeğini bilmek, hastane kapısını cennet kapısı yapmıştı. Huzur aramaya ilk o zamanlar başladım, çünkü o kapının eşiğinde, tekerlekli sandalyenin üstünde tattım ilk defa. Sonra birkaç tetkik, hooop ameliyathane yolları. 1,2,3,4,5 ve zzz… derin bir uyku. Çıktığımda narkoz etkisiyle ereksiyon falan olmuşum, mavi ameliyat önlüğü ile, olaya bak. Manzarayı tahayyül etmeye dahi utanıyorum hala. Hasta bakıcı ve hemşireler kıkırdaya kıkırdaya yatırmışlar beni yatağa. Normal, ben olsam bende kıkırdardım. Çünkü komik. Ama ergenliğin baharı ya, yadırganmadan kıkırdanıyor sana falan. İki gün geçti hastanede, ziyarete gelen birkaç arkadaştan bir iki tane sigara aldım, tuvalete çıkmamı dört gözle bekliyor millet taburcu etmek için, ben habire tuvalete gidiyorum. Her çıktığımda soruyorlar, 'naptın, yapabildin mi' diye, bende yalanımız çıkmasın ortaya diye 'yanlış alarm' diyorum. Bizimkiler de yemiyor tabi ama yemiş gibi yapıyorlar. Kötü zamanlar yaşıyorum sonuçta ve dikişliyim. Anlayış ile karşılıyorlar sigara tüttürmemi. Tuvaletteki o yangın fışkıyesi nasıl çalışmadı bilmiyorum? yani Hollywood filmleri olmasa fışkiyelere olan inancımı yitireceğim neredeyse. Neyse ikinci gün sonunda doktor artık eve gidebilirsiniz dedi. döndüm babama ve ağlamaklı gözlerle 'bir gece daha kalayım burada' dedim. Korkuyordum eve gittiğimde kapı çalar diye. Evet pahalıydı ama umrumda değildi, bir gece daha huzur istiyordum. Borç harç kaldım bir gece daha hastanede. Cennetten de kovulmuştum yani parasızlıktan. Sonrası korku nöbetleri, belirli saatlerde gelen falan. Akabinde babamın cezaevi serüvenleri ve ailenin -nedendir bilinmez günah keçisi ben. Cepte bir kuruş parasız, ev ile cezaevi arası mekik dokumalar. Sonra cezaevlerinden korkmaya başladım bende. Çünkü babamı aldılar ve bir ton sorumluluk bindi üstüme. Anneme göz kulak olacak, üniversitede olan abimin içini rahatlatacak cümleler kuracak, babama battaniye taşıyacak, kira-elektrik-su-mutfak masrafları için eş-dosttan borç para tahsilatına çıkacaktım. Vel hasıl öyle de oldu. Bende cezaevlerinden korkmaya başladım. Başıma açtıkları derde bakar mısın? Sonra uzaklaştım, yani kaçtım. Babam çıktı içeriden, çok yatmadı. Bende okula gidiyorum ayağına attım kendimi korkularımdan uzağa. Hırpalandım biraz. Parasızlıktan epey saçma işlerde çalışmak zorunda kaldım falan. Koymaz ama her emekçi çocuğu yaşıyor bunu sonuçta. Benim derdim korkularımı bırakamıyor oluşum oldu. Şimdi ben geldim, kaçtım ama, ya sevdiğim insanlar. Ya onlarda ben kadar kapılardan falan korkuyorsa düşüncesi… ilk bunalım diyorum ben buna. Sonra bunalıma girmeyi öğrendim. Kalp çarpıntıları vesaire, bunlar Edip Cansever'den öğrendiğim şeyler değil. Onun kadar yaşadım, eminim.
Ölmek öyle ha deyince, kolay değil. Anlatacağım bunun devamını, bir kere değil on kere bu düzenin beni öldürdüğünü.
Ölmek öyle ha deyince, kolay değil. Anlatacağım bunun devamını, bir kere değil on kere bu düzenin beni öldürdüğünü.
word'e yazdığın yazıyı başkası yazmış muamelesi yapıyor. kalp kırıyor. bir ayar çekmek lazım ama kopyala+yapıştırcılara da gün doğabilir. bilemedim. bizi kırmayın, ona da izin vemeyin.
bana en güzel binanın, en güzel manzarasını hatırlatır bu şair. elinde derleme bir şiir kitabı, şairane bir tavır ile odanın içinde oradan oraya gezinerek şiiri seslendiren, tüm şiirleri o an sevdiren bir yareni hatırlatır. o da en güzel ahmet abilerdendir, şiirler yazdıracak kadar onurlu. onun olamasa da artık, benim dirseğim iskemleye dayalı.
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
Her yere yetişilir
Hiçbir şeye geç kalınmaz ama
Çocuğum beni bağışla
Ahmet Abi sen de bağışla
Boynu bükük duruyorsam eğer
İçimden öyle geldiği için değil
Ama hiç değil
Ah güzel Ahmet abim benim
İnsan yaşadığı yere benzer
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer
Suyunda yüzen balığa
Toprağını iten çiçeğe
Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine
Konyanın beyaz
Antebin kırmızı düzlüğüne benzer
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir
Denize benzer ki dalgalıdır bakışları
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına
Öylesine benzer ki
Ve avlularına
(Bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi)
Ve sözlerine
(Yani bir cep aynası alım-satımına belki)
Ve bir gün birinin adres sormasına benzer
Sorarken sorarken üzünçlü bir görüntüsüne
Camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına
Öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına
Minibüslerine, gecekondularına
Hasretine, yalanına benzer
Anısı işsizliktir
Acısı bilincidir
Bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Ne kadar benziyoruz Türkiye'ye Ahmet Abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden
Dirseğin iskemleye dayalı
-- Bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben --
Cıgara paketinde yazılar resimler
Resimler: cezaevleri
Resimler: özlem
Resimler: eskidenberi
Ve bir kaşın yukarı kalkık
Sevmen acele
Dostluğun çabuk
Bakıyorum da simdi
O kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet Abi
Biz eskiden seninle
İstasyonları dolaşırdık bir bir
O zamanlar Malatya kokardı istasyonlar
Nazilli kokardı
Ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası
Kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında
Esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen
Kadının ütülü patiskalardan bir teni
Upuzun boynu
Kirpikleri
Ve sana Ahmet Abi
uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki
Sofranı kurardı
Elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı
Cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi
Çocuklar doğururdu
Ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar büyüyecek
O çocuklar...
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
İşçiler
Almanya yolcusu işçiler
Kadınlar
Kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi
Ellerinde bavullar, fileler
Kolonyalar, su şişeleri, paketler
Onlar ki, hepsi
Bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri.
ismi önceden gören anlamına gelen, yunan mitolojisi tanrısı. kahindir ve gaia (toprak ana)'nın oğludur.
prometheus, ateşi tanrılardan çalıp insanlara vermiş, tanrıların kurduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuştur. bilinç ve özgürlük kavramları için verdiği mücadele, zincire vurulacağını ön görmesine rağmen devam etmiştir.
prometheus, ateşi tanrılardan çalıp insanlara vermiş, tanrıların kurduğu düzene karşı geldiği için de zincire vurulmuştur. bilinç ve özgürlük kavramları için verdiği mücadele, zincire vurulacağını ön görmesine rağmen devam etmiştir.
'kitap okumaya başlayacaklara tavsiyeler' diye bir başlığı görmek zorunda kalacak hale kadar geldik demek. bir acı daha nasıl tarif edilir bilemedim?
türkiye'de her 100 kişiden 4.5 kişi kitap okuyor.
şu okuma oranları görüp, içerlenmemek elde değil.
günde otuz sayfa kitap okumaya zorlamalı insan kendini. yaptığımız her işten keyif almak zorunda değiliz. kitap okumak veya bir başka deyişle insanın kendini geliştirmesi meselesi, meşakkatli bir durum ve keyif almayı bırakıp, sorumluluk almayı gerektiren bir iştir.
türkiye'de her 100 kişiden 4.5 kişi kitap okuyor.
şu okuma oranları görüp, içerlenmemek elde değil.
günde otuz sayfa kitap okumaya zorlamalı insan kendini. yaptığımız her işten keyif almak zorunda değiliz. kitap okumak veya bir başka deyişle insanın kendini geliştirmesi meselesi, meşakkatli bir durum ve keyif almayı bırakıp, sorumluluk almayı gerektiren bir iştir.
yazarların başlarına gelen olaylardır.
sabah erken saatte kalktım, epey yorucu bir gün olacak benim için. akşam uyumadan planlama yaparken yorulup uyuyakalmışım, düşünün ne kadar yaşamak istemediğimi o günü. kalkıp bir kahvaltı hazırladım kendime. kahvaltıda alman ekolündenimdir, bol yemeyi tercih ederim. güzel bir çay demleyip kahvaltılık malzemeler çıkardım sofraya. iki yumurtayla tarifini babamdan aldığım omletten yaptım kendime. güzel bir kahvaltı güç vermişti bana. o günlerde kendime güvenimi yitirmiştim, en ufak kıpırdanma can veriyordu bedenime. anlık tebessümler hayat öpücüğü gibi geliyordu. alkolle olan düzenli ilişkimi bir kaç seviye yukarı çekmek zorunda kalmıştım. duşa girdim hızlıca, duşun sonlarına doğru şok etkisi olsun da kendime geleyim diye musluğun soğuk tarafına abandım. kurulandıktan sonra temiz kıyafetlerimi giydim ve artık hazırdım. geçip kuruldum salonda kitaplığın yanında duran koltuğa ve gözden geçirmeye başladım 'o günleri' yeniden. detayları unutmamam gerekiyordu. her detay başka bir gerçeğe vardırıyordu beni.
-rakı sofrasındaki insan dizilimi
-sofradaki şarkılar
-eve dönüş yolundaki sessizlik
-telefonunun git gide uzaklaşması
-konum ve saat belirtmem gereken gidiş-gelişler
-o akşam dışarı gelmek istemeyişi
-çalmayan telefonum
-mekandan erken ayrılan bir adam
-çalmayan telefonum
-sabaha karşı alkolün etkisi azalınca aradığım ve uyumamış bulduğum bir ses tonu
-ertesi günün akşamında uykusuz iki çift göz
-yürek çarpıntılarım
-samimiyetsizliğinde bir saçmalık olan vedalaşma sahnesi
-bitmeyen saat ve konum istekleri
-saçma bir aile ziyareti bahanesi
-bir otobüs yolculuğu
-tedirgin telefon konuşmaları
-iyi düşünülmemiş yalanlar
-4 günlük yolculuk süresinin son gün-gecesinde yapılan tek telefon konuşması
-hızlı süren şoför yüzünden erken biten otobüs yolculuğu
-ve dönüşünde yüzünde güller açan bir kadın!
her bir başlık yeniden ve yeniden gözden geçirilecekti ve geçirdim. bu sırada epey şişe devrilmiş yerde duruyordu. başım çatlıyor sandım. başa dönmem gerekiyordu ve öğlen olmuştu bile. düşündüğüm sırada telefonum çalmış bir kaç kere, yarım kalır da detay atlarım korkusuyla açmadığım telefonuma bir kaç tane de mesaj gelmişti. işe gidememiştim yine. -patron bu kez kesin siktir çekecek. dedim kendi kendime. sesimi duymak iyi gelmişti. yaşadığımı hissettirdi bana. dolapta kalan son birayı içip, öğleden sonra olacak seansım için markete çıktım. ama bu kez kafayı kullanıp, kalan son paramla büyük bir rakı aldım kendime. akşam seansım vardı daha.
sabah erken saatte kalktım, epey yorucu bir gün olacak benim için. akşam uyumadan planlama yaparken yorulup uyuyakalmışım, düşünün ne kadar yaşamak istemediğimi o günü. kalkıp bir kahvaltı hazırladım kendime. kahvaltıda alman ekolündenimdir, bol yemeyi tercih ederim. güzel bir çay demleyip kahvaltılık malzemeler çıkardım sofraya. iki yumurtayla tarifini babamdan aldığım omletten yaptım kendime. güzel bir kahvaltı güç vermişti bana. o günlerde kendime güvenimi yitirmiştim, en ufak kıpırdanma can veriyordu bedenime. anlık tebessümler hayat öpücüğü gibi geliyordu. alkolle olan düzenli ilişkimi bir kaç seviye yukarı çekmek zorunda kalmıştım. duşa girdim hızlıca, duşun sonlarına doğru şok etkisi olsun da kendime geleyim diye musluğun soğuk tarafına abandım. kurulandıktan sonra temiz kıyafetlerimi giydim ve artık hazırdım. geçip kuruldum salonda kitaplığın yanında duran koltuğa ve gözden geçirmeye başladım 'o günleri' yeniden. detayları unutmamam gerekiyordu. her detay başka bir gerçeğe vardırıyordu beni.
-rakı sofrasındaki insan dizilimi
-sofradaki şarkılar
-eve dönüş yolundaki sessizlik
-telefonunun git gide uzaklaşması
-konum ve saat belirtmem gereken gidiş-gelişler
-o akşam dışarı gelmek istemeyişi
-çalmayan telefonum
-mekandan erken ayrılan bir adam
-çalmayan telefonum
-sabaha karşı alkolün etkisi azalınca aradığım ve uyumamış bulduğum bir ses tonu
-ertesi günün akşamında uykusuz iki çift göz
-yürek çarpıntılarım
-samimiyetsizliğinde bir saçmalık olan vedalaşma sahnesi
-bitmeyen saat ve konum istekleri
-saçma bir aile ziyareti bahanesi
-bir otobüs yolculuğu
-tedirgin telefon konuşmaları
-iyi düşünülmemiş yalanlar
-4 günlük yolculuk süresinin son gün-gecesinde yapılan tek telefon konuşması
-hızlı süren şoför yüzünden erken biten otobüs yolculuğu
-ve dönüşünde yüzünde güller açan bir kadın!
her bir başlık yeniden ve yeniden gözden geçirilecekti ve geçirdim. bu sırada epey şişe devrilmiş yerde duruyordu. başım çatlıyor sandım. başa dönmem gerekiyordu ve öğlen olmuştu bile. düşündüğüm sırada telefonum çalmış bir kaç kere, yarım kalır da detay atlarım korkusuyla açmadığım telefonuma bir kaç tane de mesaj gelmişti. işe gidememiştim yine. -patron bu kez kesin siktir çekecek. dedim kendi kendime. sesimi duymak iyi gelmişti. yaşadığımı hissettirdi bana. dolapta kalan son birayı içip, öğleden sonra olacak seansım için markete çıktım. ama bu kez kafayı kullanıp, kalan son paramla büyük bir rakı aldım kendime. akşam seansım vardı daha.
(bkz:ganyaner)
türkiye'de yaşamanın dezavantajını iliklerinizde hissettiğiniz başlıktır. aklınıza kavramın ilk olan karışılığı değil de (bkz:yıldırım demirören) ve (bkz:aziz yıldırım) geliyorsa, insanlığımızdan utanmaya başlamanın zamanı gelmiş ve geçiyor sanırım.
bugün ölümünün 6.yılı olan büyük ustanın, anısı önünde saygı ile eğiliyorum.
Ben bilmem ki tez falan yazmak. Yani tamam kimse bilmez belki ama ben öğrenemiyorum, katlanamıyorum da. Sorumluluk falan bunlar iyi şeyler de bilader ben sanırım sorumluluk sahibi insan değilim. Bak anlatayım dinle! Ben ne zaman yazmak için klavye başına geçsem, melankoli kokar oda, nem kaparım buluttan mesela, ağlamam ama hüzün çöker içime. Bu nedenmiş biliyor musun? Kendimi kandırıyormuşum. Yenilerde öğrendim bunu. Hani şu salak Bukowski'de şey dermiş ya, 'her sarhoş olma hali bir intihardır' diye. İşte bende de böyle oluyor sanırım. Beynim dopamin mi seratonin mi ne salgılamayı bilmiyormuş. Ben mesela yağmur sonrası havalarda mutlu oluyorum, yağmur yağarken mutlu oluyorum. Ilık rüzgar yüzüme çarparsa mutlu oluyorum, derin bir nefes almak bu havalarda mutlu ediyor beni veya derin bir yudum almak rakımdan mutlu ediyor beni. Mutlu olabiliyorum yani, ama bu mutluluklar süreklilik olduğu durumlarda hayatı felç ediyor sadece. Bu süreklilik olmadığı için bende sürekli mutlu olamıyorum. Herhalde kimse de sürekli mutlu olmak istemez tamam ama, mutsuzluğa katlanabilmekte güzel mesele. Hatta değerlendirebilmekte asıl mesele. Ben mutsuzluklarımı değerlendirirken mutlu oluyorum mesela. Ama bunun sürekliliği de felç ediyor hayatı/hayatımı. Çünkü bu eylemi gerçekleştirirken önce mutsuz olmam gerekiyor, yani mutlu olabilmek için sürekli mutsuz olmam gerekiyor. Kafam karışık sanırım bilmiyorum. Neyse bu karışıklıktan mütevellid gittim tanıdık bir psikoloğa, intihara meyil aleni zaten anladığınız üzere. Birkaç psikolojimden kaynaklanan ağrım sızım da varmış. Ben kanser hücresi taşıdığımı düşünüp, panik atak krizleri geçiriyordum. Daldan dala atlamak gibi olmasın ama iki can ciğer kuzu sarması arkadaşımı yitirdim. Birisi çok derinden mahvetmese de beni, öldükten sonra sürekli rüyalarıma gelip duruyor, 'ben ölmedim oğlum, onyedi aydır hastanedeydim' diyor. Daha ölmesinin üzerinden onyedi ay dahi geçmedi. O zamanı merak ediyorum çıkıp gelecek mi diye? Kuru boş salaklıklar işte, ama etkileniyor insan. İster istemez bekler halde buluyor kendini. Neyse ama ağrılarımın sebebi, diğer arkadaşım. Gerçek yoldaşım, iki gözümün çiçeği işte. O pankreas kanseri denilen bir illete tutuldu da öldü. Tanısı koyulmadan önce de, elini kaburgasının altına koyup 'buram ağrıyor' demişti. Tanısı koyulduğu gün itibari ile benim kaburgamın altı ağrımaya başladı lan. Ben fark etmedim önce. Yani öncesinde salak salak sistit falan gibi tanılar koyardım kendime, böbreğim ağrıyor derdim, içimde derin bir ağrı var derdim. Ne biliyim kendime tanı koymaya bayılıyorum herhalde, hastalık hastası gibi kendime hastalık üretirdim. Bu beni hayata küstürmezdi ama, yani günlük yaşantımın kısıtlanmasına izin vermezdim. Neyse işte uzatmıyalım, sürekli bir hastalık düşünme eğilimim oluştu. Filozof kemoterapi falan görmeye başlasa da çok sürmedi gitmesi. Çabuk gelişti her şey, bir anda oldu hatta. Üç gün önce sevgilim beni aldattı diye diz çöküp önünde dertleşiyordum, üç gün sonra o diz çökmüş onkolojinin göbeğinde ne olduğunu anlamamışcasına etrafıma bakıyordum. Anlatmayacağım aldatılma hikayemi merak etmeyin. Özel bir şey yok ki, beni sistit etti işte, böbreğim ağrımaya başladı, içimde derin bir ağrı başladı, kaburgamın altı ağrımaya başladı, sözüm ona delirdim de anti-depresan kullanmaya başladım. Lan anti-depresan kullanmak delirmek mi demek diyen otuzyedi milyon Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının üzerime yürüyüşlerini görür gibiyim. Haklısınız tamam, deli değiliz ama sağlıklı da değiliz. Yani sağlıklı olmayışımızın adına ben delilik diyince neden bu kadar kızdınız anlamadım? Hadi sizin dediğiniz gibi olsun, sağlıklı değiliz. Şimdilerde de işte alkol kullanmayı azalttım epeyce, kaygılarımı biriktirmemi sağlıyormuş orospu çocuğu. Onca verdiğim parayı biriktirsem zaten 'sağlıksız' kalmazdım. Devlet büyüklerimize çalışmışız yani anlaşılan. Neyse şimdilerde kendime içiyorum, akıllandım. Ara sıra açıyorum işte böyle boş bir sayfa, koyuyorum bir iki kadeh, gidenlere içiyorum, kalanlara içiyorum, kendime içiyorum ve devlet büyüklerimize söverek bitiriyorum ritüelimi.
oda meselesinin, ini olduğu sembolizmasıysa şayet belirtilen, doğrudur. ininden nadir çıkabilen bünyeye sahiptir kendileri.
kendisi arapça kökenli olmakla birlikte, cümle içerisinde kullanılırken ısrar edilmemesi gereken bir kelimedir.
bir kızgınlık halinin oluştuğu masada otururken, konu kapansın diye 'bilahare konuşuruz, anlatırım' demiştim, sanki duymamazlıktan gelir gibi konu uzamaya devam ediyordu, bir iki defa daha tekrar etmek durumunda kalınca sonunda patlattım arkadaşı ve 'bilmiyorum bilahareyi lan ben diye' çıkışıverdi kızcağız. bende de alkol etkisi var herhalde bir türlü sonra demedim, diyemedim. illa böyle anlayacak beni inadım tuttu zahir. son tahlilde öğretmiş olmanın haklı gururunu yaşadım ve yaşıyorum. konuyu amma da uzattım, elime bulaştı sanki çam sakızı misali, sildikçe bulaşıyor her bir yerime. konuyu kapatamıyorum hala. yeter artık bitiriyorum. bilahare neden tartışma çıktığını da yazacağım. şimdilik esenlikler.
bir kızgınlık halinin oluştuğu masada otururken, konu kapansın diye 'bilahare konuşuruz, anlatırım' demiştim, sanki duymamazlıktan gelir gibi konu uzamaya devam ediyordu, bir iki defa daha tekrar etmek durumunda kalınca sonunda patlattım arkadaşı ve 'bilmiyorum bilahareyi lan ben diye' çıkışıverdi kızcağız. bende de alkol etkisi var herhalde bir türlü sonra demedim, diyemedim. illa böyle anlayacak beni inadım tuttu zahir. son tahlilde öğretmiş olmanın haklı gururunu yaşadım ve yaşıyorum. konuyu amma da uzattım, elime bulaştı sanki çam sakızı misali, sildikçe bulaşıyor her bir yerime. konuyu kapatamıyorum hala. yeter artık bitiriyorum. bilahare neden tartışma çıktığını da yazacağım. şimdilik esenlikler.
nezaket kuralıdır, favori alınca bir teşekkür ile geri dönüş yaparsın. fakat aldığın ve/veya verdiğin favorinin anlamı (en azından ben favori eklediğim giriler için böyle düşünüyorum), bir konu hakkında ilgi çekici bakış açısı, iyi bir bilgi, öne çıkmasına sevindiğin bir konu vb. gibi kriterleri barındırması gerekiyor. geri dönüş yaptığında da seviniyor, sevindiriyorsun gibi hissediyorum.
fakat insanevladı işte, geyik yapıyor bazen. favori de ekliyor, favori de alıyor bu başlıklarda, ama kriterler uygun olmadığından ortaya abuk sabuk bir düşünce fırlıyor. yani favori eklemeye elin gitse de, aldığın favoriye teşekkür etmeyi anlamlandıramıyorum ben. böyle havada asılı gibi duruyor. neyse içimizi falan döktüğümüze göre, çay koyalım. zihin açar.
fakat insanevladı işte, geyik yapıyor bazen. favori de ekliyor, favori de alıyor bu başlıklarda, ama kriterler uygun olmadığından ortaya abuk sabuk bir düşünce fırlıyor. yani favori eklemeye elin gitse de, aldığın favoriye teşekkür etmeyi anlamlandıramıyorum ben. böyle havada asılı gibi duruyor. neyse içimizi falan döktüğümüze göre, çay koyalım. zihin açar.
3. sonesinde der ki;
bak aynaya ve söyle aynadaki aksine:
bu suretten bir tane daha yapmanın zamanıdır diye,
yenileyip tazelemiyorsan şimdi bu çehreyi,
kandırıp dünyayı, mutsuz etmektesin bir kadını.
nerededir o eline el değmemiş güzel,
bağrından dölünün ekimi esirgenen
ya da kimdir böylesine budala
ki öz sevgisi mezar olur gelecek kuşaklara?
annenin aynası sensin
ve o sende anımsar tatlı gençliğinin güzelliğini;
sende yaşlı günlerinden baktığında geriye,
yüzün kırışmış olsa da göreceksin altın günlerini.
lakin, seçersen hatırlanma kaygısı olmayan bir yaşamı
yalnız ölürsün, anın da senle birlikte ölür.
bak aynaya ve söyle aynadaki aksine:
bu suretten bir tane daha yapmanın zamanıdır diye,
yenileyip tazelemiyorsan şimdi bu çehreyi,
kandırıp dünyayı, mutsuz etmektesin bir kadını.
nerededir o eline el değmemiş güzel,
bağrından dölünün ekimi esirgenen
ya da kimdir böylesine budala
ki öz sevgisi mezar olur gelecek kuşaklara?
annenin aynası sensin
ve o sende anımsar tatlı gençliğinin güzelliğini;
sende yaşlı günlerinden baktığında geriye,
yüzün kırışmış olsa da göreceksin altın günlerini.
lakin, seçersen hatırlanma kaygısı olmayan bir yaşamı
yalnız ölürsün, anın da senle birlikte ölür.
bak usta! memleket tam senin dizelerinde anlattığın gibi hala. ama güzel günler göreceğiz, biliyorum.
biliyorum, biz kaybedersek kalkar yeniden savaşırız. onlar kayberderse eğer, bir daha kalkamayacaklar, biliyorum.
ışıklar içinde uyu...
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun
meyve çağında ağacın,
serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
Çürüyen diş, dökülen et,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle,
işçi tulumuyla,
bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…
biliyorum, biz kaybedersek kalkar yeniden savaşırız. onlar kayberderse eğer, bir daha kalkamayacaklar, biliyorum.
ışıklar içinde uyu...
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun
meyve çağında ağacın,
serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
Çürüyen diş, dökülen et,
bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle,
işçi tulumuyla,
bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…
bir duygu paylaşımıdır sevişmek ve paylaşmak her zaman eşitlik sağlandığında mutluluk üretir. paylaşmak diyorum aloooo. fark etmez bir gecelik, bir haftalık, bir bilmem neylik olduğu. zaman algılarınla, duygusal bir eylemi değersizleştiremezsin. lütfen hissedin!
arapça kökenli bir kelime. aşama, evre gibi anlamlara gelmektedir.
sarhoş olmak demek değildir ki;
-ahlaksız birisi
-hataya güdümlü birisi
-sapkın birisi vs.
sarhoş olmak benim için sadece keyifli olmak demektir. tek problem bu keyifli eylemi 21.yy'da gerçekleştirebilmemizde bence, hatta 20.yy'ın sonunu da katabilirim. bu dönem sarhoşları olarak, kapitalizmin bize dayattığı ve maalesef kaçamadığımız psikolojik problemlerden dolayı toplumun kötü çocukları oluverdik. epey taşkınlık yapanımız da oldu, usul usul evine yaylananımız da.
toplumsal tahammülün azalmasından payını, alkol içen de aldı, içmeyen de. içenlerin yaptığı ''taşkınlıklar'' ahlaksızlık ve içmeyenlerin yaptığı yaftalamalar kaldı bugünlere. haliyle bu yozlaşma kötücüllüğün artmasını, kötücüllüğün artması anksiyeteyi doğurdu.
kabataslak anlatmaya çalıştığım şey sosyolojik bir tespit değil elbette. öncülüne/ardılına muhakkak varılabilicek bir tespit yapmaya çalıştım. ama ezcümle şu; sarhoş olmak mümkün; kırmadan, incitmeden, kendin olandan şaşmadan.
bazen başı da dönse kendi kalabilir insan, hatta yere 'ben' olarak da kapaklanabilir.
içeride uyuyan şeytanı uyandıran alkol değil, bahanedir!
-ahlaksız birisi
-hataya güdümlü birisi
-sapkın birisi vs.
sarhoş olmak benim için sadece keyifli olmak demektir. tek problem bu keyifli eylemi 21.yy'da gerçekleştirebilmemizde bence, hatta 20.yy'ın sonunu da katabilirim. bu dönem sarhoşları olarak, kapitalizmin bize dayattığı ve maalesef kaçamadığımız psikolojik problemlerden dolayı toplumun kötü çocukları oluverdik. epey taşkınlık yapanımız da oldu, usul usul evine yaylananımız da.
toplumsal tahammülün azalmasından payını, alkol içen de aldı, içmeyen de. içenlerin yaptığı ''taşkınlıklar'' ahlaksızlık ve içmeyenlerin yaptığı yaftalamalar kaldı bugünlere. haliyle bu yozlaşma kötücüllüğün artmasını, kötücüllüğün artması anksiyeteyi doğurdu.
kabataslak anlatmaya çalıştığım şey sosyolojik bir tespit değil elbette. öncülüne/ardılına muhakkak varılabilicek bir tespit yapmaya çalıştım. ama ezcümle şu; sarhoş olmak mümkün; kırmadan, incitmeden, kendin olandan şaşmadan.
bazen başı da dönse kendi kalabilir insan, hatta yere 'ben' olarak da kapaklanabilir.
içeride uyuyan şeytanı uyandıran alkol değil, bahanedir!
delicesine özlüyorum karl marx'ı. eşitsiz gelişim tezi üstüne - lenin sonrası ne yazardı? ölüyorum meraktan.
albert camus trafik kazasında ve/veya intihar ile ölmese ne üretirdi? merak ediyorum
stefan zweig sıkmasıydı kafasına daha kimi/kimleri yazardı, ne yazardı? merak ediyorum.
emrah serbes içeri girmese ne üretirdi, içeride üretebildi mi? bilmiyorum. ama merak ediyorum.
her merak özleme gebedir değil mi?
ilk elden aklıma geleni sıraladım. ben özlüyorum. asıl anlatılmak istenen başlığın dışına çıksam da, asıl olanı söylediğimi düşünüyorum.
albert camus trafik kazasında ve/veya intihar ile ölmese ne üretirdi? merak ediyorum
stefan zweig sıkmasıydı kafasına daha kimi/kimleri yazardı, ne yazardı? merak ediyorum.
emrah serbes içeri girmese ne üretirdi, içeride üretebildi mi? bilmiyorum. ama merak ediyorum.
her merak özleme gebedir değil mi?
ilk elden aklıma geleni sıraladım. ben özlüyorum. asıl anlatılmak istenen başlığın dışına çıksam da, asıl olanı söylediğimi düşünüyorum.
nesnelere yüklenen anlamların, neleri ifade ettiklerini anlamlandıran bir bilimsel disiplindir. antik dönem kalıntılarının tarihlendirilmesinden, antik toplumsal yaşamın anlamlandırılmasına ve hatta o gün koşullarının bugün aşılmasına kadar katkı sağlamaktadır.
bilimsel bir disiplin olarak değil de, hobi olarak yapamaya çalışanlar kafayı sıyırıp, komplo teorilerinin teorisyenleri olmaktadır. aman dikkat.
bilimsel bir disiplin olarak değil de, hobi olarak yapamaya çalışanlar kafayı sıyırıp, komplo teorilerinin teorisyenleri olmaktadır. aman dikkat.
modern (bkz:agora)lardır kendileri. antik dönemde agoralar, insanları istihdam ve sosyalleştirme amacı güdülerek inşa edilmiş yapılardı. aynı zaman da insanların alışveriş yaptıkları bölgeler olurdu.
fakat modern toplumda, yani 20.yy sonlarında peydalanan avm manıtığı, somut bir biçimde kapitalizmin toplumu etkileme yöntemlerinden birisi olarak kurgulandı. şöyle ki;
avmler tüketiciler ve tüketici adayları olarak insanları ikiye ayırdı. fakat bu aleni gerçeklik, avmlerin cazibezi ve şatafatlı camekanları arasında görünmez bir ayrım olarak kaldı. yani tüketiciler ve özellikle tüketici adayları, kendi misyonlarının farkında olmadan salına salına gezinir ve bir gün tüketici olabilecekleri (bkz:mertebe) ışığında süzülür halde buldular kendilerini.
bu hamle ile sistem, insanların gelir dağılımının eşitsizliği konusunda kafa yormalarının önüne geçebilmiş oldu.
her tüketici adayı, tüketiciler ile aynı havayı solumanın rehaveti ile onlardan olduklarını sanmaya başladı. bu halde; mağazaların belirli dönemlerde, stok fazlası ürünleri ucuzlatarak halkı çekmesi ise, rehaveti derinleştiren bir strateji olduğu gerçeğine vardırdı bizi.
başka bir başlık altında, daha iyi incelenmesi gereken bir konu olarak burada kesmekte fayda olduğunu düşünmekteyim. fakat şunu da demeden geçmeyeyim,
kapitalizm; güçlü bir algı operatörüdür, kendinizi koruyunuz!
fakat modern toplumda, yani 20.yy sonlarında peydalanan avm manıtığı, somut bir biçimde kapitalizmin toplumu etkileme yöntemlerinden birisi olarak kurgulandı. şöyle ki;
avmler tüketiciler ve tüketici adayları olarak insanları ikiye ayırdı. fakat bu aleni gerçeklik, avmlerin cazibezi ve şatafatlı camekanları arasında görünmez bir ayrım olarak kaldı. yani tüketiciler ve özellikle tüketici adayları, kendi misyonlarının farkında olmadan salına salına gezinir ve bir gün tüketici olabilecekleri (bkz:mertebe) ışığında süzülür halde buldular kendilerini.
bu hamle ile sistem, insanların gelir dağılımının eşitsizliği konusunda kafa yormalarının önüne geçebilmiş oldu.
her tüketici adayı, tüketiciler ile aynı havayı solumanın rehaveti ile onlardan olduklarını sanmaya başladı. bu halde; mağazaların belirli dönemlerde, stok fazlası ürünleri ucuzlatarak halkı çekmesi ise, rehaveti derinleştiren bir strateji olduğu gerçeğine vardırdı bizi.
başka bir başlık altında, daha iyi incelenmesi gereken bir konu olarak burada kesmekte fayda olduğunu düşünmekteyim. fakat şunu da demeden geçmeyeyim,
kapitalizm; güçlü bir algı operatörüdür, kendinizi koruyunuz!
Öyle uzanıyordu karşımda, uykuya geçer bir hali vardı ama sanki uyumak için değil de, bizi izlemek için uzanmış bir hali vardı. Hiç seslenmedim bende, rahatsız etmedim. İlla uykuya dalacaktır dedim. Biraz zaman geçti ve dediğim oldu, kendi amacından sapmak zorunda kalacak kadar yorgundu. Uyuyakaldı. Eli yastığının altında, güzelliği her hücresinde öylece uyudu kaldı. Durum değerlendirmesi yapmak zorunda bıraktı beni. Onu alıp, çift kişilik olan ama tek kişinin zor uyuduğu yatağa gitmek zorunda hissettim kendimi. Çünkü bizi izlemeye devam ediyordu, emindim. Beni görmese bile oturduğum hislerimden emindi. Hislerim kendini saklamayı pek bilmez, illa gösterirler kendilerini. Ama mutluydum ben onlarla, o anlamasa da. Çünkü beni severdi ama hislerim ile bir sıkıntısı vardı. Yatağa götürme niyeti de, benim hislerimden arındırmak ile alakalıydı. Onlarla kalmamdan huzursuz olur, arındırmaya çalışırdı beni. İnat etmezdim bende genelde, onları odada bırakır, sığamadığımız yatağımıza giderdim. Çok zamanlar uykuya dalmak için kanımın hızlı akmasını sağlayanlara ihtiyaç duyardım o yatakta. Ama kitaplar okuyarak, zamanı ve kanı yavaşlatarak uyuduğum da olmuştur. Ama istisnalar kaideyi bozmazdı. Uyumak için çaba harcamak gerekiyordu beni için artık.
Bu duyguya alışalı epey zaman oldu, hatırlamıyorum bile uyumak için bir şeylere ihtiyaç duyduğum günü. Uyumadığım gün yoktur, rüya görmediğim günler gibi. İnsanlar her gece rüya görürler ama uyandıklarında hatırlamazlar tabusunu yıkmanın güçlülüğü ile uyanırım her sabaha. Bu güç, gördüğüm rüyanın dramatikliği ile karşılaşınca kendini derin sulara bırakan bir yük gemisi gibi bırakır hep kendini. Bu hiç değişmedi, o ilk günden beri. Zamanı hatırlamasam da, bunu unutmak mümkün olmadı. Bende unutmak için mücadele etmedim. Önceleri rüyalarımı hatırlamamaya uğraşmışlığım, rüya görmemeyi umut etmişliğim vardı, ama artık biriktiriyorum. Mesela bu sürece gelmeden önce bir gece, kocaman bir gökdelenden aşağıya sevdiklerimi kurtarmak için atlamışlığım vardı. Onurlu bir düş bu bence. Belirli yaşanmışlıklar sonunda, hiç böyle şeyler görememeye başladım. Çoğu hüzünlüdür… melankolik bir hava yaratmaya çalışmıyorum, gerçekten böyle. Hiç kahraman olamadım o günden sonra. Hiç uyanamadım hatta. O kadar sardı ki çevremi gerçeklikler, kahramanları değiştirdim. Benden başka herkes özne olmaya başladı. Benden gayrı herkes mutlu kaldı.
gülmeyi dahi unuttuk ulan. Tamam, değişmekten korkmuyordum ama mutlu olamamayı getirmemiştim hiç aklıma. Kopuk oldu mesele biraz ama merak buyurmayın, toparlayacağım.
ben sadece onun eli yastığın altında, her hücresi güzel bir biçimde karşımda uzanmasını dilerdim. Olmadı… şundan veya bundan. Çok sebebi, binlerce sonucu oldu bu isteğin. On binlerce yanlış, bazen bir doğruyu götüremez. Sonuçta öss veya lys-ygs-kpss-ales-yds, -adı her neyse o sınavlardan birinde değiliz. Bende rüyalarım, gerçekliklerim ve yaşanmışlıklarım ile dımdızlak kaldım. Bir kaybeden öyküsü değil bu, karşında uzanana bir iki kelam. ama kaybettiğini bildirerek uzanana sitem etmekten başkası da, yalan.
Bu duyguya alışalı epey zaman oldu, hatırlamıyorum bile uyumak için bir şeylere ihtiyaç duyduğum günü. Uyumadığım gün yoktur, rüya görmediğim günler gibi. İnsanlar her gece rüya görürler ama uyandıklarında hatırlamazlar tabusunu yıkmanın güçlülüğü ile uyanırım her sabaha. Bu güç, gördüğüm rüyanın dramatikliği ile karşılaşınca kendini derin sulara bırakan bir yük gemisi gibi bırakır hep kendini. Bu hiç değişmedi, o ilk günden beri. Zamanı hatırlamasam da, bunu unutmak mümkün olmadı. Bende unutmak için mücadele etmedim. Önceleri rüyalarımı hatırlamamaya uğraşmışlığım, rüya görmemeyi umut etmişliğim vardı, ama artık biriktiriyorum. Mesela bu sürece gelmeden önce bir gece, kocaman bir gökdelenden aşağıya sevdiklerimi kurtarmak için atlamışlığım vardı. Onurlu bir düş bu bence. Belirli yaşanmışlıklar sonunda, hiç böyle şeyler görememeye başladım. Çoğu hüzünlüdür… melankolik bir hava yaratmaya çalışmıyorum, gerçekten böyle. Hiç kahraman olamadım o günden sonra. Hiç uyanamadım hatta. O kadar sardı ki çevremi gerçeklikler, kahramanları değiştirdim. Benden başka herkes özne olmaya başladı. Benden gayrı herkes mutlu kaldı.
gülmeyi dahi unuttuk ulan. Tamam, değişmekten korkmuyordum ama mutlu olamamayı getirmemiştim hiç aklıma. Kopuk oldu mesele biraz ama merak buyurmayın, toparlayacağım.
ben sadece onun eli yastığın altında, her hücresi güzel bir biçimde karşımda uzanmasını dilerdim. Olmadı… şundan veya bundan. Çok sebebi, binlerce sonucu oldu bu isteğin. On binlerce yanlış, bazen bir doğruyu götüremez. Sonuçta öss veya lys-ygs-kpss-ales-yds, -adı her neyse o sınavlardan birinde değiliz. Bende rüyalarım, gerçekliklerim ve yaşanmışlıklarım ile dımdızlak kaldım. Bir kaybeden öyküsü değil bu, karşında uzanana bir iki kelam. ama kaybettiğini bildirerek uzanana sitem etmekten başkası da, yalan.
herkesten yeteneğine göre emek alıp, herkese ihtiyacı kadar ücret verilecek olan ekonomik sistem.
sosyalizmden farkı, emeğine göre ücret vermiyor oluşudur. fakat cümle anlam düşüklüğü barındırıyor olsa da, ihtiyaca göre ücret vermek konusu daha kapsamlı ve ihtiyaç hiyerarşisinin iyi tahlil edildiği bir biçim üzerinden şekilleneceği için, bilakis daha fazla zenginlik barındırır.
ütopik değerlendirilişi kapitalizmin tahayyülü kısıtlayışından kaynaklanmaktadır. bir de komünizme geçebilmek için, sosyalist bir devrimin aynı anda tüm dünyada olması gerektiği gibi bir durum -altını çizerek, üstüne basarak, tırnak içine alarak söylüyorum- yoktur. bu bakış komünizmi distopikleştirir hatta.
kapitalizmin bireye biçtiği ve aslında güdülerinde var olmayan; kar hırsı, rekabet, risk almak gibi özelliklerin arındırılması evresidir sosyalizm. marx; sosyalist devrimi zorunlu kılışını, devlet aygıtını yıkabilmek için yeni insanın yaratılması gerekliliğine de dayandırır. anarşizmden temel kopuş noktasıdır ve kapitalist kuşaklar var olduğu sürece sınırları kaldırmak, ancak kan dökülmesine yol açar diyerek eleştirir bakunini. yeni insanın yaratılışı ile birlikte, komünizm bir sonuç olarak doğacaktır. öncesi sosyalist iktidardır.
sosyalizmden farkı, emeğine göre ücret vermiyor oluşudur. fakat cümle anlam düşüklüğü barındırıyor olsa da, ihtiyaca göre ücret vermek konusu daha kapsamlı ve ihtiyaç hiyerarşisinin iyi tahlil edildiği bir biçim üzerinden şekilleneceği için, bilakis daha fazla zenginlik barındırır.
ütopik değerlendirilişi kapitalizmin tahayyülü kısıtlayışından kaynaklanmaktadır. bir de komünizme geçebilmek için, sosyalist bir devrimin aynı anda tüm dünyada olması gerektiği gibi bir durum -altını çizerek, üstüne basarak, tırnak içine alarak söylüyorum- yoktur. bu bakış komünizmi distopikleştirir hatta.
kapitalizmin bireye biçtiği ve aslında güdülerinde var olmayan; kar hırsı, rekabet, risk almak gibi özelliklerin arındırılması evresidir sosyalizm. marx; sosyalist devrimi zorunlu kılışını, devlet aygıtını yıkabilmek için yeni insanın yaratılması gerekliliğine de dayandırır. anarşizmden temel kopuş noktasıdır ve kapitalist kuşaklar var olduğu sürece sınırları kaldırmak, ancak kan dökülmesine yol açar diyerek eleştirir bakunini. yeni insanın yaratılışı ile birlikte, komünizm bir sonuç olarak doğacaktır. öncesi sosyalist iktidardır.
kapitalizmin ucuz emek gücü arayışı dönemlerinde arayıpta bulamadığı güzellikte bir faşizm sloganıdır kendisi. hoş, arayıp buldukları için sloganıdır zaten de, işte laf salatası benim ki.
benim anlamadığım ise; insan sevmemek için sebebe ihtiyaç duymak zorunda değil mi?
şimdi, sebep muhakkak var ve sevmiyor x kişisi. ama 'memleketin ne kadar kötü toprakları var', 'ne kadar berbat bitkiler', 'ben hayatımda bu kadar kötü bir ağaç görmedim', 'böyle ülke sınırı mı olur?' gibi basitleştirerek söylediğim sebeplerden dolayı nefret etmiyor ki.
başka bir pislik var işin içerisinde. kapitalizmin kapsayamaması var, eşitsiz gelişim var, eğitim var, kültürel birikim var, din var,milliyetçilik var, en önemlisi sömürü var. yani anlayacağımız, var oğlu var!
peki sen bu maddi sebepleri ortadan kaldıramadan - ki kapitalizmi ortadan kaldırmaktır bu- neyi, nereye terk ettiriyorsun?
kapitalizm ihtiyaç duymasa, kimseyi 'ya sev ya terk et' ikileminde bırakmaz, ama kapitalizm o slogansız ayakta da kalamaz. ucuz emek gücünü gökten getirecek değiller ya?
'ya sev ya terk et' dedirttirecek ki, türkün 10 liraya çalışmadığı inşaatlarda 10 liraya çalışmak için yalvaran kürt emekçisini bulabilsin.
suriyeli mültecilerin duasıyla %5 büyüdük diyen orman bakanı veysioğlu, o büyümenin dua ile değil, suriyeli mültecilerin ücretlerinden el koydukları artı değer sayesinde olduğuna emin, ama bunu ifşa edecek hali yok ya! onun için din ile sosluyor ki, emekçi uyumaya devam etsin!
kapitalizmin en kullanışlı entürmanlarıdır, milliyetçilik ve din. üstteki haber, bu enstürmanların ne kadar pervasız dillendirilebildiğine fevkalade bir örnek.
onun içindir ki ;
ya sev ya terk et değil, o kadar sev ki terk etmek zorunda kalsınlar.
benim anlamadığım ise; insan sevmemek için sebebe ihtiyaç duymak zorunda değil mi?
şimdi, sebep muhakkak var ve sevmiyor x kişisi. ama 'memleketin ne kadar kötü toprakları var', 'ne kadar berbat bitkiler', 'ben hayatımda bu kadar kötü bir ağaç görmedim', 'böyle ülke sınırı mı olur?' gibi basitleştirerek söylediğim sebeplerden dolayı nefret etmiyor ki.
başka bir pislik var işin içerisinde. kapitalizmin kapsayamaması var, eşitsiz gelişim var, eğitim var, kültürel birikim var, din var,milliyetçilik var, en önemlisi sömürü var. yani anlayacağımız, var oğlu var!
peki sen bu maddi sebepleri ortadan kaldıramadan - ki kapitalizmi ortadan kaldırmaktır bu- neyi, nereye terk ettiriyorsun?
kapitalizm ihtiyaç duymasa, kimseyi 'ya sev ya terk et' ikileminde bırakmaz, ama kapitalizm o slogansız ayakta da kalamaz. ucuz emek gücünü gökten getirecek değiller ya?
'ya sev ya terk et' dedirttirecek ki, türkün 10 liraya çalışmadığı inşaatlarda 10 liraya çalışmak için yalvaran kürt emekçisini bulabilsin.
suriyeli mültecilerin duasıyla %5 büyüdük diyen orman bakanı veysioğlu, o büyümenin dua ile değil, suriyeli mültecilerin ücretlerinden el koydukları artı değer sayesinde olduğuna emin, ama bunu ifşa edecek hali yok ya! onun için din ile sosluyor ki, emekçi uyumaya devam etsin!
kapitalizmin en kullanışlı entürmanlarıdır, milliyetçilik ve din. üstteki haber, bu enstürmanların ne kadar pervasız dillendirilebildiğine fevkalade bir örnek.
onun içindir ki ;
ya sev ya terk et değil, o kadar sev ki terk etmek zorunda kalsınlar.
Öss –o zaman ki adı ile- açıklanma zamanları, içerden çıkmış babam. Boktan bir yerin, boktan bir bölümüne kayıt yaptıracağımı öğrendiğim ilk gün, mahallenin internet kafesinde gözlerim dolu dolu açtım sonuç sayfasını. Öğrendiğimde ilk reaksiyonum, 'kurtuldum' olmuştu. Yanımda bir arkadaşım var, o da kendi sonuçlarına bakmaya çalışıyor. Öğrendik ikimiz de bir yerlere yerleştiğimizi. Onun sevinci, istemediği ilde, istediği bölümü okuyacak olmasıydı. Ben istemediğim bir bölümü, istemediğim bir okulu, can atarak kucaklıyordum. Babam abimin okuluna kayıt yaptırırken onunla gitmişti, yerleşmesine yardımcı olmak için falan. Usulen benimle de gelmek zorunda kaldı. Cebinde nerden olduğunu bilmediğim bir miktar para ile, düştük yollara. Gittiğim yerde yaşamam mümkün değildi, ben küpe takıyordum bir kere, beni kabul etmezlerdi ki. Kavga ederdim herkesle kesin. Evler ucuzdu ama insanlar bana o ucuz evlerini vermezlerdi ki. Babam küpelerimi çıkarttırdı ve çok fazla konuşmamam gerektiğini söyledi. Belli ki 'dereyi geçene kadar ayıya dayı diyecektik'. Bana pek konuşma fırsatı kalmadan, bir mezarlığın hemen dibinde, babamın tanıdıklarının yönlendirdiği bir adamın evini tuttuk. Adam ile hep babam muhatap oldu. Ben kiradan kiraya görecektim adamı. Tuttuk evi ve içeride sadece yatacak iki koltuk, bir buzdolabı, bir televizyon, bir ocak, bir de ocağı yakacak tüp vardı. Babam makarna yaptı, peynirli. Yağ içinde yüzen makarnalar ve peynirler dünyanın en lezzetli yemeği gibiydi. Nasıl uyudum o gün hatırlamıyorum? Babam ertesi sabah erkenden gitti. Ben ve artık sahibi olduğum saçma sapan bir evim vardı. Cebimde borç harç biraz para vardı. Koşa koşa en yakın büfeye koştum, okula falan gitmek gibi bir gayem yoktu. Epey bira aldım kendime, evimde ayaklarımı uzatıp, çekmeyen televizyona bağladığım saçma sapan kablo ile trt falan izleyecektim. O salak alet çalışmayınca, radyoyu hoparlöre alıp, ne çıkarsa dinlemeye başladım. O zamanlar ki telefonların en iyi özelliğiydi bu bence. Öğleden sonra olduğunda sızıp kalmışım. Kalktığımda salak gibiydim. Buz gibi su ile duş falan alıp, yaşayacağım yeri tanımaya çıktım. Küpelerimi taktım önce, sokakta bana ters ters bakanları fişleyecek, oradakiler ile sohbet etmeyecektim. Bana samimi davrananlar ile alışveriş yapacak, onlar ile ilişki kuracaktım. Öyle de yaptım. Ne kadar absürt reaksiyonlar aldım, anlatsam aklınız durur. Birkaç gün böyle geçtikten sonra okula gitmeye karar verdim. Kimdi arkadaşlarım merak ettim. Birçoğu ile sohbet dahi etmedim. Kendimce birilerini arıyordum, neden bilmiyorum? konuşmaya, anlatmaya ihtiyaç duyuyordum. Bir anarşist ile tanıştım o filtre sonrasında veya denk geldi bilmiyorum. Bir şekilde kendi evimdeki tüpü çalıp, onun evine yerleştim biraz zaman sonra. Ev arkadaşım ve yeni evim oldu. Hem de daha ucuzdu. Babama bir sürü şikayet telefonu gelmiş benimle ilgili, ama o ne bana söyledi bunu o zamanlar da, ne de zararı karşılayabildi maddi olarak. Sanırım adam da, bir tüp ve yarım kira için bu kadar dert etmedi kendine durumu. Konu kapandı gitti. Ev arkadaşım ile çok iyi anlaştık önceleri, sonra parasızlık geldi çattı. Babamlar bir lira gönderemiyorlar bana ve bende talep edemiyorum. Kredim yatana kadar ne yapıp edip sevdirdim kendimi ve her borcumu ocak ayında yatacak olan devlet kredisine erteledim. Kendimi sevdirmeyi hiç istemezdim mesela, ama beni sevmeseydi anarşist de kabul etmezdi ona kira veremeyişimi. Paran yoksa eğer, çektiğim otostopta dahi, paran yerine sohbetin vardır. Bindiğin araçta uyumak lükstür ve bu lüksü kimse karşılamaz. Arabasına alan insan o gibi ve onun istediği kadarını bekler senden. Paran yoksa, onun istediği kadarsındır yani. Bu düzende böyle olmak zorunluluğu devlet garantisindedir. Neyse uzatmayayım, anarşist ile kitaplar okuyor, okuduğumuz kitaplarda teorik tartışmalar yapmaya başlıyoruz. Teorik dediysem, öyle Bakunin, Proudhon falan tartıştığımızdan değil. Orwell tartışıyoruz, Sovyetler eleştirisi üzerine falan konuşuyoruz. Yani anti-sosyalizm propagandası üzerinde dönüp duruyoruz. Zaten bizim anarşistinde istediği bu. Bir yere varmadı tartışmalarımız, ne ben anarşist oldum, ne o komünist. Yani bende komünist değildim ama olsun işte değiştiremedik birbirimizi. Sonunda üçüncüyü aldık eve. Ortalık kızıştı o günden sonra iyice. Ben kirayı veremeyince uzunca, olaylar oldu. Bulaşığı yıkadım evde, temizlik kitlendi bana hep falan. İş buldum kendime, haftalık yetmiş liraya. Asgari ücretin 1%4'ü ne tekabül ediyor o zamanlar. Ama kira falan çıkacak işte. Ev arkadaşlarım ile problemler büyüyünce, evde hep bir kriz yaşandı ve beni gönderemeyince evden, eşyalara sahip olmalarına rağmen çıkıp gittiler. Bana bir yorganım, bir halım, bir de elbiselerim kaldı. Kış günü fotoğrafçı olarak çalıştığım dükkandan aldığım, küçücük soba ile kaldım, bok çuvalı gibi. Yoktu param ve hiç olmayacaktı ihtiyacım olduğu kadarı. Onlar evden eşyaları alırken, ben işteydim ve akşam manzara ile karşılaştığımda çöküp kaldım evin ortasında. Ama güçlü kalmam gerekiyordu. Kalan birkaç eşyayı almaya geldiklerinde eve, onları, borca aldığım ufak rakım ve pet bardağım ile karşıladım. Birkaç söz dalaşı dışında olay çıkmadı. Gittiğinde tüm eşya ve insanlar ağladım hüngür hüngür. O güçlü durmaya çalışmalar çok yormuştu bedenimi. Parasızdım çalışmama rağmen ve daha zor bir süreç vardı önümde artık.
Çalıştım birkaç zaman, kiramı falan verebildim ama böyle gitmeyecekti, durum belli. Ev sahibi için çalışmak bir yere kadardı. Sonuçta bir sevgilim ve bir alkol ihtiyacım vardı. O zamanlar uzak mesafe ilişkisi yaşıyorum. Oğuz atay şey der hani; 'yüreğinde bir yer açıp oraya oturttuğun her kimse, seninle birlikte gider her yere'. Bu kafadayım o sıra. Yanlışlayacağımdan değil, sadece o günkü durumumu betimlemeye çalışıyorum. Şimdi bir itirafta bulunayım, ne kadar zor hayatım olsa da, bir kadın olmadan geçirdiğim zaman olmadı. Bununla mı telafi ettim durumu bilmiyorum şimdi? Onlara mı sarıldım, bilmiyorum? Yoksa Fruedyen bir hastalığım mı vardı? Gerçekten bilmiyorum hala. Belki de hala vardır. Şu an kulağımda güzel sesli bir kadının sesi çalıyor. Bu şarkıyı söyleyen kadının teyzesiydi o zaman ki sevgilim. Bu şarkının sahibi kadını hepiniz tanırsınız diye söylemekten kaçınıyorum. Mevcut sıkıntılarım, ailem ile yaşadıklarımın üstüne çıkmaya başlamıştı o zamanlar. Unutmaya başlamıştım orada yaşadıklarımı. Çünkü gerçek problemlerin müsebibi olarak sadece ben vardım artık. Birkaç tanıdık vesilesiyle, güzel bir evde güzel bir oda buldum kendime. Daha stabil bir hayatım oldu bu sürede. Uzak mesafe ilişkimin yanına gittim bende işler yolunda gidince. Orada birkaç özlem dolu gün ve şipşaklardan uzak olmak iyi gelecekti. Keza böyle de oldu, iyi bir tatil gibiydi. Annemden haber geldi o sıra, abim yurt parasını ödeyememiş, babamda da para yokmuş. 'Ne yapsak oğlum'muş? Lan ben zaten bataklıktan şimdi çıkmışım nefes alma seviyesine. Haber mi aldınız? diyemedim. Ama öfkem artmaya başladı. Günah keçisi olmak çok yordu beni. elimde ne var ne yok gönderdim abime. Annem o sıra evde ördüğü el işi lifleri falan satmak için kapı kapı gezmeye başlamış. Bunları sonradan öğrendiğimde ölmek istedim, ama ölemedim. Satmış birkaçını, göndermiş abime para. Babam perişan durumda alkole dayamış sırtını. Koskoca ev, kalmış annemin sırtında. Bir taraftan babamı düzeltmek, bir taraftan çocuklarını okutmak zorunda hissediyor kendini. Ben bir kuruş almadım ailemden o süreçte de. Abim almış, ama hiç yadırgamadım. Almalı zaten. Yani nasıl geçinecek ki başka? Ben okul ile bağı kestim neredeyse, sabah akşam çalışıyorum. Sabah pizzacıda, akşam da mantar deposundayım. İyi para geçiyor elime. Ama ne uyku var, ne de sevgiliye ayıracak zaman. Okulu bu listeye dahi almadım. Bir şekilde olmuşum konsolide, birkaç daha gittim uzun mesafe ilişkimin yanına. Sonra geçti zaman ve ben ne bu kadını mutlu edebildim, ne kendimi, ne ailemi. Dayanamadım bu kasvete ve döndüm bizimkilerin yanına. Dönmemin arifesinde bir başka kadın ile tanıştım ve asıl hikayelerin çetrefillisi burada başladı benim için. Koca yaz aylarını, bu tanıştığım kadını düşünerek geçirdim. O sıra sevgilimle de ayrılmaya çalıştım fakat o cesareti bulamadım. Ben öyle konuşup ayrılacak cesarette bir adam değilim, kaçarım en fazla. Birkaç ucuz denemem oldu vicdanen ama yiyemedim o boku. Bu sırada geçen zaman, babamın parklarda, arkadaşlarımın beni çağırıp toplattıracak seviyede alkolik olmasına tekabül etti. Babam dediğim adam beni utançlara gark etmekten başka bir işe yaramıyordu. Tamam bende içmek istiyordum, içki güzeldi benim içinde ama bu sonuca varmak mı zorundaydı? Utançlar içinde götürdüm onu bir keresinde eve. Sövdüm, saydım. İçimi döktüm. Piç kurusu, sarhoş olduğu için, hatırlamadı ertesi gün gece ettiğim feryadları. Bende sarhoş olacaktım artık. Karar vermiştim o gün. Madem dünya hatırlamayınca güzeldi, bende hatırlamayacaktım. O gün 'gen' meselesi ile yüzleşmeye başladım.
1996 yapımı bir türk filmi kendisi. o zamanın çocukları muhakkak hatırlarlar. münir özkul, aydan şener, toprak sergen gibi oyuncular oynarlardı. beni ilgilendiren, bu toprak sergen denilen hergelenin o zamanlar beni etkilemiş olmasıydı. şule'yle ilişkisi vardı uygar denilen elemanın. ama uçarı kaçarı bir burjuva çocuğuydu falan. saçlar, küpeler, -yamulmuyorsam- grand cherokeeler falanla aklımızı almıştı. yani benim almıştı. ilkokul, bilemedin ortaokul zamanlarındayım ben o sıra.
be hey!! bir intihar sahnesi vardı, o ölümü ensturmanlaştırma eylemini shopenhauer yapamaz. tabi şimdi bizim oyunculuklar meselesi epey kötü olduğundan mütevellid, oyuncunun veremeyeceği duyguyu yönetmen müzik ile verdirtir. oyuncudan alamadığın deri orgazmını, müzik desteği ile ondan almış gibi olur saftirik izleyicimizde. işte ucuz numaralar falan. ama sonuç veriyor mu? veriyor. bak bilmem kaç zaman geçmiş üstünden, çocuğumun adını 'uygar' koymayı düşünüyorum. gerçi bunun toprak sergen ile bir alakası olmayabilir. gerçi benim hiç çocuğum olmaya da bilir. ama uygarlık kavramından önce 'uygar' meselesini bu arkadaştan öğrenmiş olmam beni bu düşünceye itmiş de olabilir. bunlar bir takım zihin bilmeceleri. şimdi bunun zamanı değil.
hadi şarkı dinleyelim.
be hey!! bir intihar sahnesi vardı, o ölümü ensturmanlaştırma eylemini shopenhauer yapamaz. tabi şimdi bizim oyunculuklar meselesi epey kötü olduğundan mütevellid, oyuncunun veremeyeceği duyguyu yönetmen müzik ile verdirtir. oyuncudan alamadığın deri orgazmını, müzik desteği ile ondan almış gibi olur saftirik izleyicimizde. işte ucuz numaralar falan. ama sonuç veriyor mu? veriyor. bak bilmem kaç zaman geçmiş üstünden, çocuğumun adını 'uygar' koymayı düşünüyorum. gerçi bunun toprak sergen ile bir alakası olmayabilir. gerçi benim hiç çocuğum olmaya da bilir. ama uygarlık kavramından önce 'uygar' meselesini bu arkadaştan öğrenmiş olmam beni bu düşünceye itmiş de olabilir. bunlar bir takım zihin bilmeceleri. şimdi bunun zamanı değil.
hadi şarkı dinleyelim.
efsanelerde bugündür kendileri. saygıyla...
muhakkak zor koşullarda yaşamak zorunda kalıyorlar fakat bu zor yaşam meselesi kişinin tercihiymiş gibi bir algı epeyce yaygın! önce böyle düşünenlerin kafalarına vura vura öğreteceğiz, 'tercih değil yönelim' diye. sonra bu cinsel yönelim meselesine dair toplumu bilinçlendirmeye dönük kampanyalar yapacağız. YETMEZ! her iş kolunda yer alabilecekleri bir yasa çıkaracağız. yetmez! çünkü o bireyi hiçbiri özgürleştirmez. bunları yapacak olan kapitalist devlet az, hatta epey az. parmakla falan çok rahat sayarsınız.
kapitalizmin kudreti lgbti bireylerini özgürleştirmeye yetmez. dünyanın neresine giderseniz gidin, cinsel yönelimi dolayısı ile toplum nezdinde marjinalize edilmemiş birey sayısı neredeyse yoktur. o yönelim ve/veya kimlik saklanmak zorunda kalır, hatta kalıyor.
toplumsal eşitliğin sağlanmadığı koşullarda bireyin özgürlüğünden söz edebilmek mümkün değildir!
toplumsal eşitliğin temel öncülü ise; üretim araçlarının el değiştirmesidir! sosyalizm olmadan, hepimiz gibi, Lgbti bireyleri de özgürleşemeyecektir.
kapitalizmin kudreti lgbti bireylerini özgürleştirmeye yetmez. dünyanın neresine giderseniz gidin, cinsel yönelimi dolayısı ile toplum nezdinde marjinalize edilmemiş birey sayısı neredeyse yoktur. o yönelim ve/veya kimlik saklanmak zorunda kalır, hatta kalıyor.
toplumsal eşitliğin sağlanmadığı koşullarda bireyin özgürlüğünden söz edebilmek mümkün değildir!
toplumsal eşitliğin temel öncülü ise; üretim araçlarının el değiştirmesidir! sosyalizm olmadan, hepimiz gibi, Lgbti bireyleri de özgürleşemeyecektir.
18 haziran 2010 yılında ışıklara uzanan, portekiz komünist partisi üyesi yazardır. marksist edebiyatın en okunması gereken yazarlarından.
kabil kitabında tanrı ile kabil'i, -zaman kavramından bağımsız- bir yolculuğa çıkarır. noktasız cümleleler jose'den önce hiç bu kadar anlamlı olmamıştır.
kabil kitabında tanrı ile kabil'i, -zaman kavramından bağımsız- bir yolculuğa çıkarır. noktasız cümleleler jose'den önce hiç bu kadar anlamlı olmamıştır.
tek sorun mahallenin yanışının, orospunun duş sonrasına denk gelmesi ile alakalıdır. şimdi heidegger'de varlık zamanı tartışacak adam değilim ama bu denk gelişler evreni evren yaptı ulan. orospunun saç taramasına denk gelmesi mi absürd? neyse şimdi geyiğe vakit yok.
umursamaz olabilir mi insan? dayanabilir mi bunca adaletsizliğe, bunca sömürüye, bunca ezilmeye? peki bunca şey yaşamasa, bilebilir mi direnmenin gerekliliğini?
fatalist diyenin ecdadını gondiklerim ama, ortaçağ karanlığını yaşamayan insan giyotini bulabilir mi? bulamaz!
bizde en az orospumuz kadar saç tarar haldeyiz şimdi. içimiz kan ağlarken elimiz kolumuz bağlı bekliyoruz. yumruğumuzu sıktığımızda, dişlerimizin arasından fışkıracak olan öfkemizle bileniyoruz.
o orospunun saçını bahar güneşinde, küçük balkonunda, mahallede açan çiçeklere karşı tarayacağı günlere içiyorum! vicdanı orospu olmuş insanımsılara inat, mahallenin en güzel orospsuna içiyorum!
umursamaz olabilir mi insan? dayanabilir mi bunca adaletsizliğe, bunca sömürüye, bunca ezilmeye? peki bunca şey yaşamasa, bilebilir mi direnmenin gerekliliğini?
fatalist diyenin ecdadını gondiklerim ama, ortaçağ karanlığını yaşamayan insan giyotini bulabilir mi? bulamaz!
bizde en az orospumuz kadar saç tarar haldeyiz şimdi. içimiz kan ağlarken elimiz kolumuz bağlı bekliyoruz. yumruğumuzu sıktığımızda, dişlerimizin arasından fışkıracak olan öfkemizle bileniyoruz.
o orospunun saçını bahar güneşinde, küçük balkonunda, mahallede açan çiçeklere karşı tarayacağı günlere içiyorum! vicdanı orospu olmuş insanımsılara inat, mahallenin en güzel orospsuna içiyorum!
Kurt diye bir şiir yazmıştır bu zat, köpekle kavga edeninden hani. dikmiş karşı karşıya bu ikisini, doğurtmuş kurda kendi zebanisini.
al götür beni de be üstadım, al götür gittiğin en kötü yere. senin yanında olanlara götür beni de.
Köpek, diliyle içer suyu
Kurt, soluğuyla
Yüreğinin kokusunu taşır
Boynundaki kutup çiçeği
Öfkeli değil lacivert
Yırtıcı değil sıcak.
Kurt: büyük karbonun sesi
Karanlıktan çağlayarak
Atardamarıyla koşar,
Ulur gözlerinin arasıyla.
Kıt karınlı, iki mevsimli
Yazları kızıl kışları ak
Bir şimdiki zaman içinde
Belleğini örttükçe tipi
Unutuşun gri tipisi
Yorgun atların tarazlı tipisi
Ay tutulur gözlerinde
Kaçar ufuk
Bulanır gezegen.
Erzurum'da Horasan'da
Bütün kuzey yarıkürede
Çağlar boyunca kurt
Yekpare bir kemik halinde
Tek bir kurtta yaşadı
Sonra papağanlar geldi
Gözlüklü yılan Hint'ten geldi
Maymunlar Madagaskar'dan
Ornitorenk Avustralya'dan
Denizler büyüdü
Gece azaldı.
Kurt, soluğuyla içer suyu
Köpek, diliyle
Köpek: ılık profesyoneli
İpeğin, camın, korunun
Eti havayla dolu
Burnunda sinir, kıçında peri
Bakkal, tefeci, orospu
Hayvan hikayesi düzenlerin
Ve tanrının koyunlarını
Güden çobanın dostu
Ödleriyle öten kuşlar gibi
Havlaya havlaya kirlenir
Düşen kulaklarıyla birlikte
Buruşur sevinci
Ama diktiler mi kurdun karşısına
Ağzı cehennemleşir.
Kurt altı yavru doğurur
Köpek olur bunlardan biri
al götür beni de be üstadım, al götür gittiğin en kötü yere. senin yanında olanlara götür beni de.
Köpek, diliyle içer suyu
Kurt, soluğuyla
Yüreğinin kokusunu taşır
Boynundaki kutup çiçeği
Öfkeli değil lacivert
Yırtıcı değil sıcak.
Kurt: büyük karbonun sesi
Karanlıktan çağlayarak
Atardamarıyla koşar,
Ulur gözlerinin arasıyla.
Kıt karınlı, iki mevsimli
Yazları kızıl kışları ak
Bir şimdiki zaman içinde
Belleğini örttükçe tipi
Unutuşun gri tipisi
Yorgun atların tarazlı tipisi
Ay tutulur gözlerinde
Kaçar ufuk
Bulanır gezegen.
Erzurum'da Horasan'da
Bütün kuzey yarıkürede
Çağlar boyunca kurt
Yekpare bir kemik halinde
Tek bir kurtta yaşadı
Sonra papağanlar geldi
Gözlüklü yılan Hint'ten geldi
Maymunlar Madagaskar'dan
Ornitorenk Avustralya'dan
Denizler büyüdü
Gece azaldı.
Kurt, soluğuyla içer suyu
Köpek, diliyle
Köpek: ılık profesyoneli
İpeğin, camın, korunun
Eti havayla dolu
Burnunda sinir, kıçında peri
Bakkal, tefeci, orospu
Hayvan hikayesi düzenlerin
Ve tanrının koyunlarını
Güden çobanın dostu
Ödleriyle öten kuşlar gibi
Havlaya havlaya kirlenir
Düşen kulaklarıyla birlikte
Buruşur sevinci
Ama diktiler mi kurdun karşısına
Ağzı cehennemleşir.
Kurt altı yavru doğurur
Köpek olur bunlardan biri
sanatçıdan, şarkıcıdan, türkücüden bir fazlasıdır kendisi. bir kere ülke ol dedirtti bana, o gün bugündür dinlerim. iyi ki varlardandır. az olanlardandır, benim nazarımda saygı duyulanlardandır. sebebini bilen bilir, bana mohsen namjoo'yu hatırlatır.
Mustafa diyelim bana şimdilik, 80 milyonun ¼'üne tekabül ederim en azından. Toplumdan hissedebilirim kendimi ismim sayesinde. Belli ki beni dışlamaya veya kabullenememeye meyilli bir yapımız var. Yapımız var diyorum çünkü ben buradan birisiyim, burasıyım ben, buradayım. Modern değiliz falan yaftasında değilim yanlış anlaşılmasın, ağır bir dinci gerici saldırı altındayız. Yani bu sadece on altı yıllık bir mesele değil. Tarihsel olarak içinde bulunduğumuz coğrafya hep bir adım ileri iki adım geri mantığı ile yürüdü, yürümeye devam ediyor. İlk çağ filozoflarını da çıkardı bu topraklar, orta çağ karanlığını da yaşadı her hücresinde. Hadi mevcut tarihsel referansımız olan cumhuriyet tarihimize bakalım, o da farksız değil bu yaşananlardan. Eksikli dahi olsa bir uzun atlama ile toprak paylaşım savaşları sırasında koruduk ön bahçemizi, ama bacadan başka bir istila geleceğinden bi haber gibi davrandık. Bilip bilmemezlikten geldik. Böyleyiz biraz, kültürel çeşitlilik var kültürümüzün kendisinde. Fakat başımıza gelenler kültürel çeşitliliği korumak adına olmadı, sadece bıçağımız kesmedi o zaman, silahımız sıkmadı, dilimiz lal, kulaklar sağır, gözler kör kaldı. Ekonomik koşulları vardı bu üç maymunu oynayışın. Hak verip vermemekten bağımsız söylüyorum bunları. Somut durum işte. Böyle böyle geldik 21.yy'a. Girizgah bir hayli uzun oldu farkındayım, uzatmak maksadında değilim. Bizim söküp atamadığımız gericilik, o günden bugüne bir şeyleri, bir yerlerde, bir şekilde kapsattırmıyor bize. Hepimiz aynı olalım demiyorum, sakin olun şampiyonlar. Farklı oluşların buluştuğu zemine kavuşalım diyorum. Bu zemin mevcut düzen içerisinde herhangi bir siyasi özne ile mümkün dahi değil diyorum sadece. O başka mesele. Ben şimdi asıl konuya geleceğim. Efsane ayrıksı bir adamdan bahsedeceğim. Yani toplumun onu marjinalize etmesine gerek olmayan, onun bir şekilde marjinalleştiği kişiye. Bile isteye değildi bu, ama yaşanırdı. Gözlerim ile gördüm bunları. Komünistler ile birlikte mutlu olamayan, faşistin komünist diye ittiği, dincinin alevi, alevinin allahsız, allahsızın da kuralsız diye dışladığı bir adam. Anarşistin sosyalist olmakla, liberalin anarşist olmakla yaftaladığı birisi. Biraz Foucault tarzı oldu gibi, yani kendisi belki de biraz etkilenmişti Foucault'tan onu bilemem ama bildiğim onun ideolojilerden bağımsız hareket edilemeyeceğine emin oluşuydu. Yani Foucault'tan da ayrılıyordu bir şekilde. Bu onun kafasının mı karışıklığındandı bilmem?
Bir şizofren babası, melek bir annesi, pamuk bir babaannesi, kötü gün adamı bir amcası vardı. Bildiklerim bunlar geçmişinden, zaten ben varken onun yanında, hayatına girenleri yazsam okumaya hevesi olan da orada bırakır. Bunları neden anlattığımı unuttum şimdi, kendimi de biraz kötü hisettim. Bu adama başka bir zaman daha detaylı anlatacağıma emin olabilirsiniz. Neyse kurtuldu gidenler, yani en azından bazıları için kurtuldu diyebiliyorum.
Bir şizofren babası, melek bir annesi, pamuk bir babaannesi, kötü gün adamı bir amcası vardı. Bildiklerim bunlar geçmişinden, zaten ben varken onun yanında, hayatına girenleri yazsam okumaya hevesi olan da orada bırakır. Bunları neden anlattığımı unuttum şimdi, kendimi de biraz kötü hisettim. Bu adama başka bir zaman daha detaylı anlatacağıma emin olabilirsiniz. Neyse kurtuldu gidenler, yani en azından bazıları için kurtuldu diyebiliyorum.
kıyı likya bölgesinde bulunan liman yerleşimleridir. doğudan batıya doğru şöyle sıralanmaktadır;
ıdyros-phaselis-korkyros-olympos-posidarisus-gagai-malenippe-phoinikos-anriake-simena-teimiusa-aperlai-antiphellos-kalamaki-phoinike-patara-pydnai-artymnessos-kalabantia-karmylessos-telmessos-kyra-lissa-lydia.
güneye yerleşmek isteyen yurdum insanının, geleceği yeri tanıması önemli. bu liman kentlerinin birçoğunun küçük ölçekli olduğunu ayrıca belirtmek isterim.
-sahil kasabasına gidip yerleşelim moruk yeaa?
türünde densizliklerin ortadan kalkıp, araştırmaya teşvik edeceğine inandığım bu giri ile, bu yerleşimlerin bugünkü isimlerine ulaşmanız internet ile pekala mümkündür. keyifli göçler ve/veya gezintiler dilerim.
ıdyros-phaselis-korkyros-olympos-posidarisus-gagai-malenippe-phoinikos-anriake-simena-teimiusa-aperlai-antiphellos-kalamaki-phoinike-patara-pydnai-artymnessos-kalabantia-karmylessos-telmessos-kyra-lissa-lydia.
güneye yerleşmek isteyen yurdum insanının, geleceği yeri tanıması önemli. bu liman kentlerinin birçoğunun küçük ölçekli olduğunu ayrıca belirtmek isterim.
-sahil kasabasına gidip yerleşelim moruk yeaa?
türünde densizliklerin ortadan kalkıp, araştırmaya teşvik edeceğine inandığım bu giri ile, bu yerleşimlerin bugünkü isimlerine ulaşmanız internet ile pekala mümkündür. keyifli göçler ve/veya gezintiler dilerim.
papaz eriğini imam eriğine çevirme diye projelerin üretildiği cağnım memleketimin bu listede olmama ihtimali bile dünyadan, yaşamdan, uzaydan umudu kesmemize neden olabilirdi. neyse ki listedeyiz de içimiz rahat.
lisans bitirme çalışmalarının copy-paste'den ibaret olduğu, yüksek lisans tezleri için 'yardımcı' şirketlerin kurulduğu, doktora tezlerinde dinciliğin gericiliğin kol gezdiği, hatta ve hatta hitler'in sosyalist olarak anıldığı somut örneklerin olduğu göz önüne alınırsa, ilk üçte yer almak onur kırıcı olmuş. kurucusu olmamız lazımdı.
lisans bitirme çalışmalarının copy-paste'den ibaret olduğu, yüksek lisans tezleri için 'yardımcı' şirketlerin kurulduğu, doktora tezlerinde dinciliğin gericiliğin kol gezdiği, hatta ve hatta hitler'in sosyalist olarak anıldığı somut örneklerin olduğu göz önüne alınırsa, ilk üçte yer almak onur kırıcı olmuş. kurucusu olmamız lazımdı.
daha doğduğu, ne olduğunu bilmediği zamanlar da tanışmış yalan ile ali, yani bizim ali. doğduğunda kendisi ile akran sayabilecekleri topluma gelmiş olan ali, ağabeyinden bir sene üç ay sonra doğuyor. nüfus kayıt meselesinde ilk çocuğun heyecanını tadan ailesi, nüfusa koşmaya gerek yok diye, beş ay sonra çıkartıyor vesikalığını. derdi ki; sanırım abimin oluşu, hayatta her şeyi taklit edebilmeyi öğretti bana. özgün olamadan büyüdüm ben. hatırladığı yaşlarına daldığında, hep yapılanı taklit edişini anımsarmış. abisi tuvaletin lambasını annesinin terliği ile açtı diye, terliğin ayağa giyilebilmesinin dışında bir işlevi olduğunu öğrenmiş. sonra gururuna tuvalet ışığını yakamamayı dert edindiği zamanlar da annesinin terliğini kullanmış. elime o zaman banyodaki çekpasın sopasını alıp ışığı açsam hayatım böyle olmaz derdi. çekpası çekpas, buzdolabını buzdolabı olarak kullanmış. birisi öğretecek de, bizim ali'de işlevi dışında bir eşyaya hükmedecek! kimse evin antresine su döküp sabunlamasa, evin bir ucundan diğer ucuna kayarak gitme zevkini tadamayacak. kimse kovalamasa onu, koşmanın hatta kaçmanın zevkini tadamayacak. 'abim gitmese okula sanayideydim şimdi, belki usta olurdum ustamı izleyip' diyor bazen. usta olmasa çevresinde usta olamayacak! buna rağmen, 'abisinin okulu'na yazıldığında ilk kez, taklit etmediği bir atmosferde buluyor kendini. abisi ile aynı derslere giremediği için, sınıftaki veletler nasıl hareket ederse öyle hareket ediyor ama, bir gün hiç beklenmedik bir şey oluyor. bir üst sınıfta olan abisini tenefüste bir velet ile kavga ederken görüyor, hatta abisi baya dayak yiyor gördüğü kadarıyla. bir hışımla ciğerlerine havayı basıp abisini alıyor veletin elinden. sonra epey tartaklayıp veleti, hızını alamayınca sıranın üstüne çıkıyor ve çocuğun kafasını sıraya yatırıp üstüne basmaya başlıyor. ilk o gün işlevi dışında kullanıyor bir nesneyi. veletlerin yazı yazmak için kullandıkları sırayı, çocuğun kafasını tekmelek için sabitleme aracı olarak kullanıyor. yaşadığı katarsis, kendisi farkında olmasa da ilk defa yaptığı bu özgünlükten geliyor! onu tekmelerken ki kudreti, İskender'de yok! sonra abisinin az önce dayak yediği veleti elinin altından alması ile dönüyor kendi dünyasına. ensesine yediği şaplakla 'sınıfına git lan' diyor abisi, ama yüzünde hem mahçup hem gururlu bir yüz ifadesi var. bizim ali'de eşşekten düşmüş gibi götüne baka baka sınıfına gidiyor ve yolda da söyleniyor 'bırak yesin dayağı işte' diye. ama abisi bir tane onun için. ilk rol modeli, sonuçta onu taklit ederek hayatta kalıyor.
bizim ali'nin hikayesi zengin sözlük kaldıkça, hatta epiktetos'un 'ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum' keskinliği ile devam edecek.
bizim ali'nin hikayesi zengin sözlük kaldıkça, hatta epiktetos'un 'ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum' keskinliği ile devam edecek.
okulu küçük bir okul olmasına rağmen sıralarda üçerli hatta dörderli oturmak zorunda kalırlarmış. kavgacı yapısı okulda saygınlık kazanmasına yol açmış Ali'nin. sınıfta kendisi ile çete oluşturmak isteyen iki arkadaşı ile birlikte bir anda sınıfta 'abi' diye anılır olmuşlar. 'baya sınıf arkadaşların sana abi mi diyordu lan?' diye sorduğumuzda, 'çocuklar korkmuşlar olum işte, bende anlamamıştım neden dediklerini ama hoşuma gidiyordu' diyor. bir süre sonra, yerli malı haftasında , annesi eline börek pasta sıkıştırmış, hoca zorunlu tutmuş yemek getirmeyi. Fakat artık o kadar havaya girmiş ki Ali, yolda gördüğü çocuklara dağıtıp annesinin hazırladığı yemekleri, okula eli boş gitmiş. öğretmeninden fırça yese de, arkadaşları kermes saati hürmette kusur etmemiş karnını doyurmuşlar. hocası bu duruma pek kızsa da, Ali'nin umrunda olmamış. hazır ders yok diye, karşı sınıf ile maç organize etmiş hemen. o gün sınıflar arası maçta da iki oğlanı tokatlamış Ali. çetesi de racondandır diye kavga sonrası maçı bırakıp öfkeli Ali'nin yanına çökmüş maçı yarıda bırakmışlar. 'tenefüse kadar herkes benimle ilgilendi o gün, çocukları nasıl dövdüğüm, kavgayı görmeyen herkese anlatıldı' diyor. Anlatırken gururlanıyor, kaç yaşından bahsettiğinin farkında bile değil. yüzünde gururlu bir gülümseme var. 'İnsan bununla gurulanır mı lan?' diyemiyorsun, yüzündeki ifadeleri gördükçe.
bisiklete binmeyi öğreniyor sonraları. mahallede fink atıyor iki tekerli bisikletiyle. kızların balkonlarının altından falan geçiyor, onlara poz kesiyor, ayağa kalkıp sürüyor bisikleti. iki elini bırakmaya götü yemediği için, tek elini bırakarak sürüyor bisikletini. Böyle böyle epey zaman hükümranlığı sürüyor akranları arasında. Kavgası, gürültüsü, eve gelen şikayetçisi hiç bitmiyor neredeyse. her gün ayrı bir vukuat anlayacağınız. Ta ki babası taşınacakları günü haber verene kadar sürüyor gururlu günleri. Mahalleden ayrılacaklar artık. ikinci sınıfı o muhitin o okulunda bitiriyor. anlayacağınız iki yıl hükmetmiş dünyasına veya dünyaya. 'oradan ayrılırken üzüldüm mü? hatırlamıyorum' diyor Ali.
Daha yoksul bir mahalleye taşınıyorlar. Fakat kendi gururlu zamanlarının geçtiği bölgeye çok uzak burası. kimseyi tanımıyor, etmiyor. Haliyle okulunu da değiştirmek durumunda kalıyorlar. Evi daha taşraya taşısalar da, gelir düzeyi yüksek olan bir bölgenin okuluna yazdırılıyor abisi ile birlikte. annesi onların iyi bir eğitim almalarını hep ön planda tutuyor. servisle gidip gelecekler okula. aile durumlarının farkında değil tabi, onun derdi yeni yerde kendine nasıl alan yaratacağında. Gözlemlemesi gereken bir sürü yeni şey olacak, her şey değişecek bunu biliyor ve korkuyor.
bisiklete binmeyi öğreniyor sonraları. mahallede fink atıyor iki tekerli bisikletiyle. kızların balkonlarının altından falan geçiyor, onlara poz kesiyor, ayağa kalkıp sürüyor bisikleti. iki elini bırakmaya götü yemediği için, tek elini bırakarak sürüyor bisikletini. Böyle böyle epey zaman hükümranlığı sürüyor akranları arasında. Kavgası, gürültüsü, eve gelen şikayetçisi hiç bitmiyor neredeyse. her gün ayrı bir vukuat anlayacağınız. Ta ki babası taşınacakları günü haber verene kadar sürüyor gururlu günleri. Mahalleden ayrılacaklar artık. ikinci sınıfı o muhitin o okulunda bitiriyor. anlayacağınız iki yıl hükmetmiş dünyasına veya dünyaya. 'oradan ayrılırken üzüldüm mü? hatırlamıyorum' diyor Ali.
Daha yoksul bir mahalleye taşınıyorlar. Fakat kendi gururlu zamanlarının geçtiği bölgeye çok uzak burası. kimseyi tanımıyor, etmiyor. Haliyle okulunu da değiştirmek durumunda kalıyorlar. Evi daha taşraya taşısalar da, gelir düzeyi yüksek olan bir bölgenin okuluna yazdırılıyor abisi ile birlikte. annesi onların iyi bir eğitim almalarını hep ön planda tutuyor. servisle gidip gelecekler okula. aile durumlarının farkında değil tabi, onun derdi yeni yerde kendine nasıl alan yaratacağında. Gözlemlemesi gereken bir sürü yeni şey olacak, her şey değişecek bunu biliyor ve korkuyor.
mahalleye vardıklarında, kendi bölgesinden farklı bir yere geldiklerini fark edemiyor. annesinin üzgün olduğunun, evi sevmediğinin farkında fakat bu onun değil babasının problemi, biliyor. . bir müddet adaptasyon için, abisi ile takılıyor. annesi korumacı davranmak zorunda kalıyor, evden çıkmalarına falan izin vermiyor. farkında değil annesi oğlunu korumaya çalışırken, aslında yeni mahalledeki çocukları koruyor. tabi o da kısıtlı bir süre oluyor. mahalle ile ilk teması apartmandaki çocuklar ile oluyor. pek kavgacı olsa da, abisi de takıldıkları ortamda olduğu için onun gibi davranıyor; 'efendi'. bir kaç hır gür çıkarmaya kalkışsa da abisinin baskısı ile apartmandaki çocuklara pek ilişemiyor.
abisini taklit etmeden hayatta kaldığı zamanları özlüyor haliyle. minicik bir delik bulsa, genişletip çıkacak o delikten; taklitçi de olsa kendisi olacak. velhasıl abisinin ondan sıkıldığı bir evre, mahalleyi keşfe çıkıyor. bir kaç mahalle maçı izliyor, ekmekçi kuyruğunu, esnaf müşterilerini kesiyor. belli ki küfür o ortamda işe yarayacak. bir bir not ediyor bunları kafasına.
o sıra okul başlıyor, gidiyor okula. yeni bir sınıf, hiç bilmediği bir kültürün içinde buluyor kendini. daha ilk gün teneffüste bisküvi yedikten sonra dişinde kalan yutamadığı bulamaç haline gelmiş bisküvileri, eli ile dişinden sıyırırken öndeki kız görüyor bunu. daha önce geldiği hiçbir yerde bu hareket yadırganmamış. bu kız 'ıyyy n'apıyorsun?' diyince, kızın yüzündeki ifadeden dahi utanıp elini önlüğüne silerek, defteri kalemi ile ilgileniyormuş gibi yapıyor. ders boyunca o kızın yüz ifadesini görüyor gözlerinin önünde. 'bir daha asla elimi sokmayacağım ağzıma' dedim diyor.
sınıfa adapte olacak ama bir taraftan sınıf hocası üstüne geliyor, bir taraftan küçük burjuva-burjuva çocukları içinde kültür karmaşası yaşıyor. tenefüslerde abisine bakmaya gidiyor, bakıyor ki abisi de bundan utanıp gönderiyor yanından. yeni gelen öğrenci imajı ile ortamını kurmuş abisi. bizim ali'yi pek ipleyen yok. sınıf arkadaşlarının derste ''karşı duvara ilk koşan kazanır'' oyununu duyunca, teneffüse hazırlanıyor. zil çalar çalmaz fırlıyor sırasından, herkesten epey önce varıyor karşı duvara. bütün sınıf erkeklerinin ilgisini çekiyor o gün. hızlı koşması onun, orada yer bulmasını sağlıyor. bir iki çocuğu gözüne kestirip kendisine yakınlaştırma planları yapıyor. meşrubat kutuları ile yaptıkları maçlarda, ayakkabısının zedelenmesi göze alamayacak kadar hırslı davranıyor; ispatlaması gerekiyor kendisini. 'yeni ayakkabı alabilir mi ailem bana?' sorusunu soracak zihinde olsa da, koşulları bunu düşünmesinin önüne geçiyor. ispat edilmek, var olduğunu hissetmek istiyor. derslerde bir türlü başarılı olamayınca, teneffüste başarılı olmanın bütün koşullarını zorluyor. keza epey başarılı da oluyor. bir anda maçların aranan hızlı adamı rolü kapıyor kendine. artık kendisine 'abi' denilmiyor ama sınıfın en hızlısı olmak ünvanı da onu onore ediyor. bir kaç ufak tefek sürtüşmelerde de posta yemeyince, eski güzel günlerine döndüğünü hissediyor yavaş yavaş.
abisini taklit etmeden hayatta kaldığı zamanları özlüyor haliyle. minicik bir delik bulsa, genişletip çıkacak o delikten; taklitçi de olsa kendisi olacak. velhasıl abisinin ondan sıkıldığı bir evre, mahalleyi keşfe çıkıyor. bir kaç mahalle maçı izliyor, ekmekçi kuyruğunu, esnaf müşterilerini kesiyor. belli ki küfür o ortamda işe yarayacak. bir bir not ediyor bunları kafasına.
o sıra okul başlıyor, gidiyor okula. yeni bir sınıf, hiç bilmediği bir kültürün içinde buluyor kendini. daha ilk gün teneffüste bisküvi yedikten sonra dişinde kalan yutamadığı bulamaç haline gelmiş bisküvileri, eli ile dişinden sıyırırken öndeki kız görüyor bunu. daha önce geldiği hiçbir yerde bu hareket yadırganmamış. bu kız 'ıyyy n'apıyorsun?' diyince, kızın yüzündeki ifadeden dahi utanıp elini önlüğüne silerek, defteri kalemi ile ilgileniyormuş gibi yapıyor. ders boyunca o kızın yüz ifadesini görüyor gözlerinin önünde. 'bir daha asla elimi sokmayacağım ağzıma' dedim diyor.
sınıfa adapte olacak ama bir taraftan sınıf hocası üstüne geliyor, bir taraftan küçük burjuva-burjuva çocukları içinde kültür karmaşası yaşıyor. tenefüslerde abisine bakmaya gidiyor, bakıyor ki abisi de bundan utanıp gönderiyor yanından. yeni gelen öğrenci imajı ile ortamını kurmuş abisi. bizim ali'yi pek ipleyen yok. sınıf arkadaşlarının derste ''karşı duvara ilk koşan kazanır'' oyununu duyunca, teneffüse hazırlanıyor. zil çalar çalmaz fırlıyor sırasından, herkesten epey önce varıyor karşı duvara. bütün sınıf erkeklerinin ilgisini çekiyor o gün. hızlı koşması onun, orada yer bulmasını sağlıyor. bir iki çocuğu gözüne kestirip kendisine yakınlaştırma planları yapıyor. meşrubat kutuları ile yaptıkları maçlarda, ayakkabısının zedelenmesi göze alamayacak kadar hırslı davranıyor; ispatlaması gerekiyor kendisini. 'yeni ayakkabı alabilir mi ailem bana?' sorusunu soracak zihinde olsa da, koşulları bunu düşünmesinin önüne geçiyor. ispat edilmek, var olduğunu hissetmek istiyor. derslerde bir türlü başarılı olamayınca, teneffüste başarılı olmanın bütün koşullarını zorluyor. keza epey başarılı da oluyor. bir anda maçların aranan hızlı adamı rolü kapıyor kendine. artık kendisine 'abi' denilmiyor ama sınıfın en hızlısı olmak ünvanı da onu onore ediyor. bir kaç ufak tefek sürtüşmelerde de posta yemeyince, eski güzel günlerine döndüğünü hissediyor yavaş yavaş.
jean-paul sartre alıntısı ile anlatmayı tercih ediyorum ki, dirseği iskemleye dayalı olan adam intihal yaptı demesinler. biz intihal yapanlara karşı mücadele eden insanız en nihayetinde.
'tanınmış birisi olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı'nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.'
'ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?'
'pek anımsamıyorum' diye itiraf etti, 'sanıyorum adı bilinmiyor.'
'sahi mi? Herostratus'un adını anımsıyorsunuz ama? görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.'
sartre-duvar öyle syf, yayınevine falan da gerek yok ama lan! makale mi yazıyoruz?
adını unutturmamanın yolunu bulan, ama bu yolu o zamanki en kutsala saldırarak yapan adama, saygı duyarım. dünün kutsalını bugün rahatça okumak gayet kolay, mesele Artemis'e kafa tutabilmekte.
herostratus'un götünün kılı olmasakta, tarihe iz bırakmak için feyz alırız.
'tanınmış birisi olmak istiyordu; bunun için dünyanın yedi harikasından biri olan Artemis Tapınağı'nı yakmaktan başka bir şey bulamadı.'
'ya tapınağı yapan mimarın adı neydi?'
'pek anımsamıyorum' diye itiraf etti, 'sanıyorum adı bilinmiyor.'
'sahi mi? Herostratus'un adını anımsıyorsunuz ama? görüyorsunuz ki pek de yanlış hesap yapmamış.'
sartre-duvar öyle syf, yayınevine falan da gerek yok ama lan! makale mi yazıyoruz?
adını unutturmamanın yolunu bulan, ama bu yolu o zamanki en kutsala saldırarak yapan adama, saygı duyarım. dünün kutsalını bugün rahatça okumak gayet kolay, mesele Artemis'e kafa tutabilmekte.
herostratus'un götünün kılı olmasakta, tarihe iz bırakmak için feyz alırız.
oğullar ve rencide ruhlar kitabı ile yarattığı alper kamu karakterinin adını -anlaşıldığı üzere- albert camus'dan almıştır. intihara meyilli karakterimiz, öyle güzel yaşar ki beş yaşını, sırf bunu iyice anlayalım diye; '' beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar.'' diye başlar kitabına.
cehennem çiçeği kitabı ile seriyi devam ettirmiştir canıgüz. dilerim alper kamu hep beş yaşında kalsın ve intiharına kadar geçen her günü bize bir kitap olarak sunulsun canıgüzce.
cehennem çiçeği kitabı ile seriyi devam ettirmiştir canıgüz. dilerim alper kamu hep beş yaşında kalsın ve intiharına kadar geçen her günü bize bir kitap olarak sunulsun canıgüzce.
Böyle rüya mı olur lan?
Neyi sevdiğimi bilmiyorum ben. Mesela derin bir problemim var çözemediğim. Her zaman da karşıma gelir. En geç geldiği zamanlarda bile iki gün sürer bekletmesi. Boş işlerle uğraşmayı severim. Takip ederim bende onun geliş-gidişlerini. Neyse söyleyeyim de bilin. Alkolle aram hiç kötü olmadı, yani ona karşı cephe almadım hiç. Belki babamdan veya ne bileyim çevremden. Alkolle düzenli ilişkimi, düzenli bir ilişkim olana kadar inişli-çıkışlı ama alt ve üst limitlerinin farkında olarak devam ettirdim. Bir gün düzenli ilişkim oldu, sonra bu düzenli ilişki sırasında düzensiz bir alkol düzenim oluşmaya başladı. Bende bu kadar düzenin olduğu bir yerde bekaretimi koruyamadım. Alkol alışlarım sıklaştı, ama hayatıma giren kadın ile ilgili değildi bu. Etkisi şöyleydi; Onunla içmeyi çok sevdim önceleri. Bir duble içerken, onun kadeh tutuşu ile iki duble içmiş hissederdim kendimi. O kadar naiftir ki, hele de rakıyı içişi. Sonra o ben kadar çok içmek istemedi, ama beni kendisinden de mahrum bırakmak istemedi ve alkol içmeden eşlik etti bana. Bende onun bana alkolsüz eşlik etmelerini sevmeye başladım. O masa da konuştuğumuz her şey çok önemli, çok derin gelirdi bana hep. Sonra beni yalnız bırakmaya başladı masa da, ben içerken aynı oda da ama kendi işleri ile ilgilenmeyi tercih etti. Bende onun yanımda olup benimle ilgilenmeyişini sevmeye başladım. Orada ara sıra kafasını kaldırıp bana bakması, burada olup olmadığımı, sarhoş olup olmadığımı kontrol etmek için göz süzüşleri içimi gıcıklıyordu. Bu geçirdiğimiz evreler epey bir zaman aldı. Üç yıl falan belki de.
İnsan uzun bir ilişki yaşıyorsa, avantaj ve dezavantajlarını hassas bir terazide tartmayı öğreniyor. Değerlerin değişiyor, sen değişiyorsun. İnsansın işte, her gün büyüyor ve gelişiyorsun. İlla olumlu olmak zorunda da değil.
Neyse uzatmayayım artık. Bu özneleri sabit, duyguları değişik konular silsilesi epey sürdü ve değiştik. Değişir insan, değişmeli. Konu benim içerken melankolikleşmeme vardı bir gün. Normaldi buralara gelişi, önceleri çok algılayamadım bu tartışmaları. 'Toplumdan soyutlanmadık ya melankolik olduysak' dedim hep. Gel zaman git zaman ikna ettim onu, ama bu ara bu tartışmaların hepsi bir değişim sürecinin parçası oluyormuş. Bunu o günden önce anlayamıyor insan. Şey gibi mesela, yıllarca Ege'de yaşıyorsun. Sonra yavaş yavaş kuzeye çıkmaya başlıyorsun, kuzey illerinden yaşamaya başlayınca brokoliye özlem duysan bile hamsi yemeye başlıyorsun. Brokoliyi unutmazsın hiçbir zaman, ama hamsi buğlamanın güzel olduğunu kabul edersin artık. Peki kuzeye gitmeden önce seviyor muydun taze hamsi buğlamayı? Bunu kuzeyde yemeden önce bilemezsin.
Bugün artık değiştim tamamen ve hala süren bir değişimin parçasıyım biliyorum ama sonunda ne olacağıma dair hiçbir bilgim yok. Ama içinden çıkamadığım problemim şu;
ben içki içmek için mi düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başlıyorum, yoksa düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başladığım için mi içme isteğim uyanıyor?
Ben bunun cevabını hala veremedim. Sanırım bu da değişene kadar veremeyeceğim. Ama cümleden anlaşılacağı üzere içmeye devam ediyorum ve ediyor olacağım. Düzensizce…
Rüyamı sanırım sonra anlatmak zorunda kaldım.
Neyi sevdiğimi bilmiyorum ben. Mesela derin bir problemim var çözemediğim. Her zaman da karşıma gelir. En geç geldiği zamanlarda bile iki gün sürer bekletmesi. Boş işlerle uğraşmayı severim. Takip ederim bende onun geliş-gidişlerini. Neyse söyleyeyim de bilin. Alkolle aram hiç kötü olmadı, yani ona karşı cephe almadım hiç. Belki babamdan veya ne bileyim çevremden. Alkolle düzenli ilişkimi, düzenli bir ilişkim olana kadar inişli-çıkışlı ama alt ve üst limitlerinin farkında olarak devam ettirdim. Bir gün düzenli ilişkim oldu, sonra bu düzenli ilişki sırasında düzensiz bir alkol düzenim oluşmaya başladı. Bende bu kadar düzenin olduğu bir yerde bekaretimi koruyamadım. Alkol alışlarım sıklaştı, ama hayatıma giren kadın ile ilgili değildi bu. Etkisi şöyleydi; Onunla içmeyi çok sevdim önceleri. Bir duble içerken, onun kadeh tutuşu ile iki duble içmiş hissederdim kendimi. O kadar naiftir ki, hele de rakıyı içişi. Sonra o ben kadar çok içmek istemedi, ama beni kendisinden de mahrum bırakmak istemedi ve alkol içmeden eşlik etti bana. Bende onun bana alkolsüz eşlik etmelerini sevmeye başladım. O masa da konuştuğumuz her şey çok önemli, çok derin gelirdi bana hep. Sonra beni yalnız bırakmaya başladı masa da, ben içerken aynı oda da ama kendi işleri ile ilgilenmeyi tercih etti. Bende onun yanımda olup benimle ilgilenmeyişini sevmeye başladım. Orada ara sıra kafasını kaldırıp bana bakması, burada olup olmadığımı, sarhoş olup olmadığımı kontrol etmek için göz süzüşleri içimi gıcıklıyordu. Bu geçirdiğimiz evreler epey bir zaman aldı. Üç yıl falan belki de.
İnsan uzun bir ilişki yaşıyorsa, avantaj ve dezavantajlarını hassas bir terazide tartmayı öğreniyor. Değerlerin değişiyor, sen değişiyorsun. İnsansın işte, her gün büyüyor ve gelişiyorsun. İlla olumlu olmak zorunda da değil.
Neyse uzatmayayım artık. Bu özneleri sabit, duyguları değişik konular silsilesi epey sürdü ve değiştik. Değişir insan, değişmeli. Konu benim içerken melankolikleşmeme vardı bir gün. Normaldi buralara gelişi, önceleri çok algılayamadım bu tartışmaları. 'Toplumdan soyutlanmadık ya melankolik olduysak' dedim hep. Gel zaman git zaman ikna ettim onu, ama bu ara bu tartışmaların hepsi bir değişim sürecinin parçası oluyormuş. Bunu o günden önce anlayamıyor insan. Şey gibi mesela, yıllarca Ege'de yaşıyorsun. Sonra yavaş yavaş kuzeye çıkmaya başlıyorsun, kuzey illerinden yaşamaya başlayınca brokoliye özlem duysan bile hamsi yemeye başlıyorsun. Brokoliyi unutmazsın hiçbir zaman, ama hamsi buğlamanın güzel olduğunu kabul edersin artık. Peki kuzeye gitmeden önce seviyor muydun taze hamsi buğlamayı? Bunu kuzeyde yemeden önce bilemezsin.
Bugün artık değiştim tamamen ve hala süren bir değişimin parçasıyım biliyorum ama sonunda ne olacağıma dair hiçbir bilgim yok. Ama içinden çıkamadığım problemim şu;
ben içki içmek için mi düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başlıyorum, yoksa düşünmek istemediğim şeyleri düşünmeye başladığım için mi içme isteğim uyanıyor?
Ben bunun cevabını hala veremedim. Sanırım bu da değişene kadar veremeyeceğim. Ama cümleden anlaşılacağı üzere içmeye devam ediyorum ve ediyor olacağım. Düzensizce…
Rüyamı sanırım sonra anlatmak zorunda kaldım.
dede daha buralara gelmemiş. ne mutlu bana onu başka bir platforma taşıyabiliyorum.
efsane bir müzik gücü vardır. insanı alıp, düşünmeye sevk etmek konusunda doktora yapmış bir kişiliktir.
efsane bir müzik gücü vardır. insanı alıp, düşünmeye sevk etmek konusunda doktora yapmış bir kişiliktir.